Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicretin 1. Senesi / Milâdî 622)

Resûl-i Ekrem, Medine’ye teşrif buyurduklarında, içinde ce­maatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini ko­nuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescit gerekiyordu.
Efendimiz, Medine’de ilk olarak bu mescidi inşa etmekle işe baş­ladı.
Şehre ilk girdiklerinde devesi, Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin, üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim, Me­dineli Müslümanlardan Muâz b. Afrâ’nın (r.a.) himâyesinde bulunuyor­lar­dı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini, Muaz Hazretlerine bil­dirdi.
Mescid-i Nebevî
Mescid-i Nebevî
Ancak bu fedakâr sahabe, arsanın bedelini, himâyesindeki iki yetime vere­rek bu büyük şe­ref ve ücrete nâil olmak için ba­ğışlamak istedi­ğini söyledi.
Fakat Pey­gam­be­ri­miz ka­bul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağıra­rak, arsalarının bede­lini öğrenmek istedi. İki genç yetim de, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz onun bede­lini ancak Allah’tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız!” dediler.
Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan on miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.[1]
Fedakâr sahabeler tarafından arsa kısa zamanda tertemiz hale getirildi ve Re­sû­lul­lah’ın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mescidin temelini atacağı sırada yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu.
Müslümanlardan oraya uğrayan biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yanında sadece şu birkaç kişi mi var?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben, “Onlar, benden son­ra işi yönetecek olanlardır” buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Os­man ve Hz. Ali, temele birer taş koydular. Böy­lece, Mescid-i Nebevî’nin temelle­riyle birlikte Dört Halife devri­nin mânevî temelleri de atılmış oluyor­du.
Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslü­manları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:

Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!
Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Yâ Rab! Hayır, ancak ahiret hayrı!
Sen, muhacirle ensara acı![2]

Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, Mes­cid-i Nebevî’nin in­şası kısa zamanda tamamlandı. Her tür­lü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsî mâbe­din tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Re­sû­lul­lah’ın hutbe irad buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları, sahabelerin arzusu üzerine, üç basamaklı bir min­ber yapıldı.[3]Mescid-i Nebevî, değişik tarihlerde tadilâtlar gö­rerek bugünkü şeklini almıştır!
Mescid-i Nebevî, sadece cemaatle namaz kılmak için kulla­nılmıyordu; bu­nun yanında, Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de (ileride görüle­ceği gibi) kabul ediliyordu!

Ezvac-ı Tâhirat İçin Odalar Yapılması

Mescid-i Nebevî’nin yanına ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde, diğeri Hz. Âişe’ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar artı­rıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavan­lan­mıştı.
Mescid-i Nebevî’ye bitişik odalar yapılınca, Peygamber Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinden oraya taşındı.[4]

HANÎNÜ’L-CİZ’ MÛCİZESİ

Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç basa­maklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunu­yordu.
Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar; ortalıkta ne hamile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağ­layan, o kuru direkti!
Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte ashab-ı güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına gel­di. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabeler de gözyaşlarını tuta­ma­mışlar, hüngür hüngür ağla­mışlardı.
Evet, kuru direk Hz. Re­sû­lul­lah’tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan “zikrullah”tan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin edi­yor­du.
Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem, ashabına da dönerek, “Eğer ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Re­sû­lul­lah’­ın ayrılığından kıyamete kadar ağlaması böyle devam ede­cek­ti!”[5]buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gö­müldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescit yıktırılıp yeniden tamir edildi­ğinde, Übey b. Ka’b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.[6]
Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması, Hz. Re­sû­lul­lah’ın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gi­bi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve dava­sını halleriyle tasdik ediyorlardı!

Hasan-ı Basrî Ne Derdi?

Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tu­tamaz, gözyaşları arasında şöyle der­di:
“Ağaç, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!”[7]
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direkler­den daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak sünnet-i seniy­ye­sine ittiba etmekle mümkündür!

Bir Başka Rivayet

Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve “İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın meyvenden yemesi için seni cennete dikeyim” diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
“Beni cennete dik ki meyvelerimden Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi:
“Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti!”[8]

_____________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 239.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 142; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 210.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 240.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 143.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 134.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 252.
[7] Bediüzzaman Said, Nursî, a.g.e., s. 135.
[8] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 135.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Allah rızası için her şeyini geride bırakıp Medine’ye hicret etmiş bulunan muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar (ensar) muhabbet ve samimi­yetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esir­gememişlerdi, esirgemiyorlardı.
Ne var ki muhacirler, Medine’nin havasına, âdetlerine ve çalış­ma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getireme­mişlerdi. Bu sebeple, Medine’nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı (ensar) adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.
Nitekim Medine’ye hicretten beş ay sonra Resûl-i Ekrem, ensar ile muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi muhacirlerden, kırk beşi ensardan olmak üzere doksan Müslümanı kardeş yaptı.
Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, mad­dî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle muha­cirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma ga­yesini güdüyordu.[1]
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin re­isi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını onlarla pay­laşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirme­miş­ti; bilâ­kis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Mesela, Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Der­dâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus’ab ile Ebû Eyyûb Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyat itibarıyla tam bir ahenk vardı.[2]
Bu kardeşlik sâyesinde, Allah ve Resûlünün muhabbetinden başka her şey­lerini geride bırakmış bulunan muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hal yo­luna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, muhacirlerden birini evinde barındı­rıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. İman kardeşliği, din kardeşliği idi. Me­dineli Müs­lümanlar, yani ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu yurt­la­rından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla pay­laşıyorlardı. Me­dineli biri vefat edince, muhacir kardeşi akraba­larıyla birlikte ona vâris olu­yordu.[3]
Yine kurulan bu kardeşlik sâyesinde büyük bir içtimaî yardımlaşma da te­min edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kur­tuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müs­lümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, in­sanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar; Re­sû­lul­lah’­ın huzuruna çı­karak, fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Hurmalıklarımızı da, muhacir kardeşle­rimizle aramızda bö­lüştür!”
Ancak muhacirler, o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Ziraat işlerini pek bilmiyorlardı. Bunun için Pey­gam­be­ri­miz, muhacirler nâmına ensarın bu teklifini ka­bul etmedi.
Fakat Medineli Müslümanlar, buna da bir çare buldular. Ziraatten anlama­yan muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mah­sûl ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ek­rem Efendimiz bu teklife râ­zı oldu.[4]
Tarih, birçok göçe şahit olmuştur. Ama böylesine manalı, böylesine ulvî bir hicreti, dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine can-ü gönül­den sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle ku­caklaşmayı o âna kadar görmüş değildi; bir daha da göremeyecektir! Bu sa­mimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu; öylesine bir kuvvet ki kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiye­tinde kalacaktı.

Muhacirlerin Boş Durmaması

Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, iaşemizi temin etti” diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, imanlarından gelen gayrete zıttı. Her biri elin­den gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışı­yordu.
Bunun en canlı örneği, Sa’d b. Rebî’in yaptığı teklife, cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Abdurrahman b. Avf’ın verdiği ce­vaptır.
Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa’d b. Rebî’, Ab­durrahman b. Avf’a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zengi­ni­yim. Malımın yarısı­nı sana ayırdım!” demişti.
Büyük sahabe Abdurrahman b. Avf’ın verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu gös­ter­mendir.”[5]
Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman b. Avf, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekrem’in, “malının ço­ğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Me­dine’nin sayılı tüc­carları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!”[6]
Resûl-i Ekrem Efendimizin duası bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman b. Avf, sadece bir defasında yedi yüz deveyi yükleriyle beraber “fî sebilillah” tasad­duk etmişti.
Hz. Abdurrahman gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine gö­re birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle saadet içinde geçiniyor­lar­dı.

Ebû Hüreyre’nin İfadesi

Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini, Hz. Ebû Hüreyre’nin ifadelerinden de anlı­yo­ruz.
Bir gün, kendisine, “nasıl olup da diğer sahabelerden çok daha fazla hadis rivayet ettiği” sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
“Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, muhacirler de çarşı pazarda alış verişle uğraşırken ben, Re­sû­lul­lah’ın yanından ayrılmıyordum. Onun söyle­diklerini dinleyip ezberliyor­dum. Onun duasını almıştım.”[7]

Kardeşliğin Müspet Neticeleri

Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müspet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sâyesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle, niyetleri kutsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur faziletli bir cemiyet meydana geldi.
Bu kardeşliğin diğer bir müspet neticesi ise şu idi:
Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden bi­rini beraberinde götürüyor, diğerini ise her iki ailenin maişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine’de bırakıyordu. Böylece, evleri sahipsiz ve hâmîsiz kalmı­yordu!
Ensarın muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirper­ver­lik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakârlık ve feragatı, Cenab-ı Hak, indirdiği şu ayet-i kerimesiyle ilan edip bu davranışlarını, methetti:

“Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı ne­fis­lerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nef­si­nin hırsından korunursa, işte bunlar (azap­tan) kurtulanlardır.”[8]
Evet, kurulan bu mânevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rast­lanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslam’ın in­kişafa başlaması dönemine rastlamış ol­ması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. “Hiç tereddüt et­me­den denilebilir ki çeyrek asır zarfında İslam nurunun âle­min her tarafına ya­yıl­ması, İran’ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğu’nun teh­dit edil­mesi, hep bu dinî kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseridir.”[9]

Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması

Resûl-i Ekrem, ayrıca muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu sa­mimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki sahabelere, “Ne­biler ve resûllerden başka, bütün önceki ve son­rakilerden cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki bü­yüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın!” buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.[10]
Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapı­yordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Sen sahabeleri birbirine kar­deş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!”
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşim­sin!”[11]buyurarak gözyaşlarını dindirdi.

________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 238; Suheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 18.
[2] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 76.
[3] Bu kardeşliğin mirasa ait hükmü, Bedir Gazâsı’ndan sonra inen, “Hısımlar, Allah’ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar” (Enfâl, 75) âyetiyle kaldırıldı.
[4] Buharî, Sahih, c. 3, s. 67.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 125.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 126.
[7] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.
[8] Haşr, 9.
[9] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 77.
[10] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 174-175.
[11] Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 300.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i Ekrem Efendimizin hicretiyle Medine “İslam merkezi” haline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan, o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca malu­mat vermekte fayda vardır.
Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadası’­nın mühim şehirle­rinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağ­larla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel, suyu serin ve ol­dukça boldur. Yağışı Mekke’den fazladır.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, bu­raya ilk gelip yerleşen “Yesrib” isimli Amali­kalıdan aldığı söylenir.[1]Ancak bu kelimede “fesat” manası bulunduğundan, Peygamber Efendimiz, bu is­mi be­ğen­medi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı. Bir ara “Medinetü’n-Nebi” diye de anıldıysa da, sonraları sadece “Medine” olarak kaldı. Tarihçiler, Medine’nin doksan dört kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.[2]
Medine’de Müslümanlardan başka Yahudiler ve Hıristiyanlar da oturu­yordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.
Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dâ­hilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki yüz yirmi sene devam etmiş ve Efendimizin Medine’ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en namlı bahadırları ya ölmüş veya mâlûl düşmüşlerdi. İşte, ensar böyle perişan bir vaziyette iken Resûl-i Kibriya Efendi­mizin hicreti vuku bulmuştu.
Hicret-i Nebevî’yle bu iki kardeş kabile arasındaki düş­manlık, eski uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşman­lığın yeni bir uhuvvete dönmesi hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın, Sevgili Efen­dimize ihsan ettiği bir armağanıdır.[3]
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Buas günü Allah’ın, kendi Resûlü (a.s.m.) için hazırladığı bir gündür ki bu muharebenin neticesi üzerine, Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Medine’ye hicret etmiştir. Öyle ki hicret sırasında birbirleriyle çar­pış­mış Evs ve Hazreç­li­lerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürül­müş ve yaralanmış­tı. Bu perişanlık üzerine Allah, bir­birleriyle çarpışıp dur­muş olan ensarın İslam câmiasına girmeleri için bu günü Peygamberine (a.s.m.) hazırlamıştır.”[4]
Buradaki Yahudiler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kay­nuka, Benî Ku­rayza ve Benî Nadîr...
Şehirde sayıları en az olan, Hıristiyanlardır. Bunlar, İslam’ın Medine’de hız­la yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Me­di­ne’den ayrıldılar. Uhud Savaşı’nda müşrikler safında Müslümanlara karşı sa­vaşan bu Hıristiyanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır!
Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. He­nüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudi­lerde de her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.
Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâ­kimdi. Mesela, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu.
Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.
İşte, Peygamber Efendimiz coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler var­dı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.

ABDULLAH B. SELAM’IN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Yusuf’un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah İbni Selâm, Medine Yahudile­ri­nin ileri gelen âlimlerinden biri idi.
Büyük bir âlim olan babası Selam’dan birçok şeyle birlikte, Tevrat’ı ve tefsi­rini de öğrenmişti. Ayrıca babası, ahir zaman­da gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve “Eğer o, Hârun neslin­den gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam” demişti. Selam, Efendimiz he­nüz Medine’ye gelmeden önce de vefat etmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimizin Medine’ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudinin sesini Abdullah İbni Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, “Allahü Ekber!” deyip tekbir getirmişti.
Bunu duyan halası, “Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Mûsa Pey­gamberin geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!” diyerek ona çıkışmıştı.
Abdullah ise, “Ey hala! Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!” demişti.
Bunun üzerine halası, “Yoksa, kıyamete yakın gönderileceği bize haber ve­rilen peygamber, bu mudur?” diye sormuştu.
Abdullah, “Evet...” cevabını verince de, “Öyle ise, davranışında haklısın!” demişti.[5]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah İbni Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan mübarek si­ma­sını görünce, “Şu simada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!” diye kendi ken­di­ne söylenmişti.[6]

Pey­gam­be­ri­mize Soru Sorması ve İslam’ı Kabulü

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.
Abdullah İbni Selâm da, Efendimizi ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sor­du. Tevrat’tan sorduğu suallerine yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yahudi milleti, if­tiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmadan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!” dedi.
Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudi ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara, “Ey Yahudi cemaati! Siz benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi.
Yahudiler, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık ver­diler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, “Sizin içinizde Abdullah İbni Selâm adında bi­risi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu.
Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Ken­di­si de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir” diye şehâdet ettiler.
Re­sû­lul­lah, “Abdullah İbni Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye sordu.
Yahudiler, “Hâşâ! Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müs­lüman olamaz!” de­diler.
Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı.
Her seferinde onlar da aynı inkârî cevabı verdiler.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya, Abdullah İbni Selâm’a hitaben, “Yâ İbni Se­lam! Gel!” diye çağırdı.
Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve
اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu­ğu­nu ilan etti; Yahudilere de, “Ey Yahudi cemaati! Allah’tan korkunuz! Size ge­leni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tev­rat’­ta ismini ve sı­fa­tını yazılı bulduğunuz Re­sû­lul­lah’tır” diyerek on­ları İslam’a davet etti.[8]
Fakat Yahudiler, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!” de­diler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnat ederek kötülediler.
Abdullah b. Selam, “Yâ Re­sû­lal­lah! Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfterî bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi.
Resûl-i Ekrem, Yahudileri huzurundan çıkardı.
Abdullah İbni Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.[9]
Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah İbni Selâm’ı türlü türlü desise ve söz­lerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.
Abdullah b. Selam’la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimi olarak İslam’ı ka­bul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudi âlimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terk etmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya başladılar.
Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimede meâlen şöyle bu­yurdu:
“Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap içinde bir cemaat var­dır ki gece saat­le­rinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.”[10]

MÜŞRİKLERİN TEHDİDİ

Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur için­de bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endi­şeye kapıldılar.
Medine’de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mek­ke’de uyguladık­ları, “halkı Resûl-i Ekrem Efendimizden uzaklaştırma” tar­zını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himâyeye söz vermiş bulunan ensara, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mek­tup­larda, ensarın bu himâyeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına ge­lecek her türlü hadiseye râzı olmaları gerektiği belirtiliyordu.
Fakat Ku­reyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üze­rinde hiçbir menfi tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile kimseyi Hz. Re­sû­lul­lah’ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış olu­yorlardı.

Medine’de Korkulu Günlerin Yaşanması

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de ha­ber­­dar olmuştu. Bu sebeple, Medine devamlı tayakkuz halinde idi. “Her an müş­­rik saldırısı olabileceği” ih­timaline binaen, Resûl-i Ekrem Efendimiz, de­vam­lı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırı­yordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.
Gerçekten, Medine’de Müslümanların durumu oldukça nâzikti. Çünkü bu­raya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.
Hatta bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı bas­mıştı. Her haslette zirvede olan Resûl-i Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını ku­şanıp atına atlayarak yanlarına varmış, kendilerini teselli ve teskin etmişti.
Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:
“Ne zaman bir feryat kopsa, Re­sû­lul­lah’ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!”[11]
Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûl-i Ekrem’in himâyesinden vazgeçirmek için sadece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesat düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyor­lardı.
Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’ı bağırlarına bas­mada, İslam’ı yaşayıp yaşatmada, muhacir Müslümanlara her türlü yar­dımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar; bilâkis, daha ciddi ve samimi bir tarzda bu hizmetlerini de­vam ettirdiler.

______________________________________________________________________________________

[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 16; Müslim, Sahih, c. 4, s. 120.
[2] bkz. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet: Medine Devri, c. 1, s. 30.
[3] Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 123.
[4] Buharî, Sahih, c. 2, s. 309.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 163; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 266.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 235; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 922; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 92.
[7] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 335; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 108.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 164; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164.
[10] Âl-i İmrân, 113.
[11] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 373; Müslim, Sahih, c. 7, s. 72


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget