Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Medine’ye hicret eden Pey­gam­be­ri­miz, hanımı Hz. Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeyneb ile nişanlısı Hz. Âişe’yi Mekke’de bırakmak zo­run­da kalmıştı.
Mescid-i Nebevî inşa edilip bitişiğine Hâne-i Saadet yapılınca, onları getir­mek üzere, Zeyd b. Hârise ile Ebû Râ­fi Hazretlerini Mek­ke’ye gönderdi.
Bu iki sahabe Mekke’ye giderek, adı zikredilenleri alıp Me­dine’ye getirdiler. Sadece, Hz. Zeyneb’i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade etmediğin­den getiremediler. Fakat bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etmiştir. Ko­cası da daha sonra Müslüman olmuştur.
Medine’ye gelenlerden Pey­gam­be­ri­mizin ev halkı kendi oda­larına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.[1]

Hz. Âişe’nin Düğünü

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’yle Mekke’de nikâhlanmıştı. Fa­kat düğün tehir edil­mişti.
Medine’ye gelinince Hicret’in 1. yılı Şevval ayında[2]dü­ğünleri yapıldı.[3]Pey­gamber Efendimiz o sırada elli beş yaşında idi.
Hz. Âişe’nin Resûl-i Ekrem yanında, diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.
Amr b. Âs, bir gün, “Yâ Re­sû­lal­lah! Halkın sana en sevgili olanı kimdir?” diye sormuştu. Resûl-i Ekrem, “Âişe!” diye cevap verdi.
“Ya erkeklerden, Yâ Re­sû­lal­lah?” diye sorusunu tekrarla­yınca da Efendi­miz, “Âişe’nin babası!”[4]diye buyurdular.
Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa za­manda Hz. Re­sû­lul­lah’tan birçok hadis ezberledi, birçok İslamî hüküm öğ­rendi. Bununla, ashab-ı güzin arasında mümtaz bir mevkiye yükseldi. Rivayet ettiği hadis sayısı 2 bin 210’dur. Birçok sahabe, Pey­gam­be­ri­mizin çeşitli mese­leler hakkındaki tatbikatını ve İslamî hükümleri ondan sorarak öğreniyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Dininizin yarısını bu hu­mey­ra kadından (Hz. Âişe) öğreniniz” buyurmasıyla, Hz. Âişe’nin ilmî ehliyetini tebârüz ettirmiştir.
Ebû Musa el-Eş’ârî’nin şu itirafı da, aynı noktaya parmak basmak­tadır:
“Biz Re­sû­lul­lah’ın ashabı, bir hadis-i şerifte (onu anlamakta) güçlük çekti­ğimiz zaman Âişe’den sorardık; zira, hadis ilminin ken­di­sinde mevcut oldu­ğunu görürdük.”[5]
Hz. Âişe validemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslam hu­ku­kuna büyük fay­da­lar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil et­miştir.
Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe’ye her haliyle benzemeye ça­lışmak olmalıdır!

____________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 62.
[2] Câhiliyye devrinde iki bayram arasında nikâh kıyma uğursuz sayılırdı. Resûl-i Ekrem Efendi­miz, Şevval ayında Hz. Âişe’yle evlenmekle, bu yersiz itikadı ortadan kaldırdı. Efendimizin bu ha­reketi üzerine aynı ayda başka nikâhlar da kıyıldı.
Şu da var ki Peygamber Efendimizin “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz” hadis­leri, halk ara­sın­da yanlış anlaşılmıştır. Bundan kasıt şudur: Bayram, Cuma gününe rast­gelirse, bayram na­mazı ile Cuma namazı arasında nikâh kıymak münasip olmaz. Çünkü bayram gününün te­lâ­şe­si pek fazladır. Nikâhı bu telâşelerle birlikte bayram na­ma­zı ile Cuma namazı arasındaki kısa zamana sıkıştırmak pek uygun olmaz. Ancak bu­nu yaptığı takdirde, şahıs herhangi bir haram da işle­miş sayılmaz.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8. s. 58.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 67.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 67.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 1. senesi / Milâdî 622)

Mekke’de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açık­tan davet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.
Ancak Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbesti­yet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifa ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı al­tında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzubahis değildi.
Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Fakat Müslümanları na­maz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı.[1]

Pey­gam­be­ri­mizin Ashapla İstişâresi

Resûl-i Ekrem bir gün, ashab-ı kiramı toplayarak, kendileriyle “nasıl bir da­vet şekli tespit etmeleri gerektiği” hususunu istişare etti. Sahabelerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi bo­ru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakı­lıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti.
Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.[2]
O sırada Hz. Ömer söz aldı ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, o anda Hz. Ömer’in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e, “Kalk yâ Bilâl, namaz için seslen!” diye em­retti.
Bunun üzerine Hz. Bilâl, bir müddet Medine sokakların­da, “Esselâ! Esselâ! [Buyurun namaza! Buyurun namaza!]” diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.[3]

Abdullah B. Zeyd’in Rüyası

Aradan fazla bir zaman geçmeden, ashaptan Abdullah b. Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi.
Hz. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!” buyurarak davetin bu şeklini tasvip etti.[4]
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’in emriyle, ezan şeklini Hz. Bilâl’e öğretti. Hz. Bi­lâl, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan ses­leriyle çınlatmaya baş­ladı:
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

Hz. Ömer’in de Aynı Rüyayı Görmesi

Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Durumu öğrenince, “Yâ Re­sû­lal­lah! Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki Abdullah’ın gördü­ğü­nün aynısını ben de görmüştüm!” dedi.
Pey­gam­be­ri­miz, iki kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah’a hamd et­ti.[5]
İslam’ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu davet şeklinin tespi­tinden de anlıyoruz! Ruhsuz, manasız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede; yeryüzünde “tevhid” ulvî hakikatini ilan eden, Resûl-i Ekrem’­in peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla iman esasları­nın tamamını halka duyuran mana ve kutsîyet dolu “ezan” şekli nerede?
“Hukuk-u Şahsîyye [Şahsî Hukuk]” ve “Hukuk-u Umu­mîyye [Umumî Hu­kuk]” adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer’î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı, şahıslarla ilgilidir, ferdîdir; diğer kısmı umuma, umumîyet itibarıyla ta­al­lûk eder. Onlar “Şeair-i İslamiyye” diye tâbir edilir.
Şeair-i İslamiyye’nin en büyüklerinden biri de, işte bu, Hicret’in 1. sene­sin­de meşru kılınan ve “şehâdetleri dinin te­meli” olan ezandır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Şeair-i İslamiyye” ile ilgili çok mühim izah ve de­ğer­len­dir­meleri vardır. Mektûbat isimli eserinin 29. Mektubunda, “Mesail-i Şe­riattan bir kısmına ‘taab­bü­dî’ denilir. Aklın muhakemesine bağlı değildir; em­rol­duğu için yapılır. İlleti emirdir. Bir kısmına ‘Mâkulü’l-Mana’ tâbir edilir. Ya­ni, bir hik­met ve bir maslahat var ki o hükmün teş­riine mürec­cih olmuş; fa­kat se­bep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve neh­y-i İlâhî’dir. Şeairin taab­bü­dî kıs­mı, hikmet ve maslahat onu tağ­yir edemez; taabbüdîlik ci­heti tereccüh edi­yor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de, ‘Şeairin fai­de­si, yalnız malum me­salihtir’ denilmez ve öyle bilmek hatadır. Bel­ki, o masla­hatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir” dedik­ten sonra İslam’ın mühim bir şeairi olan ezanla ilgili olarak da şun­ları söyler:
“Mesela, biri dese: ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde, bir tüfek atmak kâfidir!’ Hâlbuki, o divâne bil­mez ki binler maslahat-ı eza­niyye içinde o bir maslahattır. Tüfek se­si, o maslahatı verse, acaba nev-i be­şer nâmına yahut o şehir aha­lisi nâmına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin ne­tice-i hilkatı olan ilan-ı tevhid ve Rubu­biyyet-i İlâhîye’ye karşı iz­har-ı ubu­diy­yete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”[6]

_______________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 154; Buharî, Sahih, c. 1, s. 114.
[2] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 3; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 1, s. 134.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 114.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 43.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ebû Dâvud, Sünen, c. 1, s. 117.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 371.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicretin 1. Senesi / Milâdî 622)

Resûl-i Ekrem, Medine’ye teşrif buyurduklarında, içinde ce­maatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini ko­nuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescit gerekiyordu.
Efendimiz, Medine’de ilk olarak bu mescidi inşa etmekle işe baş­ladı.
Şehre ilk girdiklerinde devesi, Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin, üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim, Me­dineli Müslümanlardan Muâz b. Afrâ’nın (r.a.) himâyesinde bulunuyor­lar­dı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini, Muaz Hazretlerine bil­dirdi.
Mescid-i Nebevî
Mescid-i Nebevî
Ancak bu fedakâr sahabe, arsanın bedelini, himâyesindeki iki yetime vere­rek bu büyük şe­ref ve ücrete nâil olmak için ba­ğışlamak istedi­ğini söyledi.
Fakat Pey­gam­be­ri­miz ka­bul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağıra­rak, arsalarının bede­lini öğrenmek istedi. İki genç yetim de, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz onun bede­lini ancak Allah’tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız!” dediler.
Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan on miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.[1]
Fedakâr sahabeler tarafından arsa kısa zamanda tertemiz hale getirildi ve Re­sû­lul­lah’ın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mescidin temelini atacağı sırada yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu.
Müslümanlardan oraya uğrayan biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yanında sadece şu birkaç kişi mi var?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben, “Onlar, benden son­ra işi yönetecek olanlardır” buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Os­man ve Hz. Ali, temele birer taş koydular. Böy­lece, Mescid-i Nebevî’nin temelle­riyle birlikte Dört Halife devri­nin mânevî temelleri de atılmış oluyor­du.
Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslü­manları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:

Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!
Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Yâ Rab! Hayır, ancak ahiret hayrı!
Sen, muhacirle ensara acı![2]

Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, Mes­cid-i Nebevî’nin in­şası kısa zamanda tamamlandı. Her tür­lü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsî mâbe­din tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Re­sû­lul­lah’ın hutbe irad buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları, sahabelerin arzusu üzerine, üç basamaklı bir min­ber yapıldı.[3]Mescid-i Nebevî, değişik tarihlerde tadilâtlar gö­rerek bugünkü şeklini almıştır!
Mescid-i Nebevî, sadece cemaatle namaz kılmak için kulla­nılmıyordu; bu­nun yanında, Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de (ileride görüle­ceği gibi) kabul ediliyordu!

Ezvac-ı Tâhirat İçin Odalar Yapılması

Mescid-i Nebevî’nin yanına ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde, diğeri Hz. Âişe’ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar artı­rıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavan­lan­mıştı.
Mescid-i Nebevî’ye bitişik odalar yapılınca, Peygamber Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinden oraya taşındı.[4]

HANÎNÜ’L-CİZ’ MÛCİZESİ

Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç basa­maklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunu­yordu.
Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar; ortalıkta ne hamile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağ­layan, o kuru direkti!
Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte ashab-ı güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına gel­di. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabeler de gözyaşlarını tuta­ma­mışlar, hüngür hüngür ağla­mışlardı.
Evet, kuru direk Hz. Re­sû­lul­lah’tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan “zikrullah”tan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin edi­yor­du.
Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem, ashabına da dönerek, “Eğer ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Re­sû­lul­lah’­ın ayrılığından kıyamete kadar ağlaması böyle devam ede­cek­ti!”[5]buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gö­müldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescit yıktırılıp yeniden tamir edildi­ğinde, Übey b. Ka’b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.[6]
Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması, Hz. Re­sû­lul­lah’ın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gi­bi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve dava­sını halleriyle tasdik ediyorlardı!

Hasan-ı Basrî Ne Derdi?

Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tu­tamaz, gözyaşları arasında şöyle der­di:
“Ağaç, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!”[7]
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direkler­den daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak sünnet-i seniy­ye­sine ittiba etmekle mümkündür!

Bir Başka Rivayet

Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve “İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın meyvenden yemesi için seni cennete dikeyim” diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
“Beni cennete dik ki meyvelerimden Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi:
“Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti!”[8]

_____________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 239.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 142; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 210.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 240.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 143.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 134.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 252.
[7] Bediüzzaman Said, Nursî, a.g.e., s. 135.
[8] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 135.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget