Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi.
Mescid-i Nebevî’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sun­durma yapıldı. Buna “suffa” denildi. Burada kalan Müslümanlara da “Ashâb-ı Suffa” ismi verildi.
Mescid-i Şerif’in suffasında kalan bu sahabelerin, Medine’de ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya meşgale ve gailesinden âzade ve tam manasıyla fe­ra­gat­kâr bir hayata sahip idiler. Kur’an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va’z ve derslerini dinleyerek isti­fade ederlerdi. Ek­seriya oruçlu bulunurlardı.
Vakitlerini Resûl-i Kibriya’nın huzurunda geçiren bu mübarek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekrem’in medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim âşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muallimler, kendilerine Kur’an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur’an öğretmek ve Sünnet-i Re­sû­lul­lah’ı beyan et­mek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu itibarla “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.
Sayıları dört yüz, beş yüz kadar kadar olan, mütevazı, fakat feyizli bir ha­yata sahip bulunan bu güzide sahabeler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesaile­rini Kur’an ve Sünnet-i Re­sû­lul­lah’ı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde ga­zâlara da katılırlardı.
İçlerinden evlenenler, suffadan ayrılırlardı. Fakat yerlerine başkaları alı­nırdı.
Bu güzide sahabeler, ne ticaretle, ne bir san’atla meşgul olurlardı. Maişet­leri, Resûl-i Kibriya Efendimiz ve sahabe­lerin zen­ginleri tarafından temin edi­lirdi. Bu hususu, suffanın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri, kendisinin çok hadis rivayet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifade etmiştir: “Benim, fazla hadis rivayet edişim garip­senmesin! Çünkü muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki ticaretleriyle, ensar kardeş­lerimiz de tarlalardaki bahçelerdeki ziraatleriyle meş­gul bulundukları sırada, Ebû Hü­reyre, Peygamberin (a.s.m.) mübarek nasihatlerini hıfzediyordu.”[1]

Pey­gam­be­ri­mizin Ashâb-ı Suffa’ya Yakın Alâkası

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashâb-ı Suffa’nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de maişetiyle çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alâka­dar olurdu. Zaman zaman da onlara, “Eğer sizin için Allah katında neyin ha­zırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyadeleş­mesini isterdiniz!”[2]diyerek, bu meş­guliyetlerinin son derece mühim ve mü­ba­rek olduğunu ifade buyururlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, birinci derecede bu mübarek cemaatin ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saadetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci dere­ce­de meşgul olurdu!
Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeniyle un öğütmekten usandığından şi­ka­yet ederek bir hizmetçi istediğinde, Efendimiz, bu ciğerpâresine, “Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz, Ehl-i Suffa’nın maişetini yoluna koyamadım!” ce­vabını vermişti.[3]
Bir gün, Ashâb-ı Suffa’nın başlarında durmuş, hallerini ted­kikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş ve “Ey Ashâb-ı Suf­fa! Size müjdeler olsun ki her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bu­lunduğu durumdan râzı olarak bana mülâkî olursa, o, benim refiklerimden­dir!”[4]buyurarak kalplerini hoş et­miş­ti.
Resûl-i Kibriya Efendimize herhangi bir şey getirilince, “Sadaka mı, yoksa hediye mi?” diye sorardı.
Getirenler “Sadakadır” cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashâb-ı Suf­fa’ya ulaştırırdı. “Hediyedir” cevabını verirlerse, onu kabul eder ve Ashâb-ı Suf­­fa’ya da ondan his­se çıkarırdı. Çünkü Pey­gamber Efendimiz, sadaka kabul et­­mez, sadece hediye kabul ederdi.
Bir gün, adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, “Sadaka mıdır, he­diye midir? diye sordu.
Adam, “Sadakadır” diye cevap verince, Efendimiz onu doğruca Suffa Eh­li’ne gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabak­tan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, “Biz Mu­hammed ve Ev Halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz; bize sadaka helâl değil­dir!” buyurdu.[5]
Ayrıca “Verin o fakirlere; ki Allah yolunda kapanmışlardır (ilme, cihada vakf-ı nefs etmişlerdir), şurada burada dolaşmazlar. İstemekten çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder! Onları simalarından tanırsın; halkı bîzar etmezler. Hem, işe yarar her ne verirseniz; hiç şüphesiz, Allah onu bilir”[6]me­â­lindeki ayet-i kerimenin, Ashâb-ı Suffa hakkında nâzil olduğu da rivayet edilmiştir.[7]

Pey­gam­be­ri­mizin Va’z ve Hitabelerini Kaçırmamaları

Tam manasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sa­habeler, Resûl-i Kibriya Efendimizin hiç­bir nasihatini, hiçbir hitabesini kaçır­mazlardı. Daima ora­da hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve mev’ızaları hıf­zedip diğer sahabelere de naklederlerdi. Bu bakımdan, İslamî hükümlerin mu­hafaza ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır! Kur’an nurunun kısa zamanda âlemin her tarafına süratle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan, İslam tarihinde, Ehl-i Suffa müstesna bir yer işgal eder.

Ebû Hüreyre Anlatıyor

Bir ilim müessesesi olan suffanın, has bir talebesi Ebû Hü­reyre, kendileriyle il­gili bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Açlıktan yüzükoyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum.
“Bir gün, halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Re­sû­lul­lah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve ‘Yâ Ebâ Hü­rey­re!’ diye seslendi.
“‘Buyur, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Haydi, gel!’ buyurdu.
“Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kabta süt buldu.
“‘Bu süt nereden geldi?’ diye sordu.
“‘Falancalar hediye olarak getirdiler’ diye cevap verdiler.
“Sonra da, ‘Yâ Ebâ Hüreyre! Ehl-i Suffa’ya git, onları ba­na çağır’ diye em­ret­ti.
“Ehl-i Suffa, İslam’ın misafirleriydi. Ne aileleri, ne de mal mülkleri vardı. Re­sû­lul­lah’a bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır, hem de onlara gön­derir idi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, kat’iyyen kendisine bir pay ayırmazdı!
“Re­sû­lul­lah’ın Ehl-i Suffa’yı daveti beni üzdü! Ben, ‘Bu kabtaki sütü tek ba­şıma içer de bununla epeyce bir müddet idare ederim’ diye umuyordum! Ken­di kendime, ‘Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim’ de­dim. Bu durumda sütten bana hiç­bir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat Al­lah Resûlünün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu.
“Gidip, onları çağırdım. Geldiler, müsaade isteyip oturdular.
“Peygamber (a.s.m.), ‘Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikram et’ buyurdu.
“Süt kabını alıp dağıtmaya başladım. Her biri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu.
“Suffa Ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Re­sû­lul­lah’a verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve ‘Ebû Hüreyre!’ dedi.
“‘Buyur yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Süt içmeyen ikimiz kaldık!’ buyurdu.
“‘Evet, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Otur, sen de iç’ buyurdular. Oturup içtim.
“‘Biraz daha iç’ dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. ‘Daha, daha!’ di­yor­du. Nihayet, ‘Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki içecek yerim kal­ma­dı!’ dedim.
“‘O halde bardağı bana ver’ buyurdu. Verdim. Allah’a hamd ve senâ etti. Sonra ‘besmele’ çekerek geri kalanını da kendisi içti.”[8]

______________________________________________________

[1] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.
[2] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 941.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 25.
[4] M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 2, s. 941.
[5] Müslim, Sahih, c. 3, s. 117.
[6] Bakara, 273.
[7] M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 2, s. 940.
[8] Buharî, Sahih, c. 4, s. 89; Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 648-649.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Medine’ye hicret eden Pey­gam­be­ri­miz, hanımı Hz. Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeyneb ile nişanlısı Hz. Âişe’yi Mekke’de bırakmak zo­run­da kalmıştı.
Mescid-i Nebevî inşa edilip bitişiğine Hâne-i Saadet yapılınca, onları getir­mek üzere, Zeyd b. Hârise ile Ebû Râ­fi Hazretlerini Mek­ke’ye gönderdi.
Bu iki sahabe Mekke’ye giderek, adı zikredilenleri alıp Me­dine’ye getirdiler. Sadece, Hz. Zeyneb’i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade etmediğin­den getiremediler. Fakat bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etmiştir. Ko­cası da daha sonra Müslüman olmuştur.
Medine’ye gelenlerden Pey­gam­be­ri­mizin ev halkı kendi oda­larına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.[1]

Hz. Âişe’nin Düğünü

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’yle Mekke’de nikâhlanmıştı. Fa­kat düğün tehir edil­mişti.
Medine’ye gelinince Hicret’in 1. yılı Şevval ayında[2]dü­ğünleri yapıldı.[3]Pey­gamber Efendimiz o sırada elli beş yaşında idi.
Hz. Âişe’nin Resûl-i Ekrem yanında, diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.
Amr b. Âs, bir gün, “Yâ Re­sû­lal­lah! Halkın sana en sevgili olanı kimdir?” diye sormuştu. Resûl-i Ekrem, “Âişe!” diye cevap verdi.
“Ya erkeklerden, Yâ Re­sû­lal­lah?” diye sorusunu tekrarla­yınca da Efendi­miz, “Âişe’nin babası!”[4]diye buyurdular.
Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa za­manda Hz. Re­sû­lul­lah’tan birçok hadis ezberledi, birçok İslamî hüküm öğ­rendi. Bununla, ashab-ı güzin arasında mümtaz bir mevkiye yükseldi. Rivayet ettiği hadis sayısı 2 bin 210’dur. Birçok sahabe, Pey­gam­be­ri­mizin çeşitli mese­leler hakkındaki tatbikatını ve İslamî hükümleri ondan sorarak öğreniyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Dininizin yarısını bu hu­mey­ra kadından (Hz. Âişe) öğreniniz” buyurmasıyla, Hz. Âişe’nin ilmî ehliyetini tebârüz ettirmiştir.
Ebû Musa el-Eş’ârî’nin şu itirafı da, aynı noktaya parmak basmak­tadır:
“Biz Re­sû­lul­lah’ın ashabı, bir hadis-i şerifte (onu anlamakta) güçlük çekti­ğimiz zaman Âişe’den sorardık; zira, hadis ilminin ken­di­sinde mevcut oldu­ğunu görürdük.”[5]
Hz. Âişe validemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslam hu­ku­kuna büyük fay­da­lar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil et­miştir.
Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe’ye her haliyle benzemeye ça­lışmak olmalıdır!

____________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 62.
[2] Câhiliyye devrinde iki bayram arasında nikâh kıyma uğursuz sayılırdı. Resûl-i Ekrem Efendi­miz, Şevval ayında Hz. Âişe’yle evlenmekle, bu yersiz itikadı ortadan kaldırdı. Efendimizin bu ha­reketi üzerine aynı ayda başka nikâhlar da kıyıldı.
Şu da var ki Peygamber Efendimizin “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz” hadis­leri, halk ara­sın­da yanlış anlaşılmıştır. Bundan kasıt şudur: Bayram, Cuma gününe rast­gelirse, bayram na­mazı ile Cuma namazı arasında nikâh kıymak münasip olmaz. Çünkü bayram gününün te­lâ­şe­si pek fazladır. Nikâhı bu telâşelerle birlikte bayram na­ma­zı ile Cuma namazı arasındaki kısa zamana sıkıştırmak pek uygun olmaz. Ancak bu­nu yaptığı takdirde, şahıs herhangi bir haram da işle­miş sayılmaz.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8. s. 58.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 67.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 67.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 1. senesi / Milâdî 622)

Mekke’de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açık­tan davet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.
Ancak Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbesti­yet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifa ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı al­tında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzubahis değildi.
Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Fakat Müslümanları na­maz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı.[1]

Pey­gam­be­ri­mizin Ashapla İstişâresi

Resûl-i Ekrem bir gün, ashab-ı kiramı toplayarak, kendileriyle “nasıl bir da­vet şekli tespit etmeleri gerektiği” hususunu istişare etti. Sahabelerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi bo­ru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakı­lıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti.
Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.[2]
O sırada Hz. Ömer söz aldı ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, o anda Hz. Ömer’in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e, “Kalk yâ Bilâl, namaz için seslen!” diye em­retti.
Bunun üzerine Hz. Bilâl, bir müddet Medine sokakların­da, “Esselâ! Esselâ! [Buyurun namaza! Buyurun namaza!]” diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.[3]

Abdullah B. Zeyd’in Rüyası

Aradan fazla bir zaman geçmeden, ashaptan Abdullah b. Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi.
Hz. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!” buyurarak davetin bu şeklini tasvip etti.[4]
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’in emriyle, ezan şeklini Hz. Bilâl’e öğretti. Hz. Bi­lâl, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan ses­leriyle çınlatmaya baş­ladı:
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

Hz. Ömer’in de Aynı Rüyayı Görmesi

Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Durumu öğrenince, “Yâ Re­sû­lal­lah! Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki Abdullah’ın gördü­ğü­nün aynısını ben de görmüştüm!” dedi.
Pey­gam­be­ri­miz, iki kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah’a hamd et­ti.[5]
İslam’ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu davet şeklinin tespi­tinden de anlıyoruz! Ruhsuz, manasız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede; yeryüzünde “tevhid” ulvî hakikatini ilan eden, Resûl-i Ekrem’­in peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla iman esasları­nın tamamını halka duyuran mana ve kutsîyet dolu “ezan” şekli nerede?
“Hukuk-u Şahsîyye [Şahsî Hukuk]” ve “Hukuk-u Umu­mîyye [Umumî Hu­kuk]” adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer’î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı, şahıslarla ilgilidir, ferdîdir; diğer kısmı umuma, umumîyet itibarıyla ta­al­lûk eder. Onlar “Şeair-i İslamiyye” diye tâbir edilir.
Şeair-i İslamiyye’nin en büyüklerinden biri de, işte bu, Hicret’in 1. sene­sin­de meşru kılınan ve “şehâdetleri dinin te­meli” olan ezandır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Şeair-i İslamiyye” ile ilgili çok mühim izah ve de­ğer­len­dir­meleri vardır. Mektûbat isimli eserinin 29. Mektubunda, “Mesail-i Şe­riattan bir kısmına ‘taab­bü­dî’ denilir. Aklın muhakemesine bağlı değildir; em­rol­duğu için yapılır. İlleti emirdir. Bir kısmına ‘Mâkulü’l-Mana’ tâbir edilir. Ya­ni, bir hik­met ve bir maslahat var ki o hükmün teş­riine mürec­cih olmuş; fa­kat se­bep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve neh­y-i İlâhî’dir. Şeairin taab­bü­dî kıs­mı, hikmet ve maslahat onu tağ­yir edemez; taabbüdîlik ci­heti tereccüh edi­yor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de, ‘Şeairin fai­de­si, yalnız malum me­salihtir’ denilmez ve öyle bilmek hatadır. Bel­ki, o masla­hatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir” dedik­ten sonra İslam’ın mühim bir şeairi olan ezanla ilgili olarak da şun­ları söyler:
“Mesela, biri dese: ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde, bir tüfek atmak kâfidir!’ Hâlbuki, o divâne bil­mez ki binler maslahat-ı eza­niyye içinde o bir maslahattır. Tüfek se­si, o maslahatı verse, acaba nev-i be­şer nâmına yahut o şehir aha­lisi nâmına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin ne­tice-i hilkatı olan ilan-ı tevhid ve Rubu­biyyet-i İlâhîye’ye karşı iz­har-ı ubu­diy­yete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”[6]

_______________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 154; Buharî, Sahih, c. 1, s. 114.
[2] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 3; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 1, s. 134.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 114.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 43.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ebû Dâvud, Sünen, c. 1, s. 117.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 371.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget