Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Mekkeli müşrikler her şeye rağmen, Pey­gam­be­ri­mizin ve Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine’deki Yahudi ve münafıklar ile el altından gizli gizli işbirliklerini sürdürerek İslam nurunu söndürmeye, Resûl-i Kib­riya’nın vücudunu ortadan kaldırmaya mâtuf faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.
Medine’yi teşkilâtlandıran Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunlara karşı tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve desiseye başvururken elbette tedbir­siz kalınmazdı.
Peygamber Efendimiz, her şeyden önce iktisadî harp usûlünü tatbik etmek istiyordu. Bu maksatla da Ku­reyş’in Su­riye’ye giden ticaret yolunu kontrol al­tında tutmayı uygun buldu.
Düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle sulh anlaş­maları yapmaktı. Böylece, onları Mekkeli müşriklerin sinsi emellerine âlet ol­maktan kurtarmış ve Ku­reyş’i tek başına bırakmış olurdu.
Bu maksat ve gayeler ile henüz Hicret’in ilk yılında etrafa seriyyeler[1]gön­dermeye başladı. Bu seriyyeler, herhangi bir ye­re hücum etmek ve kan akıt­mak maksadıyla yola çıkarıl­mıyordu. Nitekim görüleceği gibi, ilk seriy­ye­ler (biri istisna edilirse) bir damla kan dökmemişler ve hiç­bir kabileyi yağmala­ma­mışlardır.
Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı vasfı, Ku­reyşli müşrikleri iktisadî baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtar idi; “Eğer siz şiddet siyase­tinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan olan ticaret yolunuz elimizdedir. Aklınızı başınıza alın!” demekti.
Bu seriyyelerin gördüğü bir başka mühim vazife, Medi­ne’­nin etrafını kont­rol etmekti; herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar için­de bulunduğunu araştırıp haber almaktı.

İlk Seriyye

Medine’ye hicretlerinden yedi ay sonra Ramazan ayında Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcası Hz. Hamza’yı, Mekkeli muhacirlerden otuz kişilik bir sü­vari grubunun başında, Ku­reyş müşriklerinden üç yüz kişilik bir birliğin mu­hafazasında Şam’dan Mekke’ye gitmekte olan ticaret kervanını gö­zetlemek için gönderdi.[2]
Süvari birliğinin içinde ensardan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sa­dece Medine içinde korumak üzere Peygamber Efen­dimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki Resûl-i Ekrem, Bedir Muharebesi’ne kadar ensardan hiç kimseyi as­kerî seferlere göndermemiştir.[3]
Medine’den yola çıkan Hz. Hamza, İys nahiyelerinden biri olan Seyfü’l-Bahre’de, içinde Ebû Cehil’in de bulunduğu Ku­reyş kervanıyla karşılaştı. Ta­raf­lar çarpışmaya hazırlanırken, iki tarafın da dostu ve müttefiki bulunan Cü­henîlerin reisi Mecdî b. Amr, aralarına girip çarpışmalarına mani oldu.
Ku­reyş, kervanıyla Mekke’ye doğru yol alırken, Hz. Hamza da beraberin­deki Müslümanlarla Medine’ye geri döndü.[4]
Peygamber Efendimiz, çarpışma çıkmamış olmasından mem­nunluk duydu.

Ubeyde b. Hâris Seriyyesi

Hz. Hamza’nın Medine’ye dönüşünden sonra, Pey­gam­be­ri­miz, Şevval ayında Ubeyde b. Hâris’i Nabiğ vadisine gönderdi. Maiyetin­de, muhacirlerden altmış süvari vardı.[5]
Nabiğ vadisine giden Hz. Ubeyde, orada Ku­reyş müşriklerinden iki yüz ki­şiyle karşılaştı. Birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların sa­fından ilk ok Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri tarafından atıldı. Allah yolun­da atı­lan ilk ok, bu oldu.[6]Bunun dışında herhangi bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerine uzaklaştı.[7]
Bu arada Müslüman olmuş, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar ara­sına katılamayan Mikdâd b. Amr ile Utbe b. Gazvan da, bu durumu fırsat bile­rek müşrikler ara­sından ayrılarak mücahitlere katıldılar.[8]

EBVA GAZÂSI

Hicretin 1. senesininin son ayı...
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ilk defa, muhacirlerden altmış kişilik bir kuvvetle, yerine Sa’d b. Übade’yi vekil bırakarak Medine’den yola çık­tı.[9]
Efendimizin bu gazâya[10]çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden Ku­reyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara gözdağı vermek, aynı zamanda Demre b. Bekiroğullarıyla anlaşma yapmak isteğiydi.[11]
Resûl-i Ekrem’in beyaz sancağını Hz. Hamza taşıyordu.
Peygamber Efendimiz bu gazâda müşriklerle karşılaşmadı. Ancak yola çıkı­şının ikinci maksadı olan Demre b. Bekiroğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi.
Benî Demre reisiyle yapılan yazılı anlaşmaya göre:
a) Ne Pey­gam­be­ri­miz onlarla, ne de onlar Pey­gam­be­ri­mizle her­han­gi bir çar­pışmaya girmeyeceklerdi.
b) Birisi diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım et­me­yecekti.
c) İslam’a karşı çıkmadıkları müddetçe Re­sû­lul­lah’tan yardım görecekler, Pey­gam­be­ri­miz de onları düşmanına karşı yardıma davet ettiğinde icabet ede­ceklerdi.[12]
Peygamber Efendimiz on beş gece sonra Medine’ye döndü.[13]
Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları ol­muştur. Bilhassa Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerindeki kabilelerle yapılmış olması, Ku­reyş’i iktisaden çökertme plânının bir tatbikatı idi.
Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, Müslümanlara mua­raza vaziyeti al­mamış başka kabilelerle düşmana karşı muvakkaten de olsa bazı anlaşmalara girmiştir.

_________________________________________________________

[1] “Seriyye”, Peygamberimizin bizzat bulunmayıp, sahabelerden herhangi birisinin ku­mandası al­tında gönderdiği askerî birliklere denilir. En azı beş kişilik, en çoğu da 300-400 kişilik olur.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 245; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 6.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 6.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 6
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 7.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 7.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 241-242; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 7.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, 242.
[9] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 8.
[10] Peygamber Efendimizin bizzat bulundukları askerî harekatlara gazve (gazâ) denir.
[11] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 8.
[12] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 274-275, c. 2, s. 8.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 8.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de harp ve cihada izinli değildi. Allah’tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini iman esaslarını kalp, ruh ve akıllarda tespite hasretmişti. Va’z ve nasihatle, ikaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke’de ilk zamanlarda nâzil olan ayetlerde bu hu­sus açıkça görülür.
Zaten İslam hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış daire­sinde münâsebettir. Harp ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaat olunur.[1]Cenab-ı Hakk’ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar ara­sında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların şubelere, kabilelere ayrıl­ması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak men­faatlere binaendi.[2]
Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere rağmen Mekke’de harp ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni tavsiye edil­diği gibi, Medine’ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olun­ma­dı.
Gerçi İslam, Medine’de günden güne kuvvet kazanıyor ve süratle inkişaf kaydediyor, Kur’an güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu; ama yine de Resûl-i Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir em­niyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler, gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendi­miz­le bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı tek­zib ediyordu.
Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arz ediyorlardı.
Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç ka­bilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl için süslü bir taç hazırlan­mış­tı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret vuku bul­muştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman ol­muşlardı. Haliyle taç ve hil’at gi­bi şeyler unutulmuştu.
Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zâhiren Müslüman ol­muştu. Ama reis­lik­ten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Resûl-i Ekrem Efendimizin tebliga­tına, va’z ve nasihatlerine müdahale etme cür’etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokmak için meydana getirdikleri hadiselerden yeri geldikçe bahsedi­lecektir.
Ayrıca Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudilerini, hatta Me­dine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke’de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine’de söndürmek için harekete hazır­lanıyorlardı.
Hâricî ve dâhilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh daire­sinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Ku­reyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensarın ileri gelenlerinden biri olan Sa’d b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
“Allahım! Bilirsin ki Senin uğrunda şu Ku­reyş kavmiyle mücâhede etmek­ten daha sevimli bir şey yoktur! O Ku­reyş ki Resûlünün peygamberliğini ya­lanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allahım! Öyle tahmin ediyorum ki bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edecek­sin!”[3]
Görüldüğü gibi, Medine’de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle sa­vaşa izin verildi. Konuyla ilgili nâzil olan ayette şöyle buyruldu:
“Kendileriyle mukatele edilenlere (yani düşmanların hücumuna uğrayan mü’min), uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüp­hesiz ki Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kâdirdir. Onlar (o mü’minlerdir ki) haksız yere ve ancak ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurt­larından çıkarılmışlardır.”[4]
Ayet-i kerimenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihat izni kayıtlıdır ve sadece “tecavüze maruz kaldıklarından ve zülme uğradıklarından” dolayı ve­rilmiştir. Yani, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde bulunmaya­caklar­. Şayet zulme maruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu ayetle, ay­nı zamanda İslam muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu ayetler, Müslümanlara, “saldıran düşmana karşı ken­dilerini koruma ve müdafaa etme” meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nâzil olacak ayet­lerle bilâhare cihat Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.[5]

______________________________________________________

[1] Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 130.
[2] Hucûrat, 13.
[3] Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 134.
[4] Hacc, 39-40.
[5] bkz. Bakara, 190-191; Tahrim, 9; Tevbe, 5-29; Enfâl, 39.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesaisini tamamıyla iman esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu imanî hizmet sâyesinde birçok kimse İs­lam’ın saadetli sînesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmıştı ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslam düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müs­lü­manların tek silahı vardı, o da “sabır”dı.
Fakat hicretle yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müs­lümanlar, imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabiliyorlardı.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş —da­ha önce bahsedildiği gibi— muhacirlerle ensarı kar­deş yapmış olmasıydı. Efen­dimiz, bununla, Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş olu­yor­du. İslam’ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik mües­sese­si, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.
Ancak bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medine’de yal­nız Müslü­manlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hı­ristiyanlar da vardı ve haliyle mütecanis olmayan bir manzara arz edi­yor­lardı. Bu­na bir de Arap kabileleri arası tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmaları, Ya­hudilerle Araplar ara­sın­daki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz!
Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı. O da, Mek­keli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu idi. Arala­rında devam eden soğuk harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.
İşte, Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hal çaresi bekliyordu.
Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilâtlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî birta­kım esesların tespitine lüzum vardı.
Henüz Hicret’in 1. yılı bitmiş değildi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes b. Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimaî prensiplerin tedvin edilmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler tedvin edil­di ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca im­zalandı.
Bu maddeler, Hz. Re­sû­lul­lah’ın başkanlığında teşekkül eden ilk İslam dev­letinin anayasasıydı. Hatta “bu vesika, sadece ilk İslam devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı teşkil etmekteydi.”
Tedvin edilen bu anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.

Şehir Devletinin Anayasası

Elli iki maddeden ibaret olan İslam şehir devletinin ilk yazılı anayasasının birinci ve ikinci maddelerinde şöyle deniliyordu:
“1. Bu kitap (yazı), Re­sû­lul­lah Muhammed (a.s.m.) tarafından Ku­reyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara son­radan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihat edenler için (olmak üzere) tan­zim edilmiştir.
2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.”[1]
Bu anayasaya göre, Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletler­den ayrı bir “millet” teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımak­tay­dı.
Hz. Re­sû­lul­lah, ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mek­kelilerin Şam ticaret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle derhal dost­luk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.
Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile münâsebet halinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan devletin anaya­sasında onlara da haklar tanındı.
Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyor­lardı: “Muhammed’in (a.s.m.) büyük basîret ve siyasî inceliği, Yahudilere bah­şettiği fermanda görülür. Bu fer­manda diğer hususlar arasında onların da biz­zat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrib’deki iki kabile­nin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin ahkâmına göre cezalandırıla­cağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) ye­ni devleti müdafaaya çağrılacağı, gelecekte zuhur edecek anlaşmazlıklar hak­kında Re­sû­lul­lah tarafından karar verileceği yazılıydı.”[2]
Ayrıca bu anayasa metninde harple ilgili madde de ilgili çekicidir. Vuku bu­lacak herhangi bir harpte, harp mas­raflarını kendilerini karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin müdafaasına katılacaklardı.
Anayasanın on altıncı maddesine göre, “tâbi olmaları” şartıyla Müslüman­la­rın yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tespit ediliyordu. Aynı za­man­da, dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce (Müs­lü­man ve Yahudiler) şehri müdafaa edecekler, bu hususta birbirlerinin yardı­mı­na koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş ol­sun.
Bu maddeler ışığında, Müslümanların ehl-i kitaptan olan Yahudilerle ittifa­kını görmekteyiz. Burada, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, ehl-i kitap arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte “tek câmiâ” teşkil ettiklerinden söz edilmiştir.
Peygamber Efendimiz, Medine’de tesis ettiği devleti düşmanlardan koru­mak için, buranın yerlileri olan gayrimüslim ehl-i kitapla siyasî ittifak ve ant­laş­malar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını temine ça­lışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan “tevhid” inancı üzere bir­leş­tir­mek ve şirk ehline karşı “inananlar paktı”nı kurmak istemiştir. Nitekim bu ga­ye­yi Medine içindeki ehl-i kitap için güttüğü gibi, ehl-i kitap olan dış devletler için de takip etmeye çalışmıştır. Bizans İmparatoru Heraklius ve di­ğer Hı­ris­tiyan prenslerine gönderdikleri davet mektubunda şu ayet-i keri­meyle onlara hitap etmiştir:
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)! Bizim­le sizin arasında mü­sâvî bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimize Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, o halde deyin ki: ‘Şahit olun; biz, gerçek Müslümanlarız!’”[3]
Bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yazılı anayasayla himâ­ye ve yardıma maz­har olan Kitap Ehli ne yazık ki antlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuş ve lehlerin­deki şartların ortadan kalkmasına böylece yol açmışlardır. Antlaş­mada “site devleti içinde bu­lunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacak­ları” şartı, “birbirlerinin düşmanla­rıyla anlaşmaya varmayacakları” maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine’nin müşriklerin taarruzlarına hedef ol­duğu çok nâzik bir sırada baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Ta­bii ki bu, doğrudan doğruya onları Müslümanların himâyesinden mahrum bı­rakıyordu.
Görüldüğü gibi, bu anayasa, kurulan yeni bir devletin birçok müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler çizmekteydi: “Bu anayasayla İslam, hayatının yeni bir safhasına başladı. Maddî ve cismanî ile mânevîyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Mânevîyatı, hatta ahlâkı tanımayan bir siyaset, bizi maddeciliğe ve vahşî hayvanların hayatla­rından daha aşağı bir hayata götürür. Yaşadığımız dünyanın hadiselerinden ayrı bir mânevîyat ise bizi melek mertebesinin üze­rine çıkarabilir. Fakat bu, ancak son derece mahdut bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekse­riyeti, böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Mu­hammed (a.s.m.), bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki ta­rafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve manayı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin, herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini mânevî hayata daha fazla verebilme ter­cihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamberin sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaati, Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu.”[4]

____________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 147. Diğer maddeler için bkz.: İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147-150.
[2] Prof. Harun Han Şirvanî, İslam’da Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.; s. 18.
[3] Al-i İmrân, 64.
[4] Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 148.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget