Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)

Bu tarihte, ashaptan Hâtıb b. Ebî Beltaa, Peygamber Efendimiz­den aldığı Mukavkıs’a hitaben yazılmış İslam’a davet mektubuyla Mı­sır’a doğru yola çıktı. Gece gündüz yoluna de­vam eden Hz. Ha­tıb, o sırada İskenderiye’de bu­lu­nan Mukav­kıs’a Resûl-i Ekrem Efen­dimizin mübarek mek­tubunu sundu. Hü­kümdarın okuttuğu mek­tupta Resûl-i Ekrem Efendimiz ona hitaben şunları ya­zı­yordu:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin Bü­yüğü Mukavkıs’a!
“Hidayet yoluna uyanlara selam olsun!
“Bu dua ve temenniden sonra ben, seni İslam’a davet ediyorum. Müslüman ol ki selamete eresin. Müslüman ol ki Allah ecrini, mükâfatını iki kat versin. Eğer bu davetim­den yüz çevirirsen, Kıb­tî­le­rin günahı senin boynuna olsun!
“‘De ki: Ey ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî ve müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevi­rirlerse, siz de onlara, ‘Şahit olun; biz, muhakkak, Müs­lümanlarız’ deyiniz.” (Âl-i İmrân, 64)[1]
Mektup okunup bitince, Mukavkıs, “Hayırlı olsun!” dedi ve elçi Hz. Hatıb’a izzet-ü ikramda bulundu; sonra da, Ser­ver-i Kâinat Efen­dimizin mübarek mek­tubunu fil dişinden bir kutu içine koyup kutuyu mühürledi.[2]

Mukavkıs’ın İkrarı

Bir gece vakti Mukavkıs, Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı huzuruna çağırttı. Yanla­rında sadece tercüman bulunuyordu. Uzun uzadıya konuştuktan sonra, Mukavkıs, sonunda, Mü­s­lüman olmadığı halde, Peygamber Efendimizin risâ­letini ikrar edip şöyle konuştu:
“Ben, bir peygamberin daha geleceğini biliyordum; lâkin Şam’­dan çıkaca­ğını tahmin ediyordum. Çünkü daha evvelki peygamberlerin çoğu oradan zu­hur etmişlerdi. Gerçi, son peygamberin Arabistan’da, sertlik, darlık yoksulluk ülkesinde çı­kacağını da ki­taplarda görmüştüm!
“Allah’ın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çık­ma zamanı da tam bu zamandır.
“Fakat ona uymak hususunda, Kıbtîler beni dinlemezler! Ben, sal­tanatım­dan ayrılmaya da kıyamayacağım!
“O peygamber, memleketlere hâkim olacak, kendisinden sonra da sahabe­leri bu meydanlarımıza kadar gelip yer­leşeceklerdir; sonunda şuradakilere ga­lip geleceklerdir.”[3]
Bu konuşmasıyla Pey­gam­be­ri­mizin risâletini ikrar eden Mu­kavkıs, ne yazık ki “saltanatı elinden gider” endişesiyle ne hal­kına olup bitenlerden bahsetti ve ne de Müslüman oldu;[4]saltanat, hükümdarlık sevgisi, onu iman saadetin­den mahrum bıraktı!

Mukavkıs’ın, Pey­gam­be­ri­mize Mektup ve Hediyeleri

Dünya saltanatının sevgi ve muhabbeti gönlünde ağır basıp iman etmeye yanaşmayan Mukavkıs, bununla beraber Peygamber Efendimize bir mektup ile bazı kıymetli hediyeler ve iki de cariye gön­derdi.[5]
Bütün bunlardan sonra Hz. Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı İskenderiye’den uğurla­yan Mukavkıs, ona, “Sakın, Kıbtîler, senin ağzından tek bir kelime bile işitme­sinler!” dedi.[6]
Mukavkıs’ın Resûl-i Ekrem Efendimize gönderdiği iki cariye, Mâ­riye ile kız kardeşi Sîrîn idi. Hâtıb b. Ebî Beltaa Hazretleri, onlara yolda İslamiyeti anlattı ve Müslüman olmalarını teklif edince, Müslüman oldular.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Mâriye’yi kendisine nikâhlayıp zev­celiğe aldı; Sîrin’i ise, şâiri Hassan b. Sâbit’e (r.a.) verdi.[7]
Mukavkıs’tan gelen diğer hediyeler ise şunlardı:
* Ak tüylü bir katırla bir merkep,
* Bin miskal altın,
* Yirmi kat Mısır işi ince elbise,
* Billûr bir bardak,
* Kokulu bal, misk gibi güzel kokular v.s...[8]
Hediye gelen katıra “Düldül”, merkebe ise “Ufeyr” adı takıldı.

Hâtıb b. Ebî Beltaa, Medine’de

Mukavkıs’ın ülkesinde beş gün kadar kaldıktan sonra oradan ayrılan Hâtıb b. Ebî Beltaa, Medine’ye gelip Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarak, olup biten­leri anlattı ve Mukavkıs’ın mektubu ile gönderdiği hediyeleri takdim etti.
Mukavkıs, cevabî mektubunda şöyle diyordu:
“Muhammed b. Abdullah’a, Kıbtîlerin Büyüğü Mukav­kıs’­­tan!
“Selam olsun sana!
“Bundan sonra derim ki:
“Mektubunu aldım, okudum. Mektubunda zikrettiğin ve beni davet ettiğin şeyleri anladım.
“Gelecek bir peygamber daha kaldığını biliyordum; ancak onun Şam’dan zuhur edeceğini tahmin ediyordum!
“Elçini ağırladım. Sana Kıbtîlerin yanında mevkileri yük­sek iki cariye ile el­biseler gönderdim; binmen için de sana bir katır hediye ettim.
“Selam olsun sana!”[9]
Mektup okunup bitince, Peygamber Efendimiz, “Bedbaht adam! Saltanatına kı­yamadı; fakat üzerinde titrediği saltanatı, kendisine kalmayacaktır!”[10]bu­yurdu.

Pey­gam­be­ri­mizin, Mukavkıs’a Gönderdiğin Mektubun Aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mukavkıs’a gönderdiği mübarek mek­tupları, ha­len İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Ema­net­ler Bölümü’nde muha­faza edilmektedir.
Mektup, Hicret’in 1267 senesinde Mısır’ın Ahmim beldesinde bulunan eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında olduğu anlaşılmış, bunun üzerine Sul­tan Abdül­me­cid Han tarafından satın alınarak İstanbul’a getirtilmişti.
Bu mübarek mektup, 16x19 cm ebadında, kahverengi bir deri üzerine siyah mürekkeple yazılmıştır ve on iki satırdan ibarettir.
Mektubun altında Resûl-i Ekrem Efendimizin mührü bulunmaktadır.
Mektupta yer yer güve yenikleri ve delikleri de vardır.[11]

_____________________________________________________________________
[1]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 295-296.
[2]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 266.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266. Halebî, a.g.e., c. 3, s. 296-297.
[5]İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[6]İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 212-213.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 485; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 297.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 72; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 3, s. 266.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 261; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 266.
[11]Tahsin Öz, Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanet-i Mübareke, s. 29-30.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)

Hükümdarları İslam’a davet kararı alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashap­tan Abdullah b. Huzafe’yi de İran Kisrâsı Per­viz b. Hürmüz’e elçi olarak gön­derdi.
İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah b. Hu­zafe, Pey­gam­be­ri­mizin İslam’a davet mektubunu bizzat Kis­râ Per­viz’in eline teslim etti. Kisrâ, mek­tubu kâtibine okut­tu:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Allah Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!”
Bu hitap, Kisrâ’yı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunması­na müsaade etmeden ve muhtevasını öğrenmeden, “Şuna bak! Be­nim kulum, kölem olan kişi, (hâşâ) kalkıyor da bana mektup yazıyor!” diyerek Hz. Re­­sû­lul­lah’ın mübarek mektubunu alıp ortadan küstahça yırt­tı;[1]sonra da had­dini aşarak, elçi Abdullah b. Hu­za­fe’­ye, “Mülk ve saltanat bana mahsustur! Be­nim bu husus­ta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından asla endişem ve korkum yoktur! Firavun, İsrailoğullarına hâkim olmuş­tu! Siz, on­lardan daha güçlü değilsiniz! Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel ola­cak ne var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!” diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı.[2]

Abdullah b. Huzafe’nin Medine’ye Dönüşü

Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamber Efendimizin İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çı­kartılmaz hemen bineğine atlayarak Me­dine’nin yolunu tuttu.
O sırada Kisrâ’nın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.
Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, sen de onu ve onun mülkünü parçala!” diye Kis­râ’­ya beddua etti.[3]
Bu bedduanın tesiriyledir ki Kisrâ Perviz’in oğlu Şî­re­veyh, hançerle onu par­çaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Haz­ret­leri ise, İran saltanatını paramparça etti. Sasanîye dev­le­tinin hiçbir yerde şevketi kalmadı.[4]

Pey­gam­be­ri­mizin Gönderdiği Mektup

Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Per­viz’e gönderdiği İslam’a davet mektubunun tam metni şöy­leydi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!
“Doğru yola gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Al­lah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Mu­hammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şe­hâ­det edenlere selam olsun!
“Ben, seni Allah’ın dinine [İslam’a] davet ediyorum; çün­kü ben, bütün in­san­lara ‘hayatı olan kişilere (gelecek teh­likeleri) haber ver­mek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ (Yâsin, 70) peygamber ola­rak gönderildim.
“Müslüman ol ki selamete eresin! Eğer davetimden yüz çevirirsen, Mecusi kavminin günahı senin boynuna olsun!”[5]

Kisrânın, Yemen Vâlisine Emri

Kisrâ, Efendimizin mübarek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını din­di­rememişti; Yemen Vâlisi Bâzân’a, “Duyduğuma göre, Ku­reyş’ten biri or­taya çıkmış, peygam­ber­lik dava ediyormuş! Sen, güçlü kuvvetli adamlarından iki­si­ni gönder; onu bağlayıp getirsinler!” diye haber gönderdi.[6]
Bâzân, emri yerine getirmede gecikmedi: Peygamber Efendimize iki kişi gön­derdi; ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâ’­ya teslim olmasını emreden bir mektup verdi!
Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Baba­veyh, Efendimize hitaben, “Kisrâ, Vâli Bâzân’a yazı yazıp, seni kendisine ge­tirmek üzere sana adam gönderme­sini emretti. Bâzân da beni sana gönderdi. Eğer benimle gelirsen, Yemen Vâlisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır; eğer benimle birlikte gel­mekten çekinirsen, Kisrâ seni de, senin kavmini de yok eder, mem­le­ketini de yıkar!” dedikten sonra, Bâzân’ın mektubu­nu verdi.[7]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhte­vasını öğrendikten sonra gülümsedi; son­ra da onları İslamiyete davet etti.
Elçiler, Efendimizin huzurunda mânevî heybetinden dolayı tir tir titriyor­lardı; fakat bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz sadece, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veri­rim” deyip onları huzurundan çıkardı.[8]
Ertesi gün Resûl-i Kibriya Efendimiz, vahiyle gelen şu ha­beri onlara iletti:
“Yüce Allah, Kisrâ’ya, oğlu Şîreveyh’i musallat kıldı; Şî­re­veyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdü!”[9]
Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.
Peygamber Efendimiz, ayrıca onlara hitaben, “Bâzân’a deyiniz ki: ‘Benim di­nim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ula­­şacaktır!’ Yine ona deyiniz ki: ‘Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare et­mekte olduğun yerleri sana vereceğim; seni, Eb­na­lar’­dan (Güney Arabis­tan’da yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım!’”[10]diye buyurdu.
Bunun üzerine, Bâzân’ın adamları Yemen’e döndüler; olup bitenleri anlatıp, Pey­gam­be­ri­mizden görüp duyduklarını naklettiler.
Vâli Bâzân, “Vallahi, bu, hükümdar sözü değildir; öyle sa­nıyorum ki bu zât, dediği gibi, bir peygamberdir!”[11]de­mekten kendini alamadı; sonra da, gönder­diği adamları­na, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiçbir şeyden korkmayan ve muhâfızsız bulunan bir hükümdar görmedik! Mütevazı ve yaya olarak halk arasında yü­rüyordu!” cevabını verdiler.
Bâzân, bir müddet beklemeyi uygun buldu; “Kisrâ hakkında söylemiş ol­duğu sözün neticesini bekleyelim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygam­berdir; şayet dediği doğru çık­mazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi.[12]
Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki Kisrâ’nın oğlu Şîre­veyh’ten, Bâzân’a şu mektup geldi:
“Ben, Kisrâ’yı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrâ’nın sana yazı yaz­mış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme!”[13]
Hesap ettiler: Gördüler ki Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efen­dimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyor![14]
Bâzân’ın gönül âlemi, bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı! “Mu­hammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir pey­gamberdir” diyerek Müslüman oldu.[15]
Onu, Yemen’de oturan Ebnalar’ın Müslüman olması takip etti.[16]
Bâzân, daha sonra da, Müslüman olduklarını, Resûl-i Ekrem Efendimize ha­ber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a Vâlisi tayin etti. Bu, Pey­gam­be­ri­mizin tayin ettiği ilk vâli idi ve İran vâlilerinden imana gelen ilk zâttı.[17]

Pey­gam­be­ri­mizin Kisrâya Gönderdiği Mektubun Aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dün­ya Harbi’nin so­nunda Henri Pharaon’un babası, Şam’­da yüz elli altına satın almış ve mahiye­ti­ni bilemediğinden ve­ya açığa vurmak istemediğinden olacak ki gizli tut­muş­tur.
Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre, bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır; ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeveyle muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.
Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir; sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır.
Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir.
Mektubun ebadı, ince uzundur; fakat üst kısmı alt kısmından geniştir.
Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cmile 21,5 cmarasında değişmektedir.
Çizilen satırların altında daireyi andıran bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.
Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yer­lerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafiflet­miş ve mührün ortasına doğru bulunan (RESÛL) kelimesindeki (R) harfi hâriç, mühürdeki yazıyı silmiştir.
Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yır­tık izi tersine bir (L) harfi manzarası arz etmektedir.
Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden fark edi­le­bi­len ve daha sonraki devre âit deriden yapılma ince bir iplikle di­kil­miştir.
Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uy­mak­tadır.[18]

___________________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Hale­bî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2]Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4]Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihti­rasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadele­riyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaide­si­ni ortaya koymuş­tur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teş­ki­lâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından tem­sil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın se­çilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yük­lenip yürütmeye müsait de­ğildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şe­hâ­det, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir mil­let­lerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâl­de, devlet başkanlığına seçilebilmesi husu­sunda kadın için herhangi bir hak kabul edil­memiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5]İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6]Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17]A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18]Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı)

Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Dıhye b. Halife el-Kel­bî’yi Rum Kay­seri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üze­re, aşağıdaki mek­tubu vererek gön­derdi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Re­sû­lul­lah yoluna tâbi olanlara selam olsun! Hidayet yoluna tâbi olanlara selam olsun!
“Bundan sonra (Ey Rûm milletinin büyüğü)! Seni, İslam’a davet ediyorum! Müslüman ol ki selamette bulunasın. Müslüman ol ki Allah, senin ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün te­baanın günahı senin boynunadır.
“Ve siz, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelime­ye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşma­yalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edin­meyelim. Eğer Kitap Ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin: ‘Şahit olun, biz gerçek Müs­lümanlarız.’” (Âl-i İmrân, 64)[1]
Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Re­sû­lul­lah’­ın mübarek mektu­bu­nu kısa zamanda ulaştırdı.
Mektup okunurken, hükümdarın alnında terler boncuk boncuktu. “Süley­man Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bis­milla­hir­rah­mâ­nir­rahîm!’ diye başla­yan bir mektup gör­müş değilim!” dedikten sonra mektubu öpüp başına koy­du. O anda hiçbir şey izhar etmedi; araştırıp soruştur­ma­yı uygun buldu.

Ebû Süfyan ile Heraklius Karşı Karşıya

Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygam­ber oldu­ğu­nu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mu­dur?” diye sordu.
O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan, Ku­reyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler. Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle an­latmıştır:
“Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâ­ta ne­seben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.
“‘Neseben en yakınları benim!’ dedim.
“Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...
“‘Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’
“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından kork­masaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydurur­dum!”
Sonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:
“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”
“İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”
“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”
“Hayır!”
“Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla ittiham ettiniz mi?”
“Hayır!”
“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”
“Daha çok halkın zayıf ve fakirleri tâbi oluyor!”
“Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”
“Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”
“Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”
“Hayır, yoktur!”
“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâkî midir?”
“Hayır, vâkî değildir. Ancak biz şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yol­daki ahdini bozmasından korkuyoruz!”
(Ebû Süfyan der ki:
“Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)
“Onunla hiç harp ettiniz mi?”
“Evet, ettik.”
“Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”
“Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”
“Sizden, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunmuş bir kimse var mı­dır?”
“Hayır, yoktur!”
“O, size neler emrediyor?”
“Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı em­rediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Na­maz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”
Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöy­le dedi:
“Nesebini sordum; içinizden yüksek neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Pey­gamberler de, zaten böyle, kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönde­rilirler.
“Ben, babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sor­dum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer, babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim.
“Ben, peygamberlik iddiasında, ondan önce içinizde bu­lunanın olup olma­dığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’ diye düşünürdüm.
“Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır.
“Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.
“Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.
“Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.
“Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş ne­ticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğ­ratılırlar; ama sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.
“Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde dur­ma­mazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur: Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.
“Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya iba­det etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve or­tak koşmamayı size emrettiğini v.s. de­din.
“Bütün bu anlattıkların, peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz, o bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmez­dim!”[2]
Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça, “Eğer, onun yanına va­rabileceğimi bilebilsem, kendisiyle buluşmak için her türlü zahmete katla­nırdım; yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım! Yemin ederek söylüyorum ki onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır”[3]diye konuştu.
Bu sözlere muhatab olan Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı fırla­yıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Keb­şe’­nin[4]işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu mu­hakkak ki Be­nî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!”[5]dedi.

Heraklius’un İmanı

Rum Hükümdarı Heraklius, artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Mu­hammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatine varmıştı. Kavmine, “Geliniz, ona tâbi olalım, dünya ve ahirette selamete erelim!” dedi. Ancak Heraklius’un bu daveti netice vermedi; hatta Rumların hiddetine sebep oldu.
Bunun üzerine Heraklius, iman ettiği halde dünya saltanatı için imanını gizli tutmak yolunu tercih etti.

Hz. Dıhye’nin, Dağâtır’a Gitmesi

Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisi Dıhye’ye (r.a.), Hı­ris­tiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Üs­kuf Dağâtır’a gitmesini tav­siye etti; ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.
Dıhye (r.a.), mektubu alıp Heraklius’un yanından ayrıldı.
Zaten, Peygamber Efendimiz de Dağâtır’a bir mektup yazıp Hz. Dıhye’ye vermişti. Bu mektubunda Üskuf Da­ğâ­tır’­a şöyle hitap ediyordu:
“İman edenlere selam olsun!
“Hiç şüphesiz, Meryemoğlu İsa, Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği ruhu ve kelimesidir.
“Ben, Allah’a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İs­hak’a, Yakub ve Esbat’a indirilenlere, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım. Biz, onlardan hiç­birini di­ğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz, Al­lah’a itaat eden Müslümanlarız!
“Hidayete tâbi olanlara selam olsun!”[6]
Hz. Dıhye, Dağâtır’ın yanına vardı ve kendisini İslami­ye­te davet etti.
Büyük Hıristiyan âlimi Dağâtır, “Vallahi, senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz; ismini de ki­taplarımızda yazılı bulmuşuz”[7]diye konuştu; sonra iman ederek Müslü­man oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıh­ye’ye tembihledi.

Dağâtır’ın Şehit Edilmesi

Üskuf Dağâtır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasi­hatlerde bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.
Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazar da Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak Dağâtır, hastalığını bahane ederek çıkmak iste­medi. Hıristiyanlar, “Ya o çıkar ya da biz onun yanına gireriz! Şu Arap geleli­den beri, biz senin vaziyetinden hoşlan­mıyoruz!” diye haber gönderdiler.
Bunun üzerine Dağâtır, odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bem­beyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp, kilisede toplanmış bulunan Hı­ristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bi­ze, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi; bizi, Yüce Allah’a davet edi­yor!” dedikten sonra, ilave etti: “Ben, şe­hâ­det ederim ki Allah’tan başka ilâh yok­tur; Ahmed de Allah’ın kulu ve Resûlüdür!”
Dağâtır’ın Hz. Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğini böylesine pervasız­ca haykırı­şına, Rumlar, öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu ora­da şehit ettiler.[8]

Hz. Dıhye’nin Medine’ye Dönmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Herak­li­us”­un Pey­gam­be­ri­mize yazdığı bir mektup ve birçok hediye ile Medine’ye doğru hareket etti. Ancak yolda eşkıya tarafın­dan yakalanıp, kıymetli hediyeler elinden alındı.
Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı; olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius’un mektu­bunu verdi.
Mektupta şunlar yazılı idi:
“İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hüküm­darı Kayser tarafındandır!
“Elçin, mektubunla bana geldi.
“Şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Resûlüsün! Biz, seni zaten yanımızdaki İn­cil’de yazılı bulmuştuk: İsa b. Meryem, seni müjdelemişti!
“Rumları, sana imana davet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.
“Ben, senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıka­mayı ne kadar arzu ederdim!”[9]
Mektup okunup bitince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mek­tubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!” buyurdu.[10]

Heraklius’un Mektubu Saklaması

Resûl-i Ekrem’in elçisi ve davetini son derece güzel kar­şılayan Rum Hü­kümdarı Heraklius, kendisine gelen İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipe­ğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine ko­yup sakladı.
Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal ede­ge­len bu mübarek mektubu, Alfonso b. Ferdinand’ın Tu­ley­tu­la üzerine yürüyüp Endülüs belde­le­rin­­den birçok yeri eli­ne geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında bulu­nu­yor­du. Ondan da torununa intikal etti.
Aynı mektubu, Avrupa kralı yanında gördüğünü Sey­füd­din Kılıç da ifade et­­mektedir. Avrupa kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
“Bu, Peygamberinizin, atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımız­dan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır! Bu sebeple ona son derece hürmet gös­termekte ve muhafaza­sına dikkat etmekteyiz. Saltanamızın de­vam edip git­mesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmakta­yız.”[11]

__________________________________________________________________________
[1]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 263; Taberî, Tarih, c. 3, s. 87; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 287.
[2]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 262-263; Buharî, Sahih, c. 4, s. 3-4; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1395.
[3]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 4; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1395.
[4]Ebû Kebşe, putlara tapmaktan yüz çevirip Şi’ra’l-Ubur adındaki yıldıza tapan Huzaa kabile­sinden bir adamdı. Peygamberimizi de putlardan yüz çevirdiği için bu adama benzeterek ve ona nisbet ede­rek “İbn Ebî Kebşe” demekle, güya Peygamberimizin bu dedesine çektiğini ifade etmek istiyorlar­dı.
[5]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 276.
[7]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[8]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[9]Yakubî, Tarih, c. 2, s. 77-78.
[10]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
[11]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget