Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 625)

Benî Nadîr, Hz. Hârun’un (a.s.) neslinden gelen, zengin ve güçlü, büyük bir Yahudi kabilesiydi. Medine’ye iki saatlik mesafede, Mek­ke yolu üzerinde sağ­lam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslamiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yar­dımcı olmamak, ayrıca ödenecek di­yetler konusunda da yardımcı bulun­mak üzere anlaşmaları vardı.[1]Ancak buna rağmen, Ku­reyş müşrikleri ve Me­di­ne münafıkları ile el altından iş birliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş de­ğillerdi. Bilhassa, Uhud Harbi’nden sonra, müşrikler ve münafıklar ile olan münâsebetlerini daha da artırmışlardı.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, ashaptan Amr b. Ümey­ye, Pey­gam­be­ri­miz­den eman almış Âmir kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Na­dîr Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya göre, bu iki kişi için ödenecek diyetin bir kısmını onların karşılamaları gerekiyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, paylarına düşen diyet miktarını istemek ve an­laşmaya ne derece sâdık olduklarını anlamak maksadıyla, yanına Hz. Ebû Be­kir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Sa’d b. Muaz ve Hz. Üseyd b. Hu­dayr’ı (r. anhüm), alarak yurtlarına gitti.
Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müspet ve güleryüz­le karşıladılar; hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzer­lerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler.[2]
Peygamber Efendimiz, ashabıyla, bir evin duvarı dibine oturdu.
Peygamber Efendimizi zâhiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise, bir kö­şeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.
“Siz bu adamı, şu andan daha müsait bir durumda bulamazsınız! Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalı­yız!” dediler. Sonra, “Hemen şimdi bu işi kim yapar?” diye sordular.
İçlerinden Amr b. Cıhhaş adlı şahıs ortaya atıldı. “Bu işi ben yaparım!” de­di.[3]
Bu esnada, ileri gelenlerinden biri olan Sellâm b. Miş­kem söz aldı. “Ey kav­mim! Bu sefer sözümü dinleyiniz; ondan sonra, isterseniz her zaman bana mu­halefet ediniz!” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiyle haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki an­laşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz! Eğer, böyle bir şeye teşebbüs ederseniz, bu, Yahudilerin kökünün kazınması, İslamiyetin ise yükselip kıyamete kadar sürmesi demek olur!”[4]
Peygamberlere hıyanet etmekle tanınan Yahudiler, buna rağmen kararla­rından vazgeçmediler. O esnada vazifeyi üzerine alan Amr b. Cıhhaş da, Pey­gam­be­ri­mizin üstüne taş bırakmak üzere da­ma çıktı.

Cebrail’in, Durumu Pey­gam­be­ri­mize Haber Vermesi

Tam o esnada, tertiplenen suikast ve hıyaneti, Cebrail (a.s.) gelip Peygam­ber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir ihtiyaç gidermek is­tiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta saha­beler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini gö­rünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.

Bir Yahudinin Kavmini İkazı

Yahudilerden biri olan Kinâne b. Sûriya, “Muhammed niçin kalkıp gitti, bili­yor musunuz?” diye sordu.
Yahudiler, “Hayır” dediler. “Biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat!”
Kinâne anlatmaya başladı:
“Tevrat’a yemin olsun ki ben, plânladığınız suikastin, Muhammed’e haber verildiğini biliyorum! Kendinizi boşuna aldatmayınız! Vallahi, o, Allah’ın Re­sûlüdür, hem de peygamberlerin sonuncusudur! Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti. Siz, onun Harun Peygamberin neslinden gel­mesini umuyordunuz; Allah ise dilediğinden seçip gönderdi. Biz, Tevrat der­simizde, ‘En son gelecek olan o peygamberin doğum yeri Mekke’dir, hicret ye­ri Yes­rib’dir’ diye hiç değiştirmeden yazmışızdır. Gelecek son peygamberin sı­fatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı ta­rafı yok­tur! Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır! Ben, sizin eşyala­rı­nı­zı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarımızın feryatlarını, evlerinizi bark­la­rınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyo­rum! Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz; üçüncüsünde ise hayır olmadığını bili­niz!”
Yahudiler merakla, “Nedir o hususlar?” diye sordular.
Kinâne, “Müslüman olmanız, Muhammed’in ashabı ara­sına katılmanız! An­cak bu suretle, evlatlarınızı ve malla­rınızı emniyet altına almış, selamete ka­vuş­turmuş olursu­nuz; yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsı­nız!”
Bütün bunlara rağmen Yahudiler, “Biz, Tevrat’tan ve Mûsa’nın ahdinden asla ayrılmayız” diye karşılık verdiler.[5]

Pey­gam­be­ri­mizin, Benî Nadîr’e “Yurdumu Terk Ediniz!” Diye Haber Göndermesi

Benî Nadîr Yahudilerinin plânladıkları bu suikast teşeb­büsü, onların İs­lam’a ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Pey­gam­be­ri­mizle yaptıkları an­laşmaya da sadâkat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üze­rine Peygamber Efendimiz de kendile­rine karşı kesin tavır takındı.
Muhammed b. Mesleme’yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:
“Nadiroğulları Yahudilerine git! Onlara, ‘Re­sû­lul­lah beni size; yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum, emrini bildirmek üzere gönderdi’ de!”[6]
Muhammed b. Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Re­sû­lul­lah’ın em­rini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:
“Mûsa Peygambere Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söy­leyiniz: Muhammed, peygamber gönderilmeden ön­ce, Tevrat önünüzde iken, size gel­diğimi ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman, ‘Vallahi, ben, asla Yahudi olmam!’ dediğimi, sizin de buna karşılık, ‘Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudi dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istedi­ğin, duyup işit­tiğin Hanif dininin aynısıdır o! Size gelecek olan peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Ken­disi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama (pelerine) bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu za­man hikmetli konuşacaktır’ dememiş miydiniz?”
Benî Nadîr Yahudileri, “Evet, biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz peygamber bu değildir!” diye karşılık verdiler.
Daha sonra Muhammed b. Mesleme, onlara Peygamber Efendi­mi­zin emrini bildirdi.
Nadiroğulları Yahudileri, giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pa­halıya mâl olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka görünen bir başka yol da yoktu. Mu­hammed b. Mes­leme’ye, “Göç ederiz” diyerek hazırlığa başladılar.

Başmünâfığın Gönderdiği Haber

Bu sırada başmünafık Abdullah b. Übey’den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu:
“Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz! Ka­lenizde oturunuz. Gerek kavmimden ve gerekse sâir Araplardan iki bin kişiyi yardımınıza gön­dereceğim. Son ne­feslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudileri de size yardım edeceklerdir!”[7]

Benî Nadîr Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları

Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in gizlice gönderdiği bu haber üzerine, Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler, Peygamber Efendimize de, “Biz yur­dumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz! Elinden geleni yap!” diye adamlarıyla ha­ber gönderdiler.[8]
Bu, açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.
Peygamber Efendimiz, bu haberi alır almaz, “Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.

Sellâm b. Mişkem’in, Huyey b. Ahtab’ı İkazı

Benî Nadîr Yahudilerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin ba­şında Huyey b. Ahtab geliyordu. Bu adam, kavmine teselli babında şöyle diyordu:
“Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tuta­rız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki su­yumuz da kesilecek değil!”
Yahudi ileri gelenlerinden biri de, Sellâm b. Mişkem’di. O, bu fikre karşı çıktı. “Ey Huyey!” dedi. “Vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kurun­tuya düşürüyor! Gel, bu işten vazgeç! Vallahi, sen dâ­hil hepimiz biliriz ki: Muhammed, Allah’ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanımızdaki kitaplarda vardır. Onu kıs­kandığımızdan ve son peygamberin Hârunoğulları arasından çıkmasını ümit ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyo­ruz. Gel, bize verilen emanı kabul edelim: Yurdumuz­dan çıkıp gidelim. Mu­ham­med üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.”
Mağrur Huyey, fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. “Mu­hammed, bizi mu­hasara altına alamaz! Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Ab­dul­lah b. Übey, bana birçok şey vadetti” diye Sellam’a karşılık verdi.
Sellam, girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu; ikazını tekrarladı: “Ab­dullah b. Übey’in sözü bir şey ifade etmez! O, seni ancak helâk uçurumuna sü­rüklemek, bizi Mu­hammed’le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuştur­duktan sonra da evine çekilip oturur!”
Huyey b. Ahtab, bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan guru­runda direnip durdu.[9]

Nadiroğullarının Muhasara Altına Alınması

Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbni Ümmî Mek­tum’u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali ta­şı­yordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçe­leri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları, kuvvetli kalele­rine sığınmışlardı.
Peygamber Efendimiz, onlara emrini bir kere daha tekrarladı: “Me­dine’den çıkıp gidiniz!”
Benî Nadîr, bu teklifi kabule yanaşmadı. “Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şey­den daha kolaydır. Ölümü göze alır, teklifini kabul etmeyiz!” diyerek adeta meydan okudular.
Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat kuvvetli kalele­rine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Bu sebeple, Resûl-i Kibriya Efendimiz, çarpışmayı uygun görmedi; Allah’ın izniyle, bir harp plânı tatbik etti. En yakın Yahudi ev ve kalelerini yıkma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.
Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudiler, “Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve bunu ya­panları ayıplardın; şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyor­sun?” diye bağrıştılar.[10]
Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgun­culuk olacağından bahsediyorlardı! Bu bağrışmaları birtakım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen ayet-i kerime, meseleyi açıklığa ka­vuşturdu: “Sizler, herhangi hurma ağacını kestiniz ya­hut kökleri üzerinde di­kili bıraktınızsa, bu hareketiniz (fesat için değil) hep Allah’ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir.”[11]
Ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri zâil oldu.
Bu hadiseye ve bu ayet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağa­cın yakılıp kesilmesinin mübah olduğu, âlimler tarafından belirtilmiştir.[12]

Münafıkların, Yahudilere “Direnin!” Diye Haber Göndermeleri

Muhasara devam ediyordu.
Bu esnada başta başmünafık Abdullah b. Übey olmak üzere birçok münafık, Benî Nadîr Yahudilerine, “Eğer Müs­lümanlara karşı direnir ve karşı koyarsa­nız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpı­şırız. Siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz” di­ye haber gönderdiler.
Benî Nadîr Yahudileri, münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.

Kur’an’ın Açıklaması

İşleri güçleri fitne ve fesat olan münafıkların bu hareketleri, Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle açıklanmıştır:
“Ehl-i kitaptan o küfreden kardeşlerine, ‘Andolsun, eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye hiçbir zaman itaat etmeyiniz. Eğer sizinle harp edilirse, muhak­kak ve muhakkak biz, size yardım ederiz’ diyen o münafıkları görmedin mi? Hâlbuki, Allah şehâdet eder ki onlar hakikaten ve kat’iyyen yalancıdırlar!
“Andolsun ki onlar çıkarılacak olurlarsa (bu münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulursa, bunlar onlara yardım da etmez­ler. Faraza yardım etseler bile, mü’minler karşısında dayanamayarak arkala­rına dönüp kaçarlar; sonra da kendileri hiçbir yerden yardım göremezler.”[13]

Teslime Mecbur Olup Eman Dilemeleri

Muhassarın 15. günüydü.
Abdullah b. Übey ve diğerlerinin kendilerine vadet­tik­leri yardımların gel­mediğini gören Benî Nadîr Yahudileri, teslim olmayı kabul edip eman diledi­ler.
Peygamber Efendimiz, kendilerine eman verdi ve hiçbirisinin canına do­kunmadı. Silahlarından başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.
Bu müsaade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya yüklediler. Medine’den ayrılacakları sırada, sağlam kalmış olan evlerini, Müs­lümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadi­seden dolayı güya üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbi­selerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Me­dine’yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen ta­rafına git­ti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice mâtem tuttular.

Geride Bıraktıkları Mallar

Benî Nadîr Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin, akar ile davar, sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh, elli adet miğ­fer, üç yüz kırk kadar da kılıç kaldı.[14]
Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendi­mize mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmiş­ler­di. Bu mallara “fey” denilmiştir. Fey, Allah’ın, din düşmanlarından —gale­bey­le değil, belki sür­gün yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle— Peygam­ber Efendimize tahsis bu­yurduğu maldır. Peygamber Efendimiz, bu malı dile­diği yerlere sarfetmekte hürdü.
Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır:
“Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince... Siz bu­nun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimseye musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.”[15]
Medine’nin yerlileri olan ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple, muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu ganimet mallarını yalnız muhacirler arasında bölüştürerek ensar-ı kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve “İsterseniz Benî Nadîr Yahudilerinin mallarından, Allah’ın bana ver­di­ği malları, sizlerle muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi mu­hacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. Yok, eğer isterseniz, bu malları sadece muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın!” diye­rek teklifte bulundu.
Medineli Müslümanlar gönülden, “Yâ Re­sû­lal­lah! Nadiroğulları mallarını muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gi­bi evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp on­lara veriniz!” dediler.[16]
O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra, “Allah, sizi hayırla mükafâtlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur.” diye konuştu.
Peygamber Efendimiz de, “Allahım! ensarı ve ensar­ın evlat­larını koru, on­lara merhamet et!” diyerek dua etti.[17]
Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki ayet-i kerime nâzil oldu:
“Onlardan (muhacirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler (ensar), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç meyli bulmazlar. Kendilerinde fakr ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutar­lar[18]Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte mu­rad­larına erenler onların ta kendileridir.”[19]
Medine-i Münevvere’nin yerlileri olan ensar-ı kiram, bu davranışlarıyla hem Re­sû­lul­lah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını, Cenab-ı Hakk’ın da ayet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi,[20]yal­nız muhacirlere taksim etti. Bu suretle onları ensarın yardımına ihtiyaç duy­ma­yacak hale getirdi.
Peygamber Efendimiz, muhacirlerin hâricinde, ensar­dan Ebû Dücâne ile Sü­heyl b. Huneyf’e de (r.a.), çok fazla fa­kir olduklarından dolayı bazı şeyler ver­di.[21]

ZÂTÜRRİKA GAZÂSI

(Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 625)

Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmelerinden iki ay son­ray­dı.
Enmar ve Sa’lebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere top­lanmış oldukları haberi Medine’ye ulaştı.
Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, dört yüz (veya yedi yüz) müca­hitle Medine’den yola çıktı, Zatürrika mevkiine kadar ilerleyip orada karargâ­hını kurdu.
Müşrikler, mücahitlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı ki o da esir edildi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle na­ma­zı vakti girince de, müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Suresi’nin 101-102. ayetlerinde tarif edilmiştir.
En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriya Efendimizin cemaatle na­mazlarını eda edişi, bize cemaatle namazın ne derece büyük bir ehemmiyeti haiz oldu­ğunu ve ihmâl edilmemesi gerektiğini açıkça ders vermektedir.

Bir Mucize

Zatürrika Seferi esnasında idi.
Ashaptan Ulbe b. Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Cabir! Bunları, al pişir” diye emretti.
Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
Peygamber Efendimizle mücahitler, o üç yumurtadan doyuncaya kadar ye­dikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.[22]

Allah’ın, Mü’minlere Merhameti

Yine bu gazâ esnasında idi.
Sahabenin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine, onu elinde tutan sahabenin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma sahabeler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
“Siz, yavrusunu tuttuğunuz şu kuşun yavrusu için, ken­di­sini avu­cunuza at­masına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi, Rabbini­zin, size olan merhamet ve şef­kati, şu kuşun yav­rusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazla­dır!”[23]

Devenin Şikayeti

Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Zatür­ri­ka’­dan ayrılmış, Me­di­ne’ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin, koşarak Re­sûl-i Kibriya Efen­dimizin yanına varıp tahiyye-i ikram nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü.
Mücahitler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efen­dimiz, “Bu deve ne söylüyor, biliyor musunuz?” dedikten sonra, “Bu deve, sahibinin zulmünden bana şikayet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylü­yor!” diye buyurdu. Arkasından Cabir b. Abdullah’a, devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
Hz. Câbir, “Yâ Re­sû­lal­lah, devenin sahibini tanımıyorum” deyince, aldığı cevap şu oldu:
“Deve, seni sahibine götürür!”
Gerçekten, deve, Pey­gam­be­ri­mizden emir almış gibi, Hz. Câbir’in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.
Hz. Câbir der ki:
“Ben de, deve sahibini alıp Re­sû­lul­lah’ın yanına getirdim. Re­sû­lul­lah, onunla deve hakkıda konuştu ve ‘Devenin söyledikleri doğru mu?’ diye sordu. De­ve sahibi, ‘Evet, yâ Re­sû­lal­lah...’ dedi.”[24]

Gazânın İsmi

Bu sefere, iştirak edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan diken­den parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçala­rıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya “Zatürrika” adı verildiği de kay­naklarda belirtilmiştir. Zira, rika, “ruka”nın çoğuludur; “ruka” ise, elbise yırtı­ğına vurulan bez parçasıdır ki buna da yama denir.
Ebû Musa el-Eş’arî, bu hususta şöyle der:
“Re­sû­lul­lah’la (a.s.m.) bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbet­leşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Be­nim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökül­müş­tü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zatürrika Gazâsı denildi.[25]

Resûl-i Ekrem’in Bereket Mucizesi

Ensardan Hz. Câbir’in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud’­da şehit düşmüştü. Geride altı kız çocuğunu yetim ve bir hay­li de borç bırakmıştı.
Borç sahipleri, Yahudiler idi.
Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı; fakat bunların mahsûlü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.
Hurma mevsimi girince, Yahudiler, alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câ­bir’i sıkıştırmaya başladılar. Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mah­sûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.
Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biliyorsunuz ki babam Abdullah, Uhud günü şehit düştü. Ge­ride birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde kabul etmediler” dedi ve bu hususta kendisine şe­faatçi ve yardımcı olmasını diledi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Abdullah b. Amr b. Harâm’ın borcuna karşı­lık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini ala­caklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar. Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimi­zin, “Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız” teklifini de kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir’e, “Sen git; ben yarın kuş­luk vakti yanına gelirim” dedi.
Ertesi gün, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i yanına alarak Hz. Câbir’in hurma bah­çesine gitti. Ona, “Git, hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, di­ğer­lerini de bir boy yaptıktan sonra bana ha­ber ver!” buyurdu.
Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efen­dimize arz etti. Hz. Câbir, alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efen­dimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
Resûl-i Kibriya Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp dua ettikten sonra, Hz. Cabir’e, “Şu alacaklıları yanıma çağır” de­di.
Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.
Hz. Câbir (r.a.), müşâhedesini şöyle anlatır:
“Tek, Allah, babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kız kardeşlerimin ya­nına bir hurma tanesiyle dönüp gitmeye bile râzı idim. Hâlbuki, Re­sû­lul­lah, ondan, bütün ala­caklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm!”[26]
Borç sahipleri olan Yahudiler de, bu hadiseden çok taaccüp edip hayrette kaldılar.
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin apaçık bir mucizesiydi!

BEDRÜ’L-MEV’İD GAZÂSI

(Hicret’in 4. senesi Şâban ayı / Milâdî 626)

Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken Müs­lümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım!” demiş, Hz. Ömer de Re­sû­lul­lah’ın emriyle, “Olur! İn­şallah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun!” cevabını vermişti[27]
Uhud Muharebesi’nin üzerinden bir sene geçmişti.
Resûl-i Ekrem, verdiği sözü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı.
Öte yandan, Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan da, harp hazırlıklarını sürdürü­yordu. Fakat o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.

Ebû Süfyan’ın Başvurduğu Taktik

Bedir’e gitmek kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu na­sıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu!
O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym b. Mes’­ud’­la, Mekke’de karşı­laştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak mak­sadıyla gelmişti.
Ebû Süfyan, “Ey Nuaym!” dedi. “Ben, Muhammed’le ashabına, ‘Bedir’de buluşalım, çarpışalım!’ diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı! Hâlbuki, bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hâkimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez. Onun için, bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz! Karşılaşmamız ise, onun cesaretini artıracaktır!” deyip niyet ve endişesini izhar ettikten sonra, Nuaym’e teklifini şöylece yaptı:
“Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir’de bizimle çarpışmaktan vazgeçir! Bu işi be­cerirsen, sana yetişkin yetmiş deve veririz.”[28]
Nuaym, derhal Medine’ye döndü. Vadedilen mükâfata kon­mak için, Mek­keli müşrikler lehinde kesif bir propagandaya girişti; Ku­reyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Mü­nafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla, Müslüman­larda müşriklere karşı savaşma hususunda bir gevşeme meydana geldi. Yahu­dilerle münafıklar, bu duruma son derece sevindiler; “Muhammed, artık şu Müs­lüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez!” deyip sevinçle­rini küstahça izhar ettiler.

Pey­gam­be­ri­mizin Kesin Kararı

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Resûl-i Ekrem Efen­dimize bil­dir­diler.
Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi. “Varlığım kud­ret elinde olan Al­lah’a yemin ederim ki vadedilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için çıkma­sa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim!” dedi.[29]
Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı, Al­lah’ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.
Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah b. Revâha’yı vekil bırakarak bin beş yüz mü­cahitle Medine’den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on at­lı vardı.
Mücahitler, ayrıca beraberlerinde ticaret malları da götürüyorlardı. Çünkü gi­decekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Se­fere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düş­­man gelirse, onunla çarpışacaklardı; şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı!
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’e gelip beklemeye başladı. Fakat düşman kuvvetleri görünürde yoktu.
Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’den yola çıkan Ebû Süfyan kuman­dasındaki iki bin kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nahiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müs­lümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke’ye geri dönmüşlerdi!
Hz. Re­sû­lul­lah, mücahitlerle Bedir’de sekiz gece bekledi.
Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini yitirmediklerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Ku­reyş’­in itibarı da böylece kı­rıldı.
Mücahitler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler.
Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine’ye döndü.
Bu gazânın diğer bir adı, Küçük Bedir’dir.

______________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 199.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2. s. 57.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 560.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[5] Vakidî, Megazi, s. 284-285.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[9] Taberî, Tarih, c. 3, s. 38.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 200.
[11] Haşir, 5.
[12] bkz. Tecrid Tercemesi, c. 12, s. 167.
[13] Haşir, 11-12.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 58.
[15] Haşir, 6.
[16] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 50-51.
[17] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 50-51.
[18] Bu haslete “îsâr” derler. “Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek yardı­mına koşması” demektir. Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini kendi nefsine, şerefte, ma­kam­da,teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslam tarihi, isâr hasletinin şaheser misâlleriyle doludur.
[19] Haşir, 9.
[20] Haşir, 8.
[21] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 201-202.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 289.
[23] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 165.
[24] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 289.
[25] Buharî, Sahih, c. 3, s. 35.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 84, 199; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 393; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 120-121.
[27] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 58.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59; Taberî, Tarih, c. 3, s. 41.
[29] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hicret’in 4. senesi Sefer ayı idi.
Benî Âmir kabilesinin efendisi ve reisi Ebû Bera Âmir b. Mâlik, Pey­gam­be­ri­mizi ziyaret maksadıyla Medine’ye geldi. Ebû Bera, samimi bir insan, Resûl-i Ekrem’e ve Müslümanlara dost biriydi. Efendimize hediye etmek üzere de iki at ile iki deve getirmişti. Ancak Resûl-i Ekrem, “Ben, müşriklerin hediyesini kabul edemem. Eğer hediyenin kabul edilmesini istiyorsan Müslüman ol!” di­yerek onun hediyesini kabul etmedi ve kendisini Müslüman olmaya davet etti.
Ebû Bera o anda Müslüman olmadı, ama İslamiyete kar­şı gösterdiği alâka­dan da vazgeçmedi. Peygamber Efen­dimize, “Yâ Muhammed! Beni davet etti­ğin din, pek güzel, pek şereflidir. Kavmim benim sözümü dinler. Eğer sahabe­lerinden birkaçını Kur’an ve sün­ne­ti öğretmek üzere gönderecek olursan, ümit ederim ki davetini kabul ederler!” dedi.[1]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Necid halkına pek güvenmiyor­du. Ashabına bir hainlikte bulunabilirler endişesini taşıyordu. Bu endişesini, “Göndereceğim ki­şiler hakkında Ne­cid halkından korkarım!” diyerek de izhar etti.
Ancak Ebû Bera teminat verdi. “Onları” dedi. “Ben himâyeme aldıktan sonra, Necid halkının onlara dokunması hadlerine mi düş­müş?”
Ebû Bera’nın güvenilir, sözüne itimat edilir biri olması, Peygamber Efendi­mizin endişesini giderdi. Sonunda, kırk veya yetmiş kişiden ibaret irşad heye­tini göndermeye karar verdi. Altısı muhacir, diğerleri ensardan idi. Hepsi de Suf­fa ehli idi. Başlarına Münzir b. Amr tayin edildi.[2]
Peygamber Efendimiz, ayrıca Necid halkına ve Benî Âmir reislerine veril­mek üzere heyetle birlikte bir de mektup gönderdi.
İrşad ve tebliğ heyeti Bi’r-i Maûna denilen mevkiye vardı. Burası, Me­dine’nin doğu tarafına düşen, Süleym ile Âmiroğulları yurtları arasında kalan, Benî Süleym’e âit bir su kuyusu idi. Burada Hz. Re­sû­lul­lah’ın mektubunu Amir b. Tufeyl’e götürmek vazifesini, Haram b. Milhân üze­rine aldı. Bu sa­habe, mektubu götürüp ona teslim etti. Ne var ki mektubun muhatabı Âmir, okuma gereği bile duymadan elçi sahabeyi orada şehit etti.[3]Aziz şehidin, bu hain adamın darbeleri altındaki son sözleri şunlar oldu:
“Allahü Ekber! Kâbe’nin Yüce Rabbine yemin olsun ki kazandım gitti!”[4]
Âmir b. Tufeyl, bu masum sahabeyi şehit etmekle de yetinmedi; Âmiroğul­la­rını, heyetteki diğer sahabeleri de öldürmek için yardıma çağırdı. Ancak Âmiroğulları, önceden Ebû Bera’ya, gelecek irşad heyetine dokunmaya­cak­la­rına dair söz vermiş bulunduklarından, bu adama yardıma yanaşmadılar.
Benî Âmir’den yardım konusunda red cevabı alan Âmir, bu sefer kendisi gibi gözleri ve gönülleri kan ve kin ile dolmuş Süleymanoğullarından birkaç kabilenin yardımını temin etti. Hep birlikte, Maûna Kuyusu mevkiinde olup bi­tenden habersiz bekleyen masum sahabeleri de şehit etmek üzere harekete geçtiler.
Bu arada, mektubu götüren sahabenin geciktiğini gören irşad heyeti, din­lendikleri Maûna Kuyusu mevkiinden durumu öğrenmek üzere Necid bölge­sine doğru yol almışlardı.
Tam o sırada, karşılarında elleri silahlı kalabalık bir müşrik topluluğu bul­dular.
Sahabeler, kılıçlarını sıyırarak kendilerini çepeçevre kuşatanlara, “Vallahi, bizim sizinle hiçbir işimiz yok. Biz sadece Pey­gam­be­ri­mizin verdiği bir vazife için yolumuza gidiyoruz!” dediler.[5]
Fakat kana susamış müşrikler, bu sözlere aldırış bile et­mediler. Kararları kesindi: İslam’ı ve imanı öğretmek kutsî vazifesiyle yola çıkan bu fedakâr sa­habeleri, teker teker şehit edeceklerdi.
Başlarına gelecekleri fark eden sahabeler, el açarak Rabb-i Rahîmlerine, “Ey Rabbimiz! Durumumuzu Resûlüne haber verecek burada kimsemiz yok. Sela­mımızı ona sen ulaştır! İlâhî! Peygamberin vasıtasıyla kavmimize haber ver ki: Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden râzı oldu ve bizi de râzı etti”[6]diye yalvardılar.
Aynı anda Cebrail (a.s.), bu kahraman sahabelerin selamını ve durumlarını Resûl-i Kibriya Efendimize ulaştırdı. Selamlarına, “Aleyhimüsselam” diyerek karşılık veren Resûl-i Ekrem, ashabına dönerek, müşriklerin bu fedakâr kar­deşlerini şehit etmek üzere olduklarını haber verdi ve onlar için mağrifet dile­melerini istedi.
Peygamber Efendimiz, ashabına bu haberi iletirken irşad heyetinde bulunan sahabelerin birkaçı müstesna diğerleri hain düşman mızraklarıyla delik deşik edilmiş ve şehit olmuşlardı. Kurtulan sahabelerden ikisi deve gütmeye gitmiş­lerdi, biri ise öldü diye şehitler arasında terk edilmişti. Develeri güden iki sa­habe, bir müd­det sonra Bi’r-i Maûna mevkiine dönünce dehşetli manzarayla ür­per­diler. Bu ciğer parçalayıcı sahne karşısında gözyaşı döktüler. Ken­dine hâ­kim olamayan biri, müşriklerin arkasına takıldı ve şehit oluncaya kadar ken­di­le­riyle çarpıştı. Diğeri ise esir alındı, an­cak sonradan serbest bırakıldı. Şehitler ara­sında öldü diye terk edi­len Ka’b b. Zeyd Hazretleri ise, müşrikler ayrıldık­tan sonra, çıkıp Medine’ye geldi.[7]

Pey­gam­be­ri­mizin Bedduası

Bu seçkin sahabelerinin haince bir suikaste kurban git­me­lerinden dolayı, Peygamber Efendimiz, son derece üzüldü.
Enes b. Mâlik, “Re­sû­lul­lah’ın, Bi’r-i Maûna’da şehit edi­len ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiçbir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim!”[8]der.
Duyduğu derin üzüntü, Peygamber Efendimizi, bu câhillikte bulunanlara beddua etmeye kadar götürdü. Haber aldığı gecenin sabah namazında birinci rekâttan sonra ikinci rekâtın rükûundan doğrulunca şu bedduada bulundu:
“Allahım! Mudar kabilelerini kahreyle!
“Allahım! Onların yıllarını Yusuf Peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir!
“Allahım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi’b, Rı’l, Zek­van ve Usayya kabi­le­lerini sana havâle ediyorum. Zira, onlar, Allah’a ve Resûlüne karşı geldi­ler!”[9]
Pey­gam­be­ri­miz, bu bedduasına bir ay boyunca her vakit namazından sonra devam etti. Sahabe-i Kiram da “Âmin” dediler.[10]
Fahr-i Kâinat’ın bu duası kabul olundu. Kısa bir müddet sonra adı geçen bölgede kıtlık kuraklık başladı, yağışlar kesildi, sular çekildi, her taraf yanıp kavruldu.
Diğer taraftan, Ebû Bera da, Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Bu, Ebû Bera’nın başımıza getirdiği bir iştir” sitemine ve yapmış olduğu himâye taahhüdünün yeğeni Âmir b. Tufeyl tarafından böylesine canice çiğnenmesine tahammül edemedi ve üzüntüsünden hastalanarak kısa zaman sonra öldü.
Art arda meydana gelen Recî’ ve Bi’r-Mauna facialarında seksen kadar gü­zide sahabe şehit düşmüştü.

Pey­gam­be­ri­mizin Anlaşmaya Sadâkat Göstermesi

Faciadan, Mudarîlerden olduğunu söylemekle kurtulan Amr b. Ümeyye, Me­dine yolunu tuttu. Yolda iki adama rastladı. Bi’r-i Maûna’da sahabeleri şe­hit eden kabileye mensup kimseler olduğu zannıyla bir fırsatını bulup onları öldürdü.
Medine’ye gelip durumu haber verince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sen ne kötü bir iş yaptın!” buyurdu.
Zira, bu iki kişi Âmiroğullarından idiler ve Medine’ye gelerek Pey­gam­be­ri­mizle görüşmüşlerdi. Ayrılırlarken de Resûl-i Ekrem kendilerine bir eman ve dokunmazlık yazısı vermişti. İşte Amr’ın öl­dür­düğü, eman verilmiş bu kim­se­lerdi.
Dokunmazlık yazısını, öldürülen iki kişiyle Peygamber Efendimizden baş­ka­sı bilmiyordu. Buna rağmen, Resûl-i Ekrem, verdiği sözün, bu sözünden ha­be­ri olmayan bir sahabe tarafından ihlâl edilmesi sebebiyle öldürülenlerin di­ye­tini ödedi. Böylece, verdiği sö­ze ve yaptığı anlaşmaya sadâkatini göstermiş oldu.

____________________________________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 193-194; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 514; Taberî, Tarih, c. 3, s. 34.
[2]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 194; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 52; Buharî, Sahih, c. 3, s. 28.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 52; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 29.
[4]Buharî, a.g.e., c. 3, s. 29.
[5]Buharî, a.g.e., c. 3, s. 28.
[6]Buharî, a.g.e., c. 3, s. 29; Müslim, Sahih, c. 6, s. 45.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 194; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 52.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 54.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 53.
[10]Ebû Davûd, Sünen, c. 2, s. 68.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 4. senesi Sefer ayı)

Uhud Harbi’nden sonra, Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde, İslam’ın merkezi Medine’ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Harekete ha­zırlananlardan biri de, Huzeyl kabilesinden Hâlid b. Süfyan idi. Medine üze­rine yürümek için hazır­lıklarını ta­mamlamıştı ki Peygamber Efendimiz du­rumu haber al­mış­tı. Ashâb-ı Suffa’dan Abdullah b. Üneys’i, haberin doğ­rulu­ğunu tahkik için göndermişti. Yayılan haberin doğru ol­duğunu, bizzat hareketi plânlayan Hâlid b. Süf­yan’­dan öğ­renen Abdullah b. Üneys, bir fırsatını kolla­yıp, kı­lıcıyla onu öldürmüştü.[1]
Bu hadise, civar kabilelerin bir müddet sessiz sedâsız durmalarını sağla­mıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş olu­yordu.
Sinsi düşman, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkamayacağını anlayınca, bu intikam duygusunu tatmin için başka yollar aradı. Masum kılığına girerek Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir heyet, Medine’ye çıkageldi. Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktılar.
“Yâ Re­sû­lal­lah! Kabilemiz arasında İslamiyet yayılmış durumda. Sahabele­rinden birkaçını, İslam hükümlerini tebliğ etmek, Kur’an okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder!”[2]diye ricada bulundular.
Resûl-i Ekrem, İslam’a hizmet teşkil edecek bu masum ve mâkul görünen talebi cevapsız bırakmadı; Mersed b. Ebî Mersed başkanlığında on sahabeyi ge­lenlerle birlikte gönderdi. İrşad vazifesiyle yola çıkan on sahabeden, isimleri bilinen yedisi şunlardı:
Mersed b. Ebî Mersed, Hâlid b. Ebî Bukeyr, Abdullah b. Târık, Âsım b. Sâ­bit, Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne ve Muattib b. Ubeyd.[3]
İrşad heyeti, Huzeylilere âit Recî’ adındaki su başına geldiklerinde, âdi ve alçakça bir hıyanetle karşı karşıya bulunduklarını anladılar. Bir anda Benî Lih­yan’dan yüz ka­dar okçunun hücumuna maruz kaldılar. “Biz Müslüman ol­duk, bize irşad heyeti gönder” diye yalvaran bu adamlar, şimdi Müslüman mür­şid­­leri Lihyanların ok­çularına teslim ediyorlardı.
Müslümanlar, kılıçlarını sıyırarak bir dağa iltica ettiler. Kendilerini kılıçla­rıyla müdafaa etmeye kalktılarsa da, kısa zamanda muka­vemetleri kırıldı. Ha­inler, Müslümanların sığındıkları dağın etrafını sardılar:
“Eğer yanımıza inip teslim olursanız sizi öldürmeyiz!” diye seslendiler. Müslüman muallimler, müşriklerin bu sözlerine güvenmeyip teslim olmayı reddettiler. İçlerinden Âsım b. Sâbit, “Ben, müş­riklerin himâyesini ömrüm bo­yunca kabul etmemek üzere yeminliyim! Vallahi, ben bu kâfirlere asla teslim olmam!” dedi; sonra da, “Allahım, Resûlünü durumumuzdan haberdar et!” diye dua etti. Bir taraftan da müşriklere ok yağdırıyordu. Ok atarken de, “Ben ne diye çarpışmayayım ki? Gücüm kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayı­mın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte.
“Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir.
“Takdir edilen elbette başa gelecektir!
“İnsanlar er geç Allah’a dönecektir!
“Eğer ben sizinle çarpışmazsam annem evlatsız kalsın”diyordu.[4]
Bu kahraman sahabe, oku bitince, mızrağını kullanmaya başladı. O da kırı­lınca kılıcına sarıldı. Böylece birçok müşriği yere serdikten sonra son duası ise şu oldu:
“Allahım! Ben senin dinini korumaya çalıştım; sen de cesedimi müşrikler­den koru!”
Diğer sahabeler de kahramanca çarpıştılar. Ancak yüz kişiye karşı on kişi ne yapabilirdi ki? Sonunda, aralarında Âsım b. Sâbit’in de (r.a.) bulunduğu yedi sa­habe, müşrik oklarıyla şehit oldular. Geri kalan üç sahabe ise, müşriklerden kendilerini öldürmeyeceklerine dair kesin söz alınca teslim oldular. Müşrikler üçünü de yaylarının kirişiyle sıkıca bağladılar. Sonra Mekke’nin yolunu tuttu­lar. Maksatları, onları götürüp Müslümanlara karşı kalpleri kin ve nefretle dolu Ku­reyş müşriklerine satmaktı!
Yolda, Abdullah b. Târık, bir fırsatını kollayıp kaçtı. An­cak bu ka­çış hayata değil, şehâdete idi. Müşriklerin attıkları taşlarla o da şehit oldu. Geriye iki kişi kaldı: Zeyd b. Desinne ve Hubeyb b. Adiyy... Bunları da götürüp Mekke’de sat­tılar.
Âsım b. Sâbit, Uhud Muharebesi’nde, Sülâfe adındaki azılı bir müşrik kadı­nın iki oğlunu öldürmüştü. Bu şerir kadın, Hz. Âsım’ın başını eline geçirdiği takdirde, onunla şarap içeceğine dair yemin etmişti. Lihyanoğulları bunu bili­yorlardı. Bu sebeple hunharca şehit ettikleri Hz. Âsım b. Sâbit’in başını alıp Mekke’deki bu kadına götürmek istiyorlardı. Ancak Allah, kendilerine bu fır­satı vermedi. Âsım b. Sâbit’in (r.a.) şehit olmadan az önce, “Allahım! Müs­lü­man olduğum günden beri senin yüce dinini müdafaa ve himâye etmek için nefsimi feda ettim. Bugün, son günümdür. Sen de benim cesedimi (müşriklerin dokunma­sından) muhafaza eyle!”[5]diye ettiği duasını Cenab-ı Hak kabul etti. Müşrikler cesedi­nin başına yaklaşmak iste­dikleri sırada, cesedin başında bir­den bir arı sürüsü peydâ oldu ve onları cesede yaklaştırmadı. Bunun üze­rine cesedi sabahleyin gelip almak üzere ayrıldılar. Ancak sabah geldiklerinde ceset ortada yoktu. Şaşırdılar. Çünkü Cenab-ı Hak, gece bir yağmur yağdırmış ve bu büyük sahabenin cesedini ne­cis müşriklerin ellerinin dokunmasına fırsat ver­meden sellere sürükletip götürmüştü!

Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’in Şehâdetleri

Lihyanoğulları tarafından Mekke’ye götürülen Hz. Hu­beyb b. Adiyy ile Zeyd b. Desinne, Bedir’de çok yakınları öldürülenler tarafından satın alınmış ve hapsedilmişler­di. Ku­reyş’in kararı, bu iki sahabeyi şehit etmekti. Bir müd­det hapiste işkence ve eziyetlere maruz bıraktıktan sonra, bir gün alıp ikisini birlikte Ten’im mevkiine götürdüler. İki kahraman sahabe son olarak kucakla­şıp birbirlerine sabır tavsiyesinde bulundular.
Ten’im denilen yer, sanki bayram yeriymiş gibi, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkekle dolmuştu: Bu iki masum sahabenin maruz kalacakları gaddar hareketi seyre gelmişlerdi. Hürriyeti ve insanlığı ayaklar altına alan canileri al­kışlamaya koşmuşlardı. Yarım kalan Uhud muvaffakiyetleri ile Bedir mağlubi­yetinin acısını çıkaramadıklarını biliyor ve o acıyı, hıncı ve intikamı, bu iki ma­sum, müdafaasız ve silahsız sahabeyi darağacında sallandırmakla almaya çalı­şıyorlardı.

Hz. Hubeyb’in Şehâdeti

Çukur kazılmış, direk dikilmişti.
Hz. Hubeyb’i direğe doğru götürdüler. Gönlü Allah’ın ve Resûlünün mu­habbetiyle dopdolu Hz. Hubeyb, telâşsız, tereddütsüz idi. Allah’ın dini uğ­runda şehit olmayı en büyük şeref biliyordu. İki rekât namaz kılmak için mü­saade istedi. İzin verilince bütün samimiyetiyle yüce Mevlâsının huzuruna yö­neldi. İki rekât namazını tamamladıktan sonra müşriklere dönerek, “Vallahi” dedi. “Eğer Hu­beyb ölüm­den korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, na­mazı uzatır ve çoğaltırdım!”[6]
Hz. Hubeyb, bu hareketiyle, idamdan önce iki rekât namaz kılma âdet ve sünnetini de başlatan ilk insan oluyordu.[7]
Müşrikler ona, “Muhammed’in dinini terk eder ve ecdadının dinine döner­sen sana eman veririz!” dediler.
Kahraman sahabe, “Vallahi, hayır! İslam’dan asla dönmem! Hatta dünya, içindekilerle beraber bana verilse, yine de dönmem!” diye cevap verdi.
Bu sefer müşrikler, “Doğru söyle; şimdi senin yerine Mu­hammed olsa ve sana bedel o öldürülse memnun olurdun, değil mi?” diye sordular.
Gönlü Re­sû­lul­lah’a muhabbetle yanıp tutuşan sahabe­den gelen cevap, müş­rik canileri şaşırttı, tüylerini diken di­ken etti: “Allah’a yemin ederek söylüyo­rum ki Pey­gam­be­ri­mizin ayağına bir diken batmaktansa, evimden, hayatım­dan, çoluk çocuğumdan olmaya râzıyım!”
Müşrikler, fedakârlığın böylesini görmemiş, Allah’a ve Resûlüne bağlılığın tatlı saadetini yaşamamış oldukları için, Hu­beyb Hazretlerinin bu cevaplarına gülüp geçiyorlardı.
Etrafına bakan büyük insan, hiçbir nurani yüz göremiyordu. Bütün suratlar abustu; şirkin çirkinliği yüzlerine aksetmişti sanki... Kendisiyle Re­sû­lul­lah’a se­lamını iletecek kimsecikler yoktu o kocaman kalabalıkta... Bizzat kendi ağ­zıyla, hayatını uğruna feda ettiği Re­sû­lul­lah’a darağacında selam yollamaktan başka çaresi yoktu. Şöyle niyazda bulundu:
“Allahım! Şu anda düşman yüzlerden başka yüz göremi­yorum!
“Allahım! Burada selamımı Resûlüne ulaştıracak hiç kimse yok! Ne olur ona selamımı sen ulaştır!
“Allahım! Sen, bize Resûlünün peygamberliğini bildirdin. Bize revâ görü­lenleri de ona sabahleyin bildir.”[8]
Bu hazin dua yapılırken, Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Medine’­de, Hu­beyb’in selamını, “Aleykesselam!” diyerek aldı; sonra da ashabına dönerek, “Ku­reyş, Hubeyb’i şehit etti” buyurdu.
Hz. Hubeyb, eli kolu ağaçtan direğe bağlı bekletiliyordu. Karşısında, baba­ları öldürülmüş kırk genç, ellerinde mız­raklarla duruyorlardı. Emir alınca, dört bir taraftan mızrakları bu aziz sahabenin vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb’in, işkenceler altında ruhunu teslim etmesini istiyorlardı. Bir ara Hz. Hubeyb’in yüzü Kâbe’­ye döndü. Allah’a bundan dolayı hamd­etti: “Hamdol­sun o Allah’a ki yüzümü, kendisinin, Resûlünün ve mü’minlerin râzı oldukları kıbleye çevirdi!”
Ku­reyş müşrikleri buna da tahammül edemediler ve onun yüzü­nü Kâ­be’den çevirdiler. Fakat fedakâr sahabe, yüzü Kâbe’ye doğru şehâdet maka­mına erişmek istiyordu. Rabb-i Rahîm’ine, “Allahım! Eğer ben, senin katında hayırlı biri isem, yüzümü kıblene çevir!” di­ye yalvardı.
Kıbleye çevrilen Hubeyb Hazretlerinin yüzünü müşrikler, bir da­ha başka tarafa çeviremediler.[9]
Hz. Hubeyb’in, ruhuyla yüce âlemlere yükselme zamanına kısa bir süre kal­mıştı. Ruhunu teslim etmeden önce kendisine Allah’a ve Resûlüne iman ve mu­habbetten dolayı bu zulmü, bu eziyeti revâ görenlere, “Allahım! Ku­reyş müşriklerini mahvet; topluluklarını tarumar et; onların birer birer canlarını al! Hiçbirini sağ bırakma Allahım!”[10]diye beddua etti.
Yüksek sesle yapılan bu beddua, Ten’im mevkiinde yankılandı, imansız kalplere müthiş bir korku verdi: Kimisi yüzükoyun yere uzandı, kimi kulağını tıkadı. Bu korku, Hubeyb Hazretlerinin şe­hâ­de­tinden çok sonraya kadar da de­vam etti.
Mızraklar göğsüne saplı Hz. Hubeyb, o ibret verici manzara için­de bir müddet Allah’ın varlık ve birliğini, Resûlünün hak ve peygamberliğini şirk eh­linin suratlarına hay­kırdı. Az sonra da hayatını şehâdet mertebesiyle nokta­ladı. Böylece, Allah yolunda darağacında ruhunu teslim eden ilk Müslüman oldu.

Sıra, Hz. Zeyd’de...

Hz. Hubeyb’in şehâdetini, Hz. Zeyd’in şehâdeti takip edecekti.
Müşrikler onu da Ten’im’e alıp getirmişler ve darağacına bağlamışlardı.
Hz. Hubeyb’e yapılan tekliflerin aynısı ona da yapıldı. Fakat bu büyük sa­habe de, Hubeyb’in verdiği aynı cevapları pervasızca verdi.
Ebû Süfyan, bu durum karşısında hayret ve takdirini gizleyemedi: “Ben, in­sanlar arasında ashabının Muhammed’i sevdiği kadar hiç kimsenin, hiç kim­seyi sevdiğini şimdiye kadar görmüş değilim!”[11]
Tekliflerinden netice almayan müşrikler, Hz. Zeyd’i oklarına he­def aldılar ve onu da şehit ettiler. Cesedi bağlı bulunduğu yerde kalan büyük sahabenin ruhu kim bilir hangi yüce âlemde tayeran ediyordu?
Her iki sahabe de, imanlarında, Allah’a ve Resûlüne sadâkatte zerre kadar tereddüde düşmeden, işte böylesine imrenilecek güzel bir surette hayat def­terlerini kapadılar.

______________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 51.
[2]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 55.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 55.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 294.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 463; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 189.
[6]Buharî, Sahih, c. 3, s. 28.
[7]Buharî, a.g.e., c. 2, s. 28.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3. s. 190.
[9]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 191.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 181; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 56.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget