Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Cüveyriye, Benî Müstalık kabilesi reisi Hâris b. Ebî Dırar’ın kızı idi. Müreysi Gazâsı’nda alınan esirlerden biri de oydu. Kocası Müsafi b. Safvan, Pey­gam­be­ri­mizin amansız düşmanlarından biriydi. Harpte öldürülünce, Hz. Cüveyriye dul kalmıştı.
Esirler, mücahitler arasında bölüştürüldüğü zaman, Hz. Cü­veyriye, Sâbit b. Kays ile amcası oğlunun hissesine düşmüştü.[1]
Hz. Cüveyriye, Sâbit b. Kays’la anlaşmış, kesişme yapmıştı.[2]Tayin edilen fidyeyi ödediği takdirde hürriyetine kavuşacaktı. Fakat fidye ödeyecek imkânı yoktu. Bu sebeple Peygamber Efendimize müracaat etti ve fidye-i necatının ödenmesi hususunda yardım talebinde bulundu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Sana, bundan daha hayırlı olan yok mu­dur?” diye sordu.
Beklenmedik bir soruya muhatab olan Hz. Cüveyriye, birden şaşırdı. Hürri­yetine kavuşmaktan, tekrar anne ve babasına, yurduna varmaktan daha hayırlı ne olabilirdi?
Bir anlık bir tereddütten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Hakkım­da yapaca­ğınız bundan daha hayırlı şey nedir?”
Peygamber Efendimiz, “Senin fidye-i necatını ödemem ve seni zevceliğe ka­bul etmemdir” buyurdu.
Hz. Cüveyriye bütün bütün şaşırdı. Esaretten kurtulduğu gibi, böylesine bü­yük bir şerefe de nâil olacaktı. Bir an kendi âlemine daldı. Peygamber Efen­dimizin yurtlarına varmadan birkaç gün önceki rüyasını hatırladı: Ay, Me­dine’den sanki yürüyüp gömleğine girmişti.[3]Bir anlık şaşkınlıktan sonra, yü­zünde sevinç alâmetleri belirdi. Pey­gam­be­ri­mizin teklifine cevabı şu oldu:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Eğer beni bu şerefe nâil ederseniz, şüp­he­siz benim için bun­dan daha hayırlı bir devlet ve saadet olamaz!”[4]

Hâris b. Ebî Dırar’ın Müslüman Olması

Hz. Cüveyriye’nin babası Hâris b. Ebî Dırar da, o sırada, kızını kurtarmak için yanına develer alarak Medine’ye doğru yola çıkmış idi. Akik vadisine va­rınca develerine baktı. Kıyamadığı ikisini, vadide iki dağ arasında kuytu bir yere sakladı. Sonra, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi.
“Yâ Muhammed! Kızımı esir almışsınız. Şunlar, onun fidye-i neca­tıdır” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Akik’te, filan dağlar arasında filan kuytuya sak­lamış olduğun iki deveyi neden getirmedin?” diye sordu.
Haris, birden şaşırdı. Hiç kimse, develeri oraya saklamış olduğunu bilmi­yordu. Artık beklemek manasızdı. Derhal, “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; muhakkak sen de Allah’ın Resûlüsün! Vallahi, yaptığımı Al­lah’tan başka kimse bilmiyordu!” diyerek Müslüman oldu. Onunla birlikte, iki oğlu ve kavminden ya­nın­da bulunanlar da orada Müslüman oldular.[5]

Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Cüveyriye’nin Fidye-i Necatını Ödemesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sâbit b. Kays’a (r.a.) haber gön­de­rip, durumu ken­disine arz etti. Hz. Cüveyriye’yi kendisinden istedi. Sâbit b. Kays tereddüt göstermeden, “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Sana onu bağışla­dım!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, fidye-i necatını ödeyerek Hz. Cü­vey­ri­ye’­yi baba­sına teslim etti.

Hz. Cüveyriye’nin, Pey­gam­be­ri­mizle Evlenmesi

Müslüman olan Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe kabul etmek üzere, Peygamber Efendimiz, onu, babası Hâris b. Ebî Dırar’­dan istedi. Baba Haris buna muvafa­kat gösterdi.
Peygamber Efendimiz, dört yüz dirhem mehir vererek Hz. Cü­veyri­ye’­yi zev­celiğe aldı.[6]
Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldığını gören ashab-ı ki­ram, “Re­sû­lul­lah’ın zevcesinin akraba ve taallûkatı artık esir kalmamalıdır” diyerek ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Bu esirler arasında sadece yüz tane kadın vardı.
Bunun için Hz. Âişe der ki:
“Ben, kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı, daha mübarek bir kadın bil­miyorum!”[7]
Gerçekten de, Hz. Cüveyriye bahtiyar bir kadındı. Bir günde, esir iken hem Resûl-i Ekrem Efendimize zevce olma şerefi ve saadetine erdi, hem de kavmi­nin esaretten kurtulmasına sebep oldu.
Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldığını duyan Müsta­lıkoğullarından birçok kimse de, bu mürüvvet ve âli­ce­nab­lığa hayran ka­lıp, Medine’ye gelerek Müslüman oldular.
Peygamber Efendimizin bütün evliliklerinde ayrı ayrı hikmet ve maslahat­lar vardır. Bu evliliğinde de içtimaî bir hikmet ve maslaha­tı göz önünde bu­lundurmuştur. O da, kalpleri kendisi­ne ve İslam’a ısındırmak, kabileleri akra­balık bağı kurarak etrafında toplamak, kendisine ve İslam’a yardımcı kılmaktı. Malumdur ki insan bir kabileden veya bir aşiretten evlendiği zaman, onunla o kabile veya aşiret arasında bir yakınlık meydana gelir; bu da tabii olarak, on­ları o insanın yardımına koşturur.
İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cüveyriye’yle evlenmesinde bu maksat ve gayeyi gütmüştür. Ve bunda, görüldüğü gibi, muvaffak da olmuştur.

Hz. Cüveyriye’nin Asıl Adı

Hz. Cüveyriye’nin asıl adı “Berre” idi. Bu ismi beğenmeyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, evlendikten sonra, ona cariyenin musağğarı olan ve “kadıncık” ve­ya “kızcağız” manasına gelen Cüveyriye ismini taktı.[8]
Hz. Cüveyriye, son derece ittika sahibi idi. Yoksullara, fa­kirlere karşı son de­rece şefkatli, merhametli davranırdı. Ye­mez, başkasına yedirir; içmez, baş­ka­sına içirirdi.
Bir gün Resûl-i Ekrem, odasına girerek, “Yiyecek bir şey var mı?” diye sor­muştu.
Hz. Cüveyriye, “Hayır yâ Re­sû­lal­lah! Yanımda yiyecek bir şey yok. Sadece bir davar kemiği vardı ki onu da kadın azatlımıza sadaka olarak verdim!”[9]ce­vabını vermişti.
Hz. Cüveyriye, Hicret’in 57. yılında vefat etti. Bâkî Kabristanı’na defnedildi

_______________________________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 307; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 116.
[2]Kesişme yapmak, bir esirin tayin edilen muayyen miktarı kazanıp efendisine vererek esirlikten kurtul­maya kendini müsait hâle getirmesi demektir.
[3]İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 303.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 307; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 117.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 308; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 177.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 118.
[9]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 430.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 5. senesi Şâban ayı)

Huzaa kabilesinden Benî Müstalık oymağının reisi Hâris b. Ebî Dırar, kabi­le­siyle birlikte etrafta sözünü geçir­diği birkaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanı­yordu.[1]
Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Pey­gamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğ­renmek istiyordu. Bu maksatla, ashaptan Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi vazifelendir­di. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yur­duna gidecek, durumu öğrene­cekti.
Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Pey­gam­be­ri­mize, onları şüphe­lendirmemek ve kendini muhafaza et­mek gayesiyle hakikate muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem, gerektiğinde böyle hareket edebileceği müsaadesini verdi.
Hz. Büreyde, Müstalıkoğulları yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi dav­randı ve “Ben, sizdenim. Şu adam (Pey­gam­be­ri­mizi kastederek) için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itaat edenlerle size katılmak is­tiyorum. Onların (Müslümanların) kökünü kazıyıncaya kadar iş birliği yapa­lım!” diye konuştu.
Benî Müstalıkların reisi Hâris b. Ebî Dırar, “Biz de bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!” dedi.
Hz. Büreyde, “Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim” diyerek oradan ayrıldı.[2]
Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriya Efendimize bil­dirdi.

İslam Ordusunun Hareketi

Şâban ayının ikinci Pazartesi günü idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişiyle, yerine Hz. Zeyd b. Hârise’yi ve­kil tayin ederek Medine’den hareket etti. İslam ordusunda otuz kadar at vardı. Ayrıca Ezvac-ı Tâ­hi­rat’­tan Hz. Âişe ile Hz. Üm­mü Seleme validemiz de Ordu-yu Saa­det’le birlikte idiler.[3]
Gariptir ki münafıklar, hiçbir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Birçoğu İslam ordusuna katılmıştı.[4]Maksatları, ganimetten istifade etmek ve fır­sat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesat düşürmekti.
Müstalıkoğullarının Âkıbeti
İslam ordusu, Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından birini ele geçirdi. Yapılan davet üzerine Müslüman olma­yınca, öldürüldü.[5]
Bunu duyan Müstalıkoğulları, fazlasıyla korktular; hatta etraftan topladık­ları birçok kimse, kendilerini terk ederek dağıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, ensarınkini ise Sa’d b. Ubâde’ye verdi. Hz. Ömer’e, “‘Lâ ilâhe illallah!’ deyiniz de canlarınızı, mal­ları­nızı koruyunuz” diye seslenme­sini emretti.
Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler; üstelik, mücahit­lere ok atarak, çar­pışmayı bizzat başlatmış oldular.[6]
Bunun üzerine, mücahitler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygam­ber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma em­ri verdi. Hücum netice­sinde Benî Müs­ta­lık­lardan on kişi öldürüldü, geri kalanları ise esir alındı.[7]
İslam ordusundan ise, sadece bir mücahit yanlışlıkla düşmandan biri sanı­larak bir Müslüman tarafından şehit edildi.[8]
Benî Müstalıklardan esir alınanlar iki yüz kadardı. Birçok deve, sığır ve da­var da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı, usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahitler arasında bölüştürüldü.
Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.[9]
Münafıkların Bir Tertibi
Müreysi Zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahitlerle burada birkaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.[10]Hatta bazı kay­naklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiçbir gazâya bu derece ilgi gös­terdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi: Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendi­rerek birbirine düşürmek, aralarına fitne fesat tohumu saçmak...
İşte, bu bekleme esnasında, Hazreç kabilesinden Benî Amr b. Avf’ın mütte­fiki olan Sinan b. Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer’in Benî Gifar’dan ücretle tut­tuğu seyisi Cahcah ara­sında, kuyu başında kovalarının birbirine karışması yü­zünden bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Si­nan’ın yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise fer­yadı basıp, “Yetişin ey ensar, neredesiniz?” diye bağırdı.
Öte taraftan Cahcah da, “Yetişin muhacirler, neredesiniz?” diye seslendi.[11]
Feryatları duyan ensar ile muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdı­lar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirine gireceklerdi. Mu­hacirlerle ensar­ın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşma­lar yap­tılar.
O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve “Câhiliyye insanlarının davası mı güdü­lüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryatlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.
Ashap, bir muhacirin ensardan bir Müslümanı tokatladığını söyleyince, “Bı­rakınız şu Câhiliyye âdet ve davasını... Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Câhiliyye davasını güden, kendini cehenneme atmış olur”[12]buyurdu.
Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve davasından vaz­geçti.

Abdullah b. Übey’in İşi Alevlendirmesi

Bu esnada münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Se­lûl’ün ortaya atıldığı gö­rüldü. Zira, bu hadise, onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahane ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim “Ey ensar! Bu muhacirler, sâye­nizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuş­larken, şimdi bi­ze böylesine hakaretle mu­amele ediyorlar” diye bağırdı.
Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek, “Bunları şehrinize getirip yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek se­bep, yine sizsiniz. Val­lahi, bir Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan (güya kendisi ve etbaı) en zelil ve en zayıf olanı (hâşâ Pey­gam­be­ri­miz ve muhacirler) oradan sürüp çıkaracaktır”[13]diye konuştu. Arkasından da bir sü­rü herzeler savurdu.
Orada bulunan genç sahabe Hz. Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Übey’in bu sözle­rine karşı çıktı ve “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan, ancak sensin! Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır” dedi.
Başmünafık, bu sözler karşısında derhal vaziyet değiştirdi ve “Ey kardeşi­min oğlu! Sus! Vallahi, ben şaka yapmıştım!”[14]diyerek münafıklığını ortaya koy­du.
Hz. Zeyd b. Erkam susmadı. Abdullah b. Übey’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Ya­nında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas, Muhammed b. Mes­leme gibi muhacir ve ensardan zât­lar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tah­kik etmeyi uygun buldu. Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übey’e karşı bir kin ve düş­manlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” diye sordu.
Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.
Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.
Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelime­sine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etti.
Abdullah b. Übey’in bu sözleri sarfettiği haliyle orduda duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hak­kında haksız yere isnatta bulundun” di­yerek Hz. Zeyd b. Erkam’ı kınadılar.
Zeyd, onlara cevaben, “Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Ve eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım, yine Re­sû­lul­lah’a gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâlâ’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Re­sû­lul­lah’ın sözlerimi doğrulayaca­ğını umarım” dedi.
Sonra da, “Allahım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir!”[15]di­ye dua etti.
O sırada Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Müsaade buyur da şu münâfığın boy­nunu vurayım! Eğer onu muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyor­sanız, Sa’d b. Muaz veya Muhammed b. Mesleme’ye emredin, onu öldürsün­ler!”[16]dedi.
Resûl-i Ekrem bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da dü­şündürücü oldu: “Eğer ben onun öldürülmesine müsaade edersem, Medine eşrafından birçoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur?”[17]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen, mücahit­lere derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Hâlbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktığı vâkî değildi.[18]

Abdullah b. Übey’in, Söylediklerini İnkâr Etmesi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah b. Übey’i yanına çağırdı:
“Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.
Başmünafık, söylediklerini inkâr etti: “Hayır! Sana kitabı indirilmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!” dedi.

Pey­gam­be­ri­mizden, Sıcakta Yola Çıkmanın Sebebini Sormaları

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçir­mesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı.
Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böy­le zamanda yola hiç çıkmazdın” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.
Üseyd b. Hudayr, “Hangi adam, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sor­du.
Peygamber Efendimiz, “Abdullah b. Übey...” dedi.
Üseyd b. Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “‘Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zayıf olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır’ de­miş” dedi.
Üseyd b. Hudayr, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen, sen, onu Me­dine’den sürüp çı­ka­rır­sın! Vallahi, zelil ve zayıf olan odur; aziz ve kuvvetli olan da sensin! Yâ Re­­sû­lal­lah, sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muamele buyur! Vallahi, Allah, se­ni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu. O, elin­den saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır!” diye konuştu.[19]
Peygamber Efendimiz, mücahitlerin Abdullah b. Übey’­in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bu­nun için hareket emri verdiği günden ertesi günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahitler son derece yorulmuş­lardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basın­ca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuz­luktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.
Böylece Re­sû­lul­lah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında büyümesine fır­sat vermemiş oluyordu.

Şiddetli Fırtınanın İfade Ettiği Mana

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’a mevkiinden hareket edeceği sı­rada şiddetli bir fırtına esti. Mücahitler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasın­dan endişe duydular. Zi­ra, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Size Uyeyne b. Hısn’tan bir zarar gel­mez” dedi; sonra da, “Korkmayınız! Bu fırtına, büyük bir kâfirin ölü­mü dolayısıyla es­mektedir!” buyurdu.
Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye var­dıklarında, münafıklara arka çıkan Yahudi büyüklerinden Rufâ’a b. Zeyd b. Ta­but’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.[20]Bu adam, Pey­gam­be­ri­mizin ve İslam’ın azılı düşmanlarından biriy­di.

Hz. Abdullah’ın Teklifi

Kaderin cilvesi bu... Abdullah b. Übey nifakın reisliğini yaparken, oğlu Ab­dullah ise İslam’ı fevkalâde bir ciddiyet ve ittika içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktı.
“Yâ Re­sû­lal­lah! Babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek is­tediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyu­runuz, şu anda gidip başını Huzur-u Şerif’e getireyim! Bütün Hazreçliler bilir­ler ki babama pek ziyade muhab­betim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havâle ederseniz, ihtimal ki o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir mü’mini öldürerek cehenneme müstahak olurum!” diye konuştu.
Sahabedeki iman, işte böylesine kuvvetliydi: Re­sû­lul­lah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!
Resûl-i Ekrem, verdiği cevapla, bu kahraman sahabeyi teselli etti: “Ey Ab­dullah! Babanı öldürmeyi istemedim; hiç kimseyi de onu öldürmekle vazife­lendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranırız!”[21]

Hz. Abdullah’ın, Babasının Önünü Kesmesi

İslam ordusu, Medine’ye yaklaşmıştı.
Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah b. Übey’in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve “İzzet ve kuvvetin Allah’a ve Resû­lüne âit olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım!” dedi.
Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddetli hiddetli söyleyen, oğ­lu Abdullah idi. Bunun nasıl yapabilirdi? İman etmiş görünen münafık, el­bette gerçek bir imanın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi! Oğluna, “De­mek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?” de­di.
Hz. Abdullah, “Evet” dedi. “Bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en ze­lil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım! Hatta izzet ve şerefin Allah’a ve Resûlüne âit olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum!”
Başmünafık, Hz. Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca, mec­bu­ren, “Ben şehâdet ederim ki izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûlüne ve mü’min­le­re âittir” dedi.
Hadiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah’a, “Allah, seni Re­sû­lünden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın” diyerek dua etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.[22]

Medine’ye Geliş

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine’ye geri döndü.[23]

Münafıklar Hakkında Müstakil Sure İnmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl ile di­ğer münafıklar hakkında müstakil bir sure nâzil oldu. Surede meâlen müna­fıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:
“Münafıklar sana geldikleri zaman, ‘Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın Peygamberisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O’nun Peygamberisin. Fakat Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar ol­duğunu da biliyor.
“Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah’ın yolundan saptırdılar. Hakikat, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!
“Bu (kötü amelleri şundandır): Çünkü onlar, (zâhiren) iman ettiler; fakat sonra kalpleriyle kâfir oldular. Bu yüzden kalplerinin üstüne (küfür) mühr(ü) basıldı. Onun için onlar (iman hakikatini) anlamazlar.
“Onları gördüğün zaman, gövdeleri (kalıpları kıyafetleri belki) hoşuna gi­der. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Hâlbuki onlar, giydirilmiş (kocaman) odunlar gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman, on­lar­dır. O halde onlardan sakın. Allah gebertsin onları! Nasıl olup da (haktan) dön­dürülüyorlar?”[24]
Surenin daha sonraki ayetlerinde ise, Abdullah b. Übey’in sarfettiği sözler­den bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:
“Onlar öyle kimselerdir ki ‘Allah’ın peygamberi yanında bulunan kimseleri beslemeyin. Ta ki dağılıp gitsinler’ diyorlardı. Hâlbuki, göklerin ve yerin hazi­neleri Allah’­ın­dır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar.
“Onlar, ‘Eğer Medine’ye dönersek, andolsun, en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir (ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki, şeref, kuvvet ve galibiyet Allah’ındır, Peygamberinindir, mü’minle­rindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”[25]

Allah, Zeyd’i Tasdik Etti

Bu ayetler nâzil olup, münafıkların, yalancıların ta kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyd b. Er­kam’ı huzuruna çağırdı. Ku­la­ğından tuttu ve “İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!” buyurdu; sonra da, “Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti!” dedi.[26]

__________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 63.
[2]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 584.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[5]Vakidî, Megazi, c. 1, s. 406.
[6]İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 298.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.
[8]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 302; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 302.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[12]Buharî, Sahih, c. 4. s. 160.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[14]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 597.
[15]Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 417.
[16]Taberî, Tefsir, c. 28, s. 114.
[17]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[18]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.
[19]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.
[20]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.
[22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 65.
[23]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 65.
[24]Münafıkûn, 1-4.
[25]Münafıkûn, 7-8.
[26]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 5. senesi Zilkade ayı)

Hz. Zeyneb bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme bint-i Ab­dül­mut­ta­lib’in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evlatlık edindiği Hz. Zeyd b. Hârise’yle evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ek­rem Efendimiz yapmıştı[1]
Hz. Zeyneb ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde, sırf Pey­gamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.[2]

Hz. Zeyd’in, Hz. Zeyneb’i Boşaması

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeyneb’i kendisine mânen küfüv [denk] bul­mu­yordu. Bu durum, mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyor­du. Nitekim evli­liklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gele­rek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ailemden ayrılmak istiyorum” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, cevaben, “Zevceni tut, boşa­ma! Allah’­tan kork!” buyurdu.[3]
Fakat Hz. Zeyd, Hz. Zeyneb’in başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış oldu­ğunu ve bir peygambere hanım olacak fıtrat­ta bulunduğunu ferasetiyle his­setmişti. Kendisini de ona zevc olarak fıtratta mânen küfüv bulmadığ için bo­şadı.

Pey­gam­be­ri­mizin, Allah’ın Emriyle Hz. Zeyneb’i Alması

Peygamber Efendimiz, “mânevî geçimsizlik” sebebiyle Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb arasındaki evliliğin dolayı son bul­masından son derece üzüldü. Çünkü bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeyneb (r.a.) ile hadiseden dolayı üzülen akraba­larının gönlünün alınması gerekiyordu.
Hz. Zeyneb’in iddeti [boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet] dol­muştu. Bu sırada 35 yaşında bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün, Hz. Âişe validemizle otur­muş, sohbet edi­yordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
“Vakta ki Zeyd, o kadından alâkasını kesti, onu boşadı —kadın da iddetini tamamladı—; Biz de, onu sana zevce yap­tık. Ta ki evlat­lıkların, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü’minler üzerine günah olmasın.
“Allah’ın emri yerine getirilmiştir.
“Allah’ın, üzerine farz ve takdir ettiği herhangi bir şeyi ifa etmesinde Pey­gambere hiçbir vebâl olmaz.
“Nitekim daha önceki peygamberlerde de, bu, Allah’ın (tatbik ettiği) âdeti­dir. Allah’ın emri, behemehal yerini bulan bir kaderdir.”[4]
Vahiy hali sona erince, Peygamber Efendimiz gülümsedi ve “Allah’ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeyneb’e kim gidip müjdeler?” buyurdu.
Ayet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, Zey­neb’i zevce­liğe alması için Pey­gam­be­ri­mize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu emre uyarak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almıştır. Ayet-i kerimedeki “Biz onu sana zevce yaptık” beyanı, bu nikâhın bir akd-i semâvî olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki bu nikâh, harikulâde, örf ve zâhirî muamelelerin üstünde ve sırf kaderin hükmüyledir ki Resûl-i Kibriya Efendimiz de, kaderin o hükmüne boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

Bu Evliliğin Mühim Bir Hikmeti

Cenab-ı Hakk’ın emriyle Peygamber Efendimizle Hz. Zey­neb arasında ku­ru­lan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer’î hükmü olduğu gibi, bütün mü’minleri ilgilendiren bir hikmeti ve fayda tarafı da vardı. Bu konuyla ilgili gelen vah­yin, “Ta ki evlatlıkların, kendilerinden alâkalarını kes­tikleri zevcele­rini almakta mü’minler üzerine günah ol­ma­sın” meâlindeki kısmında beyan buyrulmuştur. Çünkü Câhiliyye devrinde, bir kimse birisini evlat edindiği za­man, halk, evlat­lığı, onun adıyla anar ve evlatlık, öz evlat gibi o kimsenin mi­rasından faydala­nırdı. Haliyle, bu inan­ca göre, evlatlığın boşadığı kadını, onu evlat edinen kim­se alamazdı, bu haramdı.
İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlâ’nın emrine uya­rak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almasıyla, Câhiliyye devrinin bu inanç ve âde­tinin bâtıl olduğu or­ta­ya kondu. Böyle bir durumda mü’minler için de vebâl ve günahın söz ko­nusu olamayacağı belirtildi.[5]

Münafıkların Dedikoduları

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlenince, her meselede fırsat kollayıp Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya can atan münafıklar, bu mese­lede de ileri geri konuşmaya başladılar. Câhiliyye devri inancına göre, evlatlı­ğın boşadığı karısını almayı ha­ram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz aley­hinde dedikodu ve­silesi yaparak “Muhammed, evladın ka­rısıyla evlenmeyi haram kıl­dı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” deyip yayga­raya baş­ladılar.[6]Gelen vahiy bu hususa da cevap veriyor­du: “Muham­med, er­keklerinizden hiçbirinin öz babası değildir (Tabii ki Zeyd’in de öz babası de­ğildir). Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”[7]
Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibarıyladır, beşerî şahsiyetleri itibarıyla değildir. Bu bakımdan, elbette onlar­dan zevce al­manın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim, zi­hinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksa­dıyla, meâlini aldığımız son ayet-i kerimeyle mânen şöyle demektetir:
“Peygamber rahmet-i İlâhîye hesabıyla size şefkat eder, pe­derâne muamele eder ve risâlet nâmına siz onun evladı gibisiniz. Fa­kat şahsiyet-i insaniye itiba­rıyla pederiniz değildir ki sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere ‘Oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evladı ola­mazsınız!”[8]
Böyle birçok cihetten hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da —hâşâ— Resûl-i Kibriya Efendi­mizin yüce şahsiyetine gölge dü­şürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin gözünden kaçmaz.

Düğün Ziyafeti ve Bir Mucize

Evliliklerinde ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendi­mizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlendiği gün, Enes b. Mâlik’in an­nesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Me­dine hurması gön­derdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeyneb’e kâfi gelebilecek kadardı.
Hadiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren “Hâdim-i Nebevî” unvanıyla şöhret bulan Hz. Enes b. Mâlik şöyle anlatır:
“Nebi (a.s.m.), götürdüğümü kabul etti ve ‘Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a.) çağır’ diye emretti; bu arada da­ha birçok kimsenin ismini zik­retti. Re­sû­lul­lah’ın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana em­retmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini ça­ğırdım.
“Bu sefer bana, ‘Bak, mescitte kim varsa, onları da çağır’ dedi. Öyle yaptım. Mescide gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, ‘Re­sû­lul­lah’ın düğün ziyafetine buyurunuz!’ dedim. Geldiler.
“Nihayet sofa doldu.
“Bana, ‘Mescitte kimse kalmadı mı?’ diye sordu.
“‘Hayır’ dedim.
“Bu sefer, ‘Bak, yolda kim varsa, onları da çağır’ dedi.
“Çağırdım. Odalar da doldu.
“‘Gelmeyen kimse kaldı mı?’ diye sordular.
“‘Hayır, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Haydi, çanağı getir’ buyurdu.
“Getirip önüne koydum.
“Elini çanağın üzerine koyup bereket duasında bulundu. Bundan sonra, ‘Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin’ buyurdu.
“Davetliler, emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böy­lece bütün davetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.
“Ben çanaktaki hurmaya ve yağa bakıyordum. Sofada ve odalarda bulu­nanların hepsi ondan doyuncaya kadar yediler. Çanakta kalan ise getirdiğim kadardı!
“Re­sû­lul­lah bana, ‘Ey Enes, kaldır!’ diye emretti.
“Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hadiseyi ol­duğu gibi anlattım.
“Annem de bana, ‘Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer Allah, ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı’ dedi.”[9]
Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini, daveti ve risâleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucizelere mazhar olmuş­tur. Duasıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucize göster­mişlerdir. Mevzuyla ilgisi bakımından bu mucizeyi burada naklettik. Ve dua ediyoruz:
“Yâ Rab! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bereketi hürmetine bi­ze ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!”

Hicab Ayetinin Nâzil Olması

Hz. Zeyneb’in düğün yemeğine davet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kal­mıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu du­rumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ar­dınca diğer Ezvac-ı Tâhirat’ın da odalarına uğradı. Otu­rup konuşanlar gitmiş­lerdir zannıyla döndü. Fakat onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, onlara bir şey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe validemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygam­ber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i saadete girdi.
Daha önceleri de Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hanımları­nı­zı perde arkasına al­sanız... Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider” derdi. Fakat Cenab-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ömer’in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hatta bir gün Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Sevde’yi dışarıda görmüş ve “Ey Sevde! Biz seni tanıdık!” demişti.[10]Bu sözü, hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarf et­mişti.
Hz. Zeyneb’in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hadise mey­dana gelince, hicab ayeti nazil oldu:
“Ey iman edenler! Bundan sonra Peygamberin evlerine —ye­me­ğe davet edil­meden, vakitli vakitsiz— girmeyin. Fakat davet olun­du­ğunuz zaman girin. Ye­meği yediğiniz zaman dağılın. Söz din­lemek veya sohbet etmek için de (izin­siz) girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eza vermekte. O, ‘Girmeyiniz veya kal­kıp gidiniz’ demekten sıkılıyordur. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez. Bir de, onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit, perde ardından is­teyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların kalpleri için daha temizdir. Si­zin, Allah’ın Resûlüne eza verme­niz (doğru) olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da ebedî câiz değildir. Bu, Allah katında çok bü­yük günahtır.”[11]
Nâzil olan bu ayet-i kerimeyi, Peygamber Efendimiz, dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvac-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler.[12]
Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlar ile hizmetçi ve hür­riyetlerine kavuşmak için anlaş­ma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ez­vac‑ı Tâhirat ge­rek­tiği zaman, ancak perde arkasında konuşur, görüşürler­di.[13]
Bir gün, Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Mey­mûne bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah İbni Ümmî Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygam­ber Efendimiz, hanımlarına, “Perde arkasına çekiliniz” diye emretti.
Onlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! O âmâ değil midir? Gözleri gör­mez ve bizi tanımaz” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Siz de âmâ mısınız? Onu görmü­yor musunuz?” di­ye buyurdu.[14]

Müslüman Kadınlara Tesettürün Emredilmesi

Bir kısım edebsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.
Bunların, mü’minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, “Biz onları köle sanmıştık!” diyerek mâzeret uy­dururlardı.
Bu hadiseler üzerine, Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu ayet‑i kerime nâzil oldu:
“Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, iç elbi­selerinin üzerlerine cilbablarını [örtülerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanı­nıp eza edilmemelerine daha uygundur.”[15]

____________________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 101.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[4]Ahzab, 37-38.,
[5]Câhiliyye devrinin bu evlat edinme âdeti, Kur’an-ı Kerim’in şu meâldeki âyet-i kerîmeleriyle orta­dan kaldırılmıştır:
“Allah, evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu mücerred, sizin ağzınızdan çıkan bir söz­dür. Hâlbuki Allah hak söyler ve kullarını doğru yola sevk­le hidâyete kılar.
    “Ev­lat edindiğiniz kimseleri babalarına nisbet edin. Zira, Allah katında insanları babalarına nis­bet et­mek sevab ve adalettir. Eğer onların babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o hâlde on­lar dinde si­zin kardeşleriniz olmakla beraber, dostlarınızdır da... Hata ettiklerinizde ise, size bir vebâl yoktur. Allah Teâlâ, kullarının geçmiş günahlarını mağ­ri­fet ve gelecekte merhamet eder.” (Ahzab, 4-5).
[6]Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 352.
[7]Ahzab, 40.
[8]Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 28-29.
[9]Müslim, Sahih, c. 2, s. 1051.
[10]Müslim, Sahih, c. 4. s. 151.
[11]Ahzab, 53.
[12]Müslim, Sahih, c. 4, s. 151.
[13]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 177.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 178.
[15]Ahzab, 59.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget