Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Hicret’in 7. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)

Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın Kâbe’yi zi­yaret edip umre yapmalarına, Ku­reyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzala­nan Hudeybiye Antlaşması’yla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve ar­zularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslam’dan haberdar et­miş ve onları İslam’a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslami­yet­le mü­şerref olmuşlardı. Ayrıca Hay­ber’i fethederek, he­men hemen Arabistan Ya­rı­ma­dası’nda bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine İslamiye­tin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok ka­bileye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.
Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin ifası zamanı gelmiş bu­lu­nuyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazır­lan­malarını emretti. Bu emre göre, Hu­dey­biye Seferi’ne katılmış bulunanlar­dan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.[1]
O sırada Medine’ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diye­rek durumlarını arz ettiler.
Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Me­dine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sadaka olarak neyi ve­relim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!”
Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ne olursa... İsterse yarım hur­ma olsun!” bu­yur­du.

Medine’den Ayrılış

Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat’ı vekil bırakıp, umre için ha­zırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müs­lümanla Medine’den Mekke’ye, Beytullah’a doğru yola çık­tı.[2]Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca Ku­reyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma ge­reği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak ve o da kınına so­kulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Re­sû­lul­lah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabelerin na­zarından kaçmadı. Sordular: “Yâ Re­sû­lal­lah! Müş­riklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ah­din vardı. Hâlbuki, sen silah taşımaktasın!”
Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: “Biz, bu silahları Harem’e, Ku­reyşlilerin ya­nına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduraca­ğız!”[3]

Pey­gam­be­ri­mizin İhrama Girişi

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Mu­ha­cirlerin duyduk­ları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ede­ceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olma­dık eziyet ve işkencelerde bulunan Ku­reyş müşriklerine İslam’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!
Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurban­lık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.[4]
Artık etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadâ­la­rıyla adeta sarsılı­yordu:
“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülk! Lâ şerike leke.”[5]

Müşriklerin Korku ve Telâşı

Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki yüz atlı birliği ve be­raberinde götürdükleri silahlar, Mer­ru’z-Zehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.
“Nedir bunlar?” diye sordular.
Muhammed b. Mesleme, “Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) süvarileridir” dedi ve de­vam etti: “Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!”[6]
Adamlar şaşkına döndüler ve son sürat yol alarak haberi Mekke’ye ulaştır­dılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. “Muhammed, üzerimize yürüyor!” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
Gerçi Hz. Re­sû­lul­lah, Hendek Harbi’nden sonra, “Artık onlar bizim üzeri­mize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!” buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kâbe’yi ta­vaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.
Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adam­larını gönderdiler.

Peygamber Efendimiz, Merru’z-Zehran’da

Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslü­manlarla birlikte Merru’z-Zehran’a geldi. Oradan bütün silahları Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.[7]

Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye’cec’de

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mev­kiine vardı.
Bu sırada Ku­reyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed!” dediler. “Her­halde sana, bizim küçük veya büyük her­hangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş de­ğil­dir. Buna rağmen, Harem’e, kavminin yanına, böyle silah­lı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silahı olan kın­la­rına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin.”
Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: “Harem’e kınlarında sokulu kı­lıçlardan başka silahla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişim­dir! Fakat silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!”
Ku­reyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: “Senden bekle­nen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!”[8]

Mekke’nin Boşaltılması

Durum, temsilciler tarafından süratle Ku­reyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemi­ren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurani bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Ku­reyşliler, Mekke’yi boşalttılar.[9]

Peygamber Efendimiz, Mekke’de

Hz. Re­sû­lul­lah, müstesna bir ihtişam ve vakarla, devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları an­dırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazzama’ya, Beytullah’a yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” nidâları Mek­ke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurani sadâya cevap veri­yor­lar­dı. Müşrikler ise bu kuytu yerlerde, dağ başlarında adeta bu ulvî sa­dâya kulak­larını tıkamış, bu haşmetli man­zara karşısında gözleri­ni kapatmışlardı.
Kasvâ’nın yuları Şâir Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Hz. Re­sû­lul­lah’ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
“Ey kâfir oğulları! Re­sû­lul­lah’ın yolundan çekiliniz!
“Rahmân olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair ayetler indirdi.
“Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.
“En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”[10]
Bu ulvî ve nurani manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, tel­bi­ye­lerle Beytullah’a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram’a girince, omuz ih­ramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde göste­recek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yarlıgasın, esirgesin!”[11]bu­yurdu.
Sonra, sahabelere, Kâbe-i Muazzama’yı üç kere koşa ko­şa ve omuzlarını sil­ke silke tavaf etmelerini emretti[12]Zira, Ku­reyş müşrikleri, “Yanımızdan çı­kıp gittikten sonra Mu­hammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!” şek­linde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyor­lardı.
Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da ashab-ı kirama güçlü ve kuvvetli gö­rünmelerini emrediyordu.

Kâbe’yi Tavaf

Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde idi. Kas­vâ’nın yuları ise Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Sahabeler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.
Peygamber Efendimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istîlâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.
Ashab-ı güzin, tavafın ilk üç devresinde, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, hız­lı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.
Abdullah b. Revâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye de­vam ediyordu:
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki dininden başka gerçek din yoktur O’nun...
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki Muhammed Resûlüdür O’nun!
“Çekilin, ey kâfir oğulları, Re­sû­lul­lah’ın yolundan!”[13]
Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:
“Ey İbni Ravaha! Sen, Re­sû­lul­lah’ın önünde, Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.
Hz. Ömer’e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ey Ömer! Ona mani olma! Vallahi, onun sözleri, bu Ku­reyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok te­sirlidir”[14]diye­rek cevap verdi; sonra da Ab­dullah b. Revâha’ya dönerek, “De­vam et, devam et, ey İbni Ra­vaha!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu.[15]
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Ab­dullah b. Re­vâha’ya, “Allah’tan başka ilâh ve mâbud yoktur. bir olan O’dur, vaadini ger­çekleştiren O’dur, bu kuluna nusret veren O’dur, askerlerine kuvvet veren O’dur, toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur”[16]meâ­lin­deki duayı okumasını emretti.
Ashab-ı kiram da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın öğrettiği bu duayı hep bir ağız­dan söylemeye başladılar.

Müşriklerin Şaşkınlığı

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Re­sû­lul­lah Efendimizle ashab-ı kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çık­mışlardı.
Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama’yı üç ke­re tavaf ettiklerini görünce, “Demek, Medine’nin humması, sıtması onları za­yıf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye ka­naat etmeyip, silkine silkine koşu­yor­lar!” diyerek şaşkınlık ve hay­retlerini izhar etmekten kendilerini alamadı­lar.[17]

Sa’y Yapılması

Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbra­him’de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ tepe­sine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de, sa’y tamamlandıktan sonra da kur­banların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Re­sû­lul­lah’la bir­likte kurban­larını kestiler. Yine burada, ashaptan Hırâş b. Ümey­ye, Resûl-i Ek­rem Efendimizin başını kazıdı. Sahabe­ler de baş­larını traş ettiler.[18]
Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferi’nden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!

Hz. Bilâl’in Ezan Okuması

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek is­tedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu!” diyerek müsaade etmediler.
Öyle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygam­ber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünü­yorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nâhoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsa­nın­da bulunmuştur!” dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, “Şü­kür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!” di­yerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükür­ler olsun Allah’a ki babamı öl­dürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine di­kilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diye­rek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü ka­payanlar da görülüyordu.[19]
Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar eder­ken, ashab-ı kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle nama­zı burada eda edildi.

Hz. Meymûne’nin Pey­gam­be­ri­mize Nikâhlanışı

Asıl ismi “Berre” olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Ab­bas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Cafer’in hanımı Es­mâ’nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.[20]
Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip kon­duğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendi­mize, “Yâ Re­sû­lal­lah! Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu. Peygamber Efen­dimiz de bu teklifi kabul etti.[21]
Resûl-i Ekrem, henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’­ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Re­sû­lul­lah’­ındır!” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı.[22]
Hz. Abbas da, bunun üzerine, Pey­gam­be­ri­mizden dört yüz dirhem me­hir alan Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.[23]

Pey­gam­be­ri­mizin, Mekke’de Biraz Daha Kalmak İsteyişi

Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne’yle evlenmesin­de Ku­reyş müşrikle­riyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zira, bir müddet daha kalıp Ku­reyşlilerle konuşma fırsatını el­de etmek için bunu vesile kıl­mak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahe­desi’ne göre tespit edi­len kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendi­miz, Ku­reyş ileri gelenlerine, “İsterseniz, ailemle ev­lenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim” diye teklifte bulundu. Fakat Ku­reyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Pey­gam­be­ri­mizden Mekke’­den çıkıp git­me­sini istediler.
O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde vardı. Ku­reyş temsilcilerinin Resûl-i Kib­ri­ya Efendimize sert ko­nuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr’a, “Bu­ra­sı ne senin, ne de babanın top­rağıdır. Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) buradan an­cak anlaşma hük­mü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez” di­yerek çıkıştı.
Bunun üzerine Ku­reyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.
Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular.[24]

Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca!

Hudeybiye Antlaşması gereğince, Mekke’de kalma müd­de­ti olarak tayin edi­len üç gün dolmuştu.
Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine muhalif düşme­mek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzama’yı terk etmek zorunda kalıyordu. As­lın­da bu bir manada uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına günbe­gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla bir­likte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki birçok ak­rabasıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlerini ve İslam ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurani bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde iman ve İslam’a karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Adeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti!

“Amca! Amca!”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: “Amca! Amca!”
Dönüp baktılar. Sesin sahibi, “Şehitlerin Efendisi” Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından!” ifadesi ve manası vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma!” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.
Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.[25]

Pey­gam­be­ri­miz, Serif’te

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Mey­mû­ne’yle evlendi.[26]

Medine’ye Dönüş

Peygamber Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.[27]

Hz. Hamza’nın Kızı Ümâme’nin Hz. Cafer’e Teslim Edilmesi

Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye geti­ri­lince, üzerinde münakaşa çıktı.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetin­den sonra Hz. Hamza’nın çocuk­larının velisi ve vasîsinin kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını gö­rüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.
Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!”
Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Am­camın kı­zını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben be­nim kadar yakın de­ğilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”
Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Re­sû­lul­lah’a kalmıştı:
“Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kar­deşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benze­yensin!” dedikten sonra, kararı şöyle verdi:
“Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine ni­kâhlanıp gelemez!”[28]
Hz. Re­sû­lul­lah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürü­meye başladı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Cafer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kim­seden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!”[29]

_______________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 120.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 120.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[4]İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem...
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[8]Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 436; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 780.
[10]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[11]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13.
[12](Şeriat örfünde buna “remi” denir.) İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
[13]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 784.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[17]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[19]Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
[20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 137; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1915-1916.
[21]İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., c. 4, s. 1916.
[22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 132; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
[23]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 439.
[24]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 433; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[25]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 171; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
[26]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133-134.
[27]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[28]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 159-160.
[29]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 160


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.
Asıl ismi “Zeyneb” olan Hz. Safiyye, Benî Nadîr Reisi Hu­yey b. Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ b. Hukayk’ın oğlu Kinâne’yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar ta­rafından da Kamus Kalesi’nin teslim olması sırasında esir alınmıştı.[1]
Esirler toplandığı zaman Dıhyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir cariye alma­sına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz. Safiyye’yi be­ğenip al­mıştı.[2]
Fakat ashab-ı kiram, Hz. Safiyye’nin Hayber Reisinin ge­lini ve Benî Na­dîr’in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Re­sû­lul­lah’a gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Benî Ku­rayza ve Benî Nadîrlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dıhye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen al­malısın!” diyerek itiraz etti­ler.[3]
Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde ashab-ı güzinin kal­ben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efen­dimiz, Hz. Dıh­ye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl’i de, Hz. Safiyye’yi ge­tirmeye gönderdi.

Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi Getirmesi

Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, on­ları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cese­dinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryat ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, ba­şı­na topraklar saçtı.
Uzaktan durumu fark eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bi­lâl’e, “Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duy­gusu sökülüp atıldı mı ki bu ka­­dıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?”[4]buyurdu.
Hz. Bilâl, mahcup mahcup huzurda boynunu büktü ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Zâ­tı­nı­zın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrede­rek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabe­ler, Peygamber Efen­di­mizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safiy] olarak aldığını an­la­dılar.[5]
Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye ai­lesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası, İslamiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabi­lecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem’in bazı evliliklerinde siyasî durumu göz önünde bulun­durmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerin­den birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslamiyete ve Müs­lümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.

Hz. Safiyye’nin Tercihi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’ye İslam’ı anlattı ve “Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edine­ceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni azat ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!”[6]buyurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kut­sî kelâm duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda kalbi­nin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz beni İs­lamiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar­zu­la­mış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kal­mamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam ne de kar­deşim vardır! Sen, beni küfürle İslamiyetten birini seçmekte serbest bırakı­yorsun! Allah ve Allah’ın Resûlü, bana azat edilmem­den ve kavmimin yanına dönmem­den daha sevgilidir! Ben onları ter­cih ediyorum!”[7]
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’yi hürriyetine kavuş­turdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi.[8]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye ile Hayber’de ger­değe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman râzı olmamanın se­bebi neydi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden kork­muştum. Onlardan uzakla­şınca emniyete kavuştum!”[9]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit ça­dırda gerdeğe girdi.

Hz. Safiyye’nin Rüyasını Anlatması

Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Se­bebini sordu. Hz. Safiyye izah etti:
“Kinâne, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rü­yamda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şahit oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz Hükümdarı Muhammed’e var­mak istiyorsun!’ diyerek yüzü­me bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.”[10]

Hz. Ebû Eyyûb’un Fedakârlığı

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının et­ra­fında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elin­de kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Eba Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.
Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybe­den ve henüz yeni Müs­lüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğin­den korktum da çadırını bekledim!”[11]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, “Allah, seni hay­ra erdirsin!” diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı:
“Allahım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!”[12]

Mücahitlerin Sabah Namazını Kaçırmaları

Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashab-ı kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah na­mazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahitler, bütün gece yol al­dık­ları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber Efendimizin em­riyle bir yerde konakladılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz” diye ashab-ı kirama sordu.
Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahitler uyudular.
O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çök­müş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uy­kuya daldı. Mücahitlerin “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demeleriyle an­cak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı!
Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diye­rek sitem etti.
Hz. Bilâl, “Anam babam, sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin ruhunu tutan kudret, benim de ruhumu tuttu, bırak­madı!” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin!” buyurdu.[13]
Sahabelerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!” buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku!” diye emretti.
Ezan okununca Müslümanlar toplandı.
Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünne­tini kılınız” bu­yur­du.
Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Bi­lâl! Kamet getir” de­di.
Hz. Bilâl kamet getirdi.
Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, ashab-ı ki­rama döndü ve “Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin” diye buyurdu.[14]

Medine’ye Dönüş

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahitlerle bir­likte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud dağı görününce, “Biz Uhud’u se­ve­­­riz, Uhud da bizi!” diye buyurdu. Ordusuyla Medine’ye girerken de, “Yâ Rab­­bi! Sen­den başka mâbud yoktur; yalnız sen varsın. Senin ortağın yoktur; bü­­tün mülk senindir. Bütün hamd da senindir. Allahım! Biz, sana yöneldik; gü­­nahlarımızdan tevbe ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize sec­de, Rabbimize hamd ederiz. Rabbimiz vaadinde sâdıktır; kuluna (Muham­med’e) nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğ­ratıp sindirmiştir”[15]diye dua etti.[16]

______________________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 350; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 120.
[2]Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 153.
[3]Ahmed-i İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 102.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.123.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-123.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-125
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.122-123.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 121.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 126.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 354-355.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355.
[14]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 163.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 123-124.
[16]Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazâdan, hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başı­na çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)

Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gön­derdiği Fe­tih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadet­mişti.

Medine’den Hareket

Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bu­lunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hay­ber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya işti­rak etmek istedikleri görülüyordu; “Hay­ber’­e biz de sizinle gidelim!” diyor­lardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Ke­limetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecek­tir!” buyurdu.[1]Bunu, Medine’nin içinde halka ilan et­ti.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Ke­li­me­tul­lah’tır.
Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.[2]Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hay­ber’­de bulunduğu sı­rada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Ha­be­şistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katıla­caklardır.
Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Re­sûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp es­nasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihti­yaçlarını karşılamakla meşgul ola­caklardı.[3]
Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bıra­ka­rak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahit­ler, pür şevk ve coş­kunluk içinde yollarına devam ediyorlar­dı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heye­can ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamaz­dık, zekât vere­mezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olun­ca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalple­rimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!”[4]şiiriyle dile getiri­yordu.
Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rah­met etsin!” buyurdu.[5]
Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.

“O, ne sağırdır, ne gaib…”

Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titri­yor­du. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ek­ber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendi­miz, “Canınıza acıyı­nız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyor­su­nuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!”[6]diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize il­miyle, ira­desiyle, kud­retiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ves­veseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha ya­kı­nız (Her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır).”[7]
Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve is­teklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rab­bine şöyle yalvarıyordu:
“Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlük­ten, gev­şeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimse­le­rin musallat olmasından sana sığınırım!”[8]

İslam Ordusu Recî’de

Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konak­ladılar. Burası, Hayber’le Gata­fan­la­rın yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gata­fan­lar­dan yar­dım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Ga­ta­fan­la­ra, “Şayet Yahudilere yardım etmez­lerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mah­sûlünün kendilerine ve­rileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul et­memişlerdi.
İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafan­lardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiç­bir yardım­da bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.

İslam Ordusu, Hayber Önlerinde

Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hay­ber’e doğru iler­ledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti ol­madığından sabahı bekledi.

Pey­gam­be­ri­mizin Duası

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgele­diklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savur­duk­larınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hay­rını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığını­rız!”[9]diye dua etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üze­re kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşı­rıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar.[10]
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Pey­gam­be­ri­mizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de ol­dukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Re­sû­lul­lah, bütün bunları göze alarak, güya, ge­lemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp ka­lelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yur­duna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”[11]diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tek­rar­ladı.[12]

Düşman Cephesi

Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalele­rin­de kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde top­landılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.

Çarpışmanın Başlaması

Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üze­ri­ne ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kur­muş­tu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit ya­ralandı.
İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikeler­den mücahit­ler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Na­tat Ka­le­si’nin üst taraflarına geliyor, akşama ka­dar Yahudilerle çarpışıyor, akşamle­yin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.

Pey­gam­be­ri­mizin Hastalanması

Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün müca­hitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpış­maya gönderdi. Şiddetli çar­pışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle bir­likte çarpışmaya gön­derdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı.[13]
Yedi gün böylece devam etti.
Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesle­me... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hal­de Natat Kalesi di­binde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.[14]

Amir b. Ekva’nın Şehit Olması

Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, ken­disine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordu­gâ­hına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti.[15]Zaten, Efen­di­miz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine erece­ğine işaret buyurmuşlardı.[16]

Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması

Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygam­ber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.
Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müs­lü­manla Hic­ret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hay­ber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş aç­tılar.[17]
Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hü­reyre de (r.a.) bulunuyordu.[18]Orada Hz. Re­sû­lul­lah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hü­reyre, Ehl-i Suffa’ya dâ­hil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ay­rıl­ma­dı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan et­tiğinden, birçok ha­dis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazar­dı; ben yazmazdım” demiştir.

Sancak Hz. Ali’de

Muhasara devam ediyordu.
Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir”[19]buyurdu.
Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile ge­çirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve sa­mi­mi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar ar­zu ettiğim, hiç­bir zaman olmamıştır!”[20]diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duy­gular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın ge­tirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efen­dimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağız­larından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Re­sû­lul­lah, “Ali nerede?” diye sordu.
Artık fatih belli olmuştu.
Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.
“Yâ Re­sû­lal­lah, onun gözleri ağrıyor” dediler.
Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan göz­leri Fahr-i Kâi­nat’ın mübarek duasıyla şifa buldu.[21]
Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.
Hz. Ali der ki:
“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”[22]
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bun­dan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi gi­yer ve asla üşümezdi.[23]
Hz. Re­sû­lul­lah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak do­lu bakış­lar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Re­sûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fet­ho­lu­nacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edin­ceye kadar çarpış, sakın ar­kana dönme!”[24]diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerli­yordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışa­cağım?” diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
“Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bu­lu­nanca­ya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerin­de­ki­nin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.”[25]
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Re­sû­lal­lah, Müslüman oluncaya kadar onlarla sava­şacağım!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin ya­nına varın­caya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman olduk­ları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlar­dan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır”[26]buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.
Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Re­sû­lul­lah’ın beyaz sancağıyla mücahit­lerin önünde iler­le­yip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anla­tıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etme­diler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yi­ğidi, mü­cahitler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Mer­hab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu du­yunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sar­mıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere ars­lanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünü­yor­du.
Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, anne­min bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en hey­betli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!”[27]diye ce­vap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Ese­dullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfi­kâr’la ikiye bölünerek yere düştü.[28]
Manzarayı gören Hz. Re­sû­lul­lah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hay­ber’in fethi artık kolaylaştı.”[29]
Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sö­kerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep be­raber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadı­lar![30]
Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimi­zin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan et­mişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Na­tat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. On­lara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk et­mek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.

Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!

Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına al­mıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Ha­beşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsu­nuz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” ce­vabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an durakla­mış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder ol­muş­tu.
Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemi­yor, meseleyi kay­na­ğından öğrenmek istiyordu.
İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çı­kageldi!
“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sor­du.
Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunma­dı­ğına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şe­hâdete, Allah’tan başkasına iba­det etmemeye çağırıyorum” buyurdu.
Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şe­hâdete bulunursam bana ne var?”
Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” de­di.[31]
Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söy­le­mişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mev­ki­le­­rine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre mua­mele gö­rü­yorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”
Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete gi­rersin!”[32]
Yesar bu sefer, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.
Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”
Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahipleri­nin yanına vardılar.[33]

Yesar’ın Şehit Olması

İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atı­lan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.[34]
Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yer­de uzatıl­mıştı. Cenazeye bakan Hz. Re­sû­lul­lah’ın bir ara yüzünü çe­vir­diğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ondan yüzü­nü­zü niçin çevirdiniz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öl­dürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”[35]
İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözet­mi­yor­du. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî sevi­ye­nin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçüm­se­miyor, Müs­lüman olup olmamasında —hâşâ— herhan­gi bir küçümseme eseri göster­mi­yor­du; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebe­dî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!

Netice

On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu istekle­rini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu madde­ler tespit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrı­men­kul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden baş­ka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılacak.
5) Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye ta­ahhüdünün hâricinde kalacaklardır.[36]
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudi­ler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!”[37]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlar­dı. Bu sebeple Peygamber Efendi­miz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hay­ber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştü­rülmesi şartıyla onların tek­rar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından or­tadan kaldırıla­bilecekti.[38]Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletme­de ortaklık ak­detmiş gibi, işledikleri araziden yarı nis­be­tin­de bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdul­lah b. Revâha Haz­­retlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, son­­ra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşı­sın­­da Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayak­ta duruyor!”[39]demek­ten kendilerini alamazlardı.

Şehit ve Ölü Sayısı

Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi ka­lelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudi or­dusunda ölü sayısı ise doksan üçü buluyordu.[40]
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhi­line alınmış oldu.
Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılma­mış­tı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşis­tan muhacirleri çıkıp geldiler.[41]Resûl-i Ek­­rem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu.[42]Pey­gamber Efen­dimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmış­tır.[43]

Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!

Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirler­den bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” de­dikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hic­ret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğre­nince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Val­lahi, sizler Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olan­larınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve na­sihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazan­mak yo­lunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Re­sû­lul­lah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını so­racağım!”
O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.
Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” di­ye sordu.
Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” bu­yurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hic­ret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!”[44]
Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece se­vindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açık­ça göstermektedir.

Ganimetler

Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hu­dey­biye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulu­nan bü­tün sahabelere taksim edildi.[45]Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iş­ti­rak edenlere, Hay­ber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edece­ğini önceden haber verip müjdelemişti.[46]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) baş­kanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hay­ber’de Müslümanlara kavuşan Habe­şistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.[47]
Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk ön­ce beş parçaya ay­rıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört par­ça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslü­manlar arasında taksim etti.[48]
Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ke­tî­be mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beş­te dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit ol­mak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.[49]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecele­ri­ne göre, akrabaları, hanımları, Müs­lüman erkek ve kadınlar arasında bölüş­tür­dü.[50]
Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bun­ların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efen­di­mizin emriyle, Müs­lümanlar, Tevrat nüs­halarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göster­miş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Al­lah tarafından daha önceki peygambere gönde­rilmiş mu­kad­des kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.

Yahudilerin, Pey­gam­be­ri­mizi Zehirlemeye Kalkışmaları

Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Ya­hudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir tür­lü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir ter­tiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Pey­gam­be­ri­miz ashabıyla birlikte istira­hate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir terti­bin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zey­neb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efen­dimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye edi­yorum!” diyerek Peygamber Efen­dimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bu­lunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”[51]diye buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yut­muştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden mo­rardı ve ânında şehit oldu.[52]
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu iti­raf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”[53]
Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu ta­şımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip af­fet­miş­tir.[54]Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
Hz. Re­sû­lul­lah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in ve­resesine vermiş, on­lar kısas olarak öldürmüşler.[55]

Hayber’de Yasaklanan Şeyler

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,
2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.[56]

Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması

Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Mu­hay­yı­sa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahu­dilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna mu­vaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Re­sû­lul­lah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce ka­bul etmediler. Sonra Peygamber Efen­dimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Ya­hu­dilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacakların­dan korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Pey­gam­ber Efendimiz onların bu teklifini ka­bul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efen­dimize mahsus kılındı. Sâir Müslü­manlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yo­luyla fethedilen yerler Peygamber Efendi­mi­ze tahsis buyrul­muş­tur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan ara­zi­nin yarısı Pey­gam­be­ri­mize kaldı.[57]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarf­ederdi.[58]

Vadi’l-Kurâ’nın Alınması

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hay­ber’­den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Bu­ra­sı, Hay­ber ve Teyma arasındaki köyle­rin bulunduğu bir yerdi. İslam’­dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar et­mişlerdi.
Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yan­larına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müs­lüman ol­dukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakıla­cağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bil­dirdi.[59]Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasa­ra­nın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldü­rül­dü.[60]
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadı­lar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.[61]
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne gö­re beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan aha­liye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.[62]
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Va­di’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya ge­lir gelmez, cizye vermeyi kabul et­tiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, top­rakları da ellerinden gitmemiş oldu.[63]

Hayber Fethi’nin Önemi

Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam dev­letine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sul­hü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulundu­ğun­dan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koş­ma­ları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahu­dilerin Ku­reyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edil­miş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müş­riklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böy­lelikle, Ku­reyş müşriklerinin Müslü­manlara her zaman kullan­ma­yı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılı­yorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hay­ber’­in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bil­dikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düş­meleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenil­mez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hay­ber’­in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.

__________________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 106.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 364.
[3] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 271.
[4] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 344-345; Değişik ifadelerle bkz. Buharî, Sahih, c. 3, s. 48; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1427-1429.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1428.
[6] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 50.
[7] Kaf, 16.
[8] Nesaî, Sünen, c. 8, s. 265.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 148.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 111.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 344; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 109; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[12] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 353.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 303.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c 4, s. 303.
[16] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1428.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 327.
[18] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 328.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 111; Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 353.
[20] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1872.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 340; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 51.
[22] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 99.
[23] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 560.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 352.
[25] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 352.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; İbn Kayyim, Zâdü’lMeâd, c. 2, s. 149; İbn Kesir, A.g.e,, c. 3, s. 351.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 347; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 112; Taberî, Tarih, c. 3, s. 94; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 357.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 112; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 52.
[29] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 657.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349-350; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 359.
[31] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 361.
[32] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 362.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 376-377; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 744.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352-371.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352.
[39] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 369.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[41] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 35.
[43] Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1946.
[44] Buharî, Sahih, c. 3, s. 53-54; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1947.
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 364.
[46] Fetih, 18-19.
[47] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 108; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[48] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 363.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 365-367.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 175.
[52] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 767.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Taberî, Tarih, c. 3, s. 95; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 397.
[54] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 181.
[55] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 769.
[56] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 345.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 368.
[58] Muhammed el-Hudarî, Nuru’l-Yakîn, s. 195.
[59] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 413.
[60] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[61] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[62] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[63] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 775.Medine'den hareket(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı sonları / Milâdî 628)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget