Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ehlu'l-Hadîs
Bk. Ashâbu'l-Hadîs.
Aynı manada Ehlu'l-Hadîs ve Ehlu'1-Eser tabirleri de kullanılır. Her ikisi de “hadîs ehli, hadisciler” manasına gelir. Kendisini Hadis İlmine adamış âlimlerle, hadis rivayetiyle meşgul olan ravilere denir.
Hz. Peygamber'in sözlerinden, davranış ve hareketlerinden, takrir denilen ve huzurunda yahut gıyabında başkaları tarafından yapılan işleri kabul etmesinden ibaret Sünnet, ibadet, mu'amelat, helal-haram, ahlâk ve öteki dinî yve ictima'î konularda Kur'ân-ı Kerim'den sonra gelen kaynaktır. Sünnet, Kur'ân’ın mücmel hükümlerini tafsil eder; onları açıklar ve uygulama şekillerini gösterir. Bunun yanisıra Kur'ân'da olmayan hükümler koyar.
Sünnetin İslâm Dini'ndeki böylesine önemli yeri müslümanları Hz. Peygamber'in vefat edişinin ardından sünneti aksettiren hadisleri toplamaya sevketmiştir. Bilhassa fetihlerin genişlemesi sonucu çeşitli dil, din, ırk ve kültürden hayli insanın İslâm idaresine girmesiyle ve birtakım siyasî, ictima'î, kültürel ve öteki bazı sebeplerle müslümanlar arasında anlaşmazlıklar başgösterince hadisin önemi bir kat daha artmıştır. Çok geçmeden yüzlerce, binlerce müslüman hadis rivayetiyle meşgul olmuştur. Aralarında rivayet ilminin inceliklerini bilen alimler yetişmiştir. Hadis ilimleri ve rivayetiyle meşgul olan bu alimlere ashâbu'l-hadis adı verilmiştir.
Birinci hicri asrın sonlarına doğru tâbi'îlerden de hadisleri, rivayet yollarını, rivayetler arasındaki farkları iyi bilen âlimler çıkmıştır. Bunların büyük çoğunluğu herhangi bir dinî meselede Kur'ân-ı Kerim veya hadise dayanmadan hüküm vermeyi hoş karşılamamışlardır. Hal böyle olunca sünneti aksettiren hadîsleri toplamak üzere yoğun bir faaliyet başlamıştır. Hz. Peygamber'den rivayette bulunan sahabîlerin bulundukları şehirlere akın edilmiş; herhangi bir yerde hadis rivayetiyle ün salmış âlim varsa yanma kadar gidilmiştir. Bu uğurda uzun, yorucu ve çetin yolculuklar yapılmıştır. Ashab-ı hadisten yüzlercesinin görev aldığı ve bu çalışma sonucu toplanan hadisler yazılı metinlere ve kitaplara geçirilmiştir. Böylesine yoğun faaliyet içinde toplanan, bir yanda ezberlenmek, öte yandan yazılı metinlere geçirilmek suretiyle tesbit ve muhafaza altına alınan hadislerin tasnifi, herbirinin ravilerini, rivayet yollarının, sıhhat derecelerinin tesbit edilmesi ancak hadis alimlerinin yılmak bilmeyen gayretleriyle mümkün olmuştur. Zamanla çoğalan ve sayıları yüzbinlere varan rivayetler arasından gerçekten Hz. Peygambere ait olanların, zayıflarından hatta uydurmalarından ayırdedilebilmesi yine ashab-ı hadisin gayretleri ve tesbit ettikleri kaide ve metotların sonucudur.
Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre sonra müslümanlar arasında ayrılık meydana gelmesiyle oluşan siyasî ve itikadı fırkaların herbiri kendi görüşlerini yayabilmek ve taraftar toplamak gayreti içinde hadisleri istedikleri doğrultuda yorumladıkları gibi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan da geri kalmamışlardır. Ashab-ı hadisin yoğun mesailerinin önemli bir sonucu da burada görülmüştür. Onlar Hz. Peygamber'e ait sahih hadisleri rivayet etmekle bozguncu fikirlerin yayılmasına az da olsa mani olmuşlardır. Böylece bir yandan islâmiyet'in özünü aksettiren sahih hadisleri toplumun istifadesine sunarken diğer taraftan sahtelerini tesbit etmek suretiyle İslâm'ın asıl şeklinin korunmasında büyük rol oynamışlardır.
Fıkıh ilminin ikinci kaynağı Sünnet; dolayısıyle hadislerdir. Fıkıh alimlerinin gerek Fıkıh usûlü kaidelerinin tesbitinde gerekse fıkıh meselelerinin çözüme bağlanmasında delil olarak kullandıkları hadisler, ellerine ancak ashab-ı hadisin gayretleriyle ulaşmıştır. Kısacası hadisciler bir bakıma havarilerin Hz. İsa'nın tebliğ ve talimatlarını yaymak konusunda yaptıkları vazifeyi Hz. Peygamber ve İslâm Dini için yapmışlardır. Yüklenmiş oldukları vazifenin önemi onlara toplum içinde haklı bir şöhret kazandırmış ve hadis alimleri her yerde büyük itibar görmüşlerdir.
Bununla birlikte bilhassa kelâmcılar hadiscilere şiddetle hücum ederek onları yalan ve çelişkili rivayetler nakletmekle, dolayısıyle de ihtilafların ve fırkaların doğmasına, müslümanların birbirlerine düşman kesilip birbirlerini küfürde itham etmeye kadar ileri gitmelerine sebep olmakla suçlamışlardır. Onların doğrusunu eğrisinden ayırdetmeden bütün rivayet ettikleri hadisleri nakletmeleri sebebiyle her fırka kendi görüşüne hizmet edecek hadis bulabilmiştir. Hicaz ve Iraklı fakihlerin fıkhın pek çok bölümünde ihtilafa düşmeleri bu yüzdendir. Teşbih hadisleriyle allah'a iftira etmişler; naklettikleri akıl dışı rivayetlerle İslâm'a hücum ve onunla alay edilmesine sebebiyet vermiş; ihtida edeceklere engel olmuşlar; tereddüt geçirenlerin daha da şüphelere dalmasına yol açmışlardır. Bu (hadisciler) rivayet ettikleri şeyi pek az bilen ondan pek az nasiplenen kimselerdir. İlim ve hadisin dış yüzüyle yetinirler. Kendilerine “rivayet usulünü biliyor” denmesini kafi görmüşler “yazdığını biliyor, bildiğiyle amel ediyor” denmesine kulak asmamışlardır. 88
Kelamcılarm bu tenkit ve ithamlarına hak vermek mümkün değildir. Gerçi ashab-ı hadis, her işittiklerini rivayet etmişlerdir. Hatta onların bu durumları “onların meseli, sırtında kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir” anlamına gelen ayetle 89anlatılmak istenerek hakaret konusu bile yapılmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki her meslekten olduğu gibi hadisciler arasından da gerekli bazı özellikleri taşımayanlar veya yetenek itibariyle zayıf insanlar çıkmıştır. Ancak böyleleri diğer dirayet sahibi ashab-ı hadis yanında devede kulak gibidir. Kaldı ki, İbn Abbas'ın tabiriyle söyleyelim, “ank deveye de yağızına da binilmeye başlanması üzerine” yani, ehliyetsiz kişilerin önüne gelen rivayeti hadis diye nakletmesi karşısında hadislerin sahihini sakîminden ayırdedebilmek için hayli kaideler konmuş, tedbirler getirilmiştir. Bu tedbirleri alanlar, kaideleri koyanlar ashab-ı hadistir. Kendilerini Hadis İlmine adamış olan bu müslümanlann dini bir sorumluluk duygusu içinde hareket ettiklerine şüphe yoktur. Bunların, belki de gördükleri vazifeden hoşlanmayan bazı mezhep mensupları tarafından hem de genelleme yapılarak tenkit edilmeleri hiç bir İnsaf ölçüsüyle bağdaşmaz.
Şurası da var. Herhangi bir mezhep veya görüşe taassup derecesinde bağlı ve sırf mezhebini kuvvetlendirmek üzere veya başka maksatlarla uluorta rivayetlerde bulunanların tamamen hasbî duygularla hadis rivayet eden ve böylece İslâm Dini'ne hizmet etmiş olanlarla bir tutulmasına da imkan görülemez.
Ashâb-ı hadis ve faziletlerinden bahseden eserlerden bir kaçı şunlardır:
1. Şerefu Ashâbi'l-Hadîs, el-Hatibu'l-Bağdâdî,
2. Şerefu Ashâbi'l-hadîs, el-Hasen b. Ahmed İbnu'l-Bennâ.
3. Menâkibu Ehli'l-Âsâr: Ebu İsmail Abdullah b. Muhammed el-Herevî,
4. Kadiyye fi'r-Red alâ men Âbe'l-Hadîse ve Ehlehû: Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr el-Humeydî,
5. el-intisâr li-Ashâbi'1-Hadîs, Ebu'l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed es-Sem'ânî,
6. el-İntisâr li-Ehli's-Sunneti ve'1-Hadîs: Ebu'1-Vefâ Ali b. Akîl,
7. Kitâbu Fadli Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Kasım Ali İbnu'l-Hasen, (İbn Asâkir),
8. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Ferec Abdurrahmân b. Ali (İbnu'l-Cevzî).
9. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu Abdillah Muhammed b. Abdi'l Vâhid el-Makdisî.90

Ehlu'l-Eser
Bk. Ashâbu'l-Hadîs.
Aynı manada Ehlu'l-Hadîs ve Ehlu'1-Eser tabirleri de kullanılır. Her ikisi de “hadîs ehli, hadisciler” manasına gelir. Kendisini Hadis İlmine adamış âlimlerle, hadis rivayetiyle meşgul olan ravilere denir.
Hz. Peygamber'in sözlerinden, davranış ve hareketlerinden, takrir denilen ve huzurunda yahut gıyabında başkaları tarafından yapılan işleri kabul etmesinden ibaret Sünnet, ibadet, mu'amelat, helal-haram, ahlâk ve öteki dinî yve ictima'î konularda Kur'ân-ı Kerim'den sonra gelen kaynaktır. Sünnet, Kur'ân’ın mücmel hükümlerini tafsil eder; onları açıklar ve uygulama şekillerini gösterir. Bunun yanisıra Kur'ân'da olmayan hükümler koyar.
Sünnetin İslâm Dini'ndeki böylesine önemli yeri müslümanları Hz. Peygamber'in vefat edişinin ardından sünneti aksettiren hadisleri toplamaya sevketmiştir. Bilhassa fetihlerin genişlemesi sonucu çeşitli dil, din, ırk ve kültürden hayli insanın İslâm idaresine girmesiyle ve birtakım siyasî, ictima'î, kültürel ve öteki bazı sebeplerle müslümanlar arasında anlaşmazlıklar başgösterince hadisin önemi bir kat daha artmıştır. Çok geçmeden yüzlerce, binlerce müslüman hadis rivayetiyle meşgul olmuştur. Aralarında rivayet ilminin inceliklerini bilen alimler yetişmiştir. Hadis ilimleri ve rivayetiyle meşgul olan bu alimlere ashâbu'l-hadis adı verilmiştir.
Birinci hicri asrın sonlarına doğru tâbi'îlerden de hadisleri, rivayet yollarını, rivayetler arasındaki farkları iyi bilen âlimler çıkmıştır. Bunların büyük çoğunluğu herhangi bir dinî meselede Kur'ân-ı Kerim veya hadise dayanmadan hüküm vermeyi hoş karşılamamışlardır. Hal böyle olunca sünneti aksettiren hadîsleri toplamak üzere yoğun bir faaliyet başlamıştır. Hz. Peygamber'den rivayette bulunan sahabîlerin bulundukları şehirlere akın edilmiş; herhangi bir yerde hadis rivayetiyle ün salmış âlim varsa yanma kadar gidilmiştir. Bu uğurda uzun, yorucu ve çetin yolculuklar yapılmıştır. Ashab-ı hadisten yüzlercesinin görev aldığı ve bu çalışma sonucu toplanan hadisler yazılı metinlere ve kitaplara geçirilmiştir. Böylesine yoğun faaliyet içinde toplanan, bir yanda ezberlenmek, öte yandan yazılı metinlere geçirilmek suretiyle tesbit ve muhafaza altına alınan hadislerin tasnifi, herbirinin ravilerini, rivayet yollarının, sıhhat derecelerinin tesbit edilmesi ancak hadis alimlerinin yılmak bilmeyen gayretleriyle mümkün olmuştur. Zamanla çoğalan ve sayıları yüzbinlere varan rivayetler arasından gerçekten Hz. Peygambere ait olanların, zayıflarından hatta uydurmalarından ayırdedilebilmesi yine ashab-ı hadisin gayretleri ve tesbit ettikleri kaide ve metotların sonucudur.
Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre sonra müslümanlar arasında ayrılık meydana gelmesiyle oluşan siyasî ve itikadı fırkaların herbiri kendi görüşlerini yayabilmek ve taraftar toplamak gayreti içinde hadisleri istedikleri doğrultuda yorumladıkları gibi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan da geri kalmamışlardır. Ashab-ı hadisin yoğun mesailerinin önemli bir sonucu da burada görülmüştür. Onlar Hz. Peygamber'e ait sahih hadisleri rivayet etmekle bozguncu fikirlerin yayılmasına az da olsa mani olmuşlardır. Böylece bir yandan islâmiyet'in özünü aksettiren sahih hadisleri toplumun istifadesine sunarken diğer taraftan sahtelerini tesbit etmek suretiyle İslâm'ın asıl şeklinin korunmasında büyük rol oynamışlardır.
Fıkıh ilminin ikinci kaynağı Sünnet; dolayısıyle hadislerdir. Fıkıh alimlerinin gerek Fıkıh usûlü kaidelerinin tesbitinde gerekse fıkıh meselelerinin çözüme bağlanmasında delil olarak kullandıkları hadisler, ellerine ancak ashab-ı hadisin gayretleriyle ulaşmıştır. Kısacası hadisciler bir bakıma havarilerin Hz. İsa'nın tebliğ ve talimatlarını yaymak konusunda yaptıkları vazifeyi Hz. Peygamber ve İslâm Dini için yapmışlardır. Yüklenmiş oldukları vazifenin önemi onlara toplum içinde haklı bir şöhret kazandırmış ve hadis alimleri her yerde büyük itibar görmüşlerdir.
Bununla birlikte bilhassa kelâmcılar hadiscilere şiddetle hücum ederek onları yalan ve çelişkili rivayetler nakletmekle, dolayısıyle de ihtilafların ve fırkaların doğmasına, müslümanların birbirlerine düşman kesilip birbirlerini küfürde itham etmeye kadar ileri gitmelerine sebep olmakla suçlamışlardır. Onların doğrusunu eğrisinden ayırdetmeden bütün rivayet ettikleri hadisleri nakletmeleri sebebiyle her fırka kendi görüşüne hizmet edecek hadis bulabilmiştir. Hicaz ve Iraklı fakihlerin fıkhın pek çok bölümünde ihtilafa düşmeleri bu yüzdendir. Teşbih hadisleriyle allah'a iftira etmişler; naklettikleri akıl dışı rivayetlerle İslâm'a hücum ve onunla alay edilmesine sebebiyet vermiş; ihtida edeceklere engel olmuşlar; tereddüt geçirenlerin daha da şüphelere dalmasına yol açmışlardır. Bu (hadisciler) rivayet ettikleri şeyi pek az bilen ondan pek az nasiplenen kimselerdir. İlim ve hadisin dış yüzüyle yetinirler. Kendilerine “rivayet usulünü biliyor” denmesini kafi görmüşler “yazdığını biliyor, bildiğiyle amel ediyor” denmesine kulak asmamışlardır. 88
Kelamcılarm bu tenkit ve ithamlarına hak vermek mümkün değildir. Gerçi ashab-ı hadis, her işittiklerini rivayet etmişlerdir. Hatta onların bu durumları “onların meseli, sırtında kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir” anlamına gelen ayetle 89anlatılmak istenerek hakaret konusu bile yapılmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki her meslekten olduğu gibi hadisciler arasından da gerekli bazı özellikleri taşımayanlar veya yetenek itibariyle zayıf insanlar çıkmıştır. Ancak böyleleri diğer dirayet sahibi ashab-ı hadis yanında devede kulak gibidir. Kaldı ki, İbn Abbas'ın tabiriyle söyleyelim, “ank deveye de yağızına da binilmeye başlanması üzerine” yani, ehliyetsiz kişilerin önüne gelen rivayeti hadis diye nakletmesi karşısında hadislerin sahihini sakîminden ayırdedebilmek için hayli kaideler konmuş, tedbirler getirilmiştir. Bu tedbirleri alanlar, kaideleri koyanlar ashab-ı hadistir. Kendilerini Hadis İlmine adamış olan bu müslümanlann dini bir sorumluluk duygusu içinde hareket ettiklerine şüphe yoktur. Bunların, belki de gördükleri vazifeden hoşlanmayan bazı mezhep mensupları tarafından hem de genelleme yapılarak tenkit edilmeleri hiç bir İnsaf ölçüsüyle bağdaşmaz.
Şurası da var. Herhangi bir mezhep veya görüşe taassup derecesinde bağlı ve sırf mezhebini kuvvetlendirmek üzere veya başka maksatlarla uluorta rivayetlerde bulunanların tamamen hasbî duygularla hadis rivayet eden ve böylece İslâm Dini'ne hizmet etmiş olanlarla bir tutulmasına da imkan görülemez.
Ashâb-ı hadis ve faziletlerinden bahseden eserlerden bir kaçı şunlardır:
1. Şerefu Ashâbi'l-Hadîs, el-Hatibu'l-Bağdâdî,
2. Şerefu Ashâbi'l-hadîs, el-Hasen b. Ahmed İbnu'l-Bennâ.
3. Menâkibu Ehli'l-Âsâr: Ebu İsmail Abdullah b. Muhammed el-Herevî,
4. Kadiyye fi'r-Red alâ men Âbe'l-Hadîse ve Ehlehû: Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr el-Humeydî,
5. el-intisâr li-Ashâbi'1-Hadîs, Ebu'l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed es-Sem'ânî,
6. el-İntisâr li-Ehli's-Sunneti ve'1-Hadîs: Ebu'1-Vefâ Ali b. Akîl,
7. Kitâbu Fadli Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Kasım Ali İbnu'l-Hasen, (İbn Asâkir),
8. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu'l-Ferec Abdurrahmân b. Ali (İbnu'l-Cevzî).
9. Menâkibu Ashâbi'l-Hadîs: Ebu Abdillah Muhammed b. Abdi'l Vâhid el-Makdisî.90

Ehlu'l-Bid'a
Kısaca bid'ate kapılmış kimseler manasına gelir. Aynı manada mubtedi' veya çoğul olarak mubtedi'a lafızları da kullanılır. Genellikle İslâmiyetin kemale ermesinden sonra ortaya atılıp dine nisbet edilen bid'atlara kapılmış kimselere denir.
Hadis ilminde ehlu'l-bid'a denilince itikadı bid'atlar denilebilecek, sahabe devrinin sonlarına doğru iyiden iyiye görülmeye başlayan Şi'a ve Râfizîlik, Hâricîlik ile daha sonraları vücut bulan Mürci'e, Cehmiye, Müşebbihe, Mücessime, Kaderiye, Cebriye, Mu'tezile gibi siyasî ve itikadı fırkaların taraftarları anlaşılır. Bu fırkaların herbirinin daha Çok Kur'ân-ı Kerim'in müteşabih ayetlerini te'vil etmek, hadisleri zoraki bir biçimde yorumlamak, nihayet hadis uydurmak suretiyle ortaya atıp yaydıkları fikirlere de bid'at denilmiştir. Dolayısıyla aşırı mutaassıp taraftar olmasalar bile bu fikirlere kapılanlar da bid'at ehlinden sayılmışlardır.
Burada işaret etmek yerinde olur ki bid'atlar. umumiyetle sahibini -Allah korusun- küfre götüren ve tekfir edilmesine sebep olan bid'at-i mükeffire ve küfre götürmese de sahibinin fasık sayılmasına sebep olan bid'at-i gayri mükeffire olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna bağlı olarak ehlu'l-bid'a da kapıldığı bid'atin şekline, bid'atini savunmada gösterdiği taassup ile yaymak konusundaki gayretlerine, bir de bid'atini müdafaa etmek üzere yalan söyleyip söylemediğine göre değerlendirilir.
Sahibinin ehl-i bid'attan sayılmasına sebep olan yukarıda isimleri sayılan fırkalardan Şi'a, Hz. Ali taraftarlarıdır. Başlangıçta Hz. Ali'nin imameti gibi makul bir fikirle yola çıktıkları halde Râfıza da denilen Râfiziler ile Gulat-ı Şi'a tabir edilen aşırı uçtaki şiîler, işi onun peygamberliğini hatta ulühiyetini iddia edecek kadar sapıklığın son noktasına götürmüşlerdir.
Havâric de denilen Haricîler, Hz. Ali ile Mu'aviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki hakem olayını bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkan ve onun saflarından ayrılanlardır. Sayıları önceleri on iki bin civarında olan bu fırka bir taraftan yönetimde gevşek davranarak hata ettiğini ileri sürerek Hz. Osman'ı; hakemi kabul ettiğinden dolayı Hz. Ali'yi, öte yandan Hz. Ali'nin hakkı olan hilafeti gasbettiği için Hz. Mu'aviyeyi, büyük günah (kebâir) işlediklerini ileri sürerek küfürle itham etmişlerdir.
Murci'e murtekibu'l-kebîre (büyük günah işleyenin durumu) meselesinden çıkmıştır. Bu gruba mürci'e denilmesinin sebebi, büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü Allah'a irca etmeleri, ameli imandan ayırarak tehir etmeleridir.
Cehmiye Allah'ın sıfatlarını ta'til eden fırka olarak bilinir. Müşebbihe ile Mücessime Allah'ı -haşa- insana benzetenlerle O'nu insan gibi cisme nisbet edenlerdir. Kaderiye ile Cebriye kader üzerindeki münakaşaların ortaya çıkardığı iki fırkadır. Bunlardan Kaderiye, kaderi inkâr ederek insana sonsuz bir hürriyet ve irade tanır. İyi ve kötü her fiilin insanın kendisinden sadır olduğunu ileri sürer. Cebriye ise aksine insanın rüzgâr önündeki tüy gibi olduğu; hiçbir irade gücü ve hürriyeti olmadığı görüşündedir. Bu iki fırkadan biri kaderi inkâr, diğeri kulun iradesini kaldırarak, her şeyi ilahî takdire bağladığı için her ikisinin mensubu ehl-i bid'at'tan sayılmıştır.
Cehmiyenin ilahî sıfatları ta'til edişi ile Kaderiyenin kaderi inkâr akidesinin tesiriyle vücut bulan Mu'tezile, tamamen eski Yunan felsefesinin etkisi altında gelişmiş bir fırkadır. İşte temel görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığımız bu fırkaların mensupları genelde bid'at ehli sayılmışlardır.
Ehlu'l-bid'a Hadis ilminde daha çok cerh ve ta'dil ilminin konusudur. Şöyle ki, hadis ravileri arasında yukarıda kısaca açıklanan ve bid'at telakki edilen fırkalara mensup olarak görüşlerini paylaşanlar çıkmıştır. Cerh ve ta'dil alimleri, bunların hallerini araştırıp, durumlarına göre hükümler vermişlerdir. Tabiatiyle ehl-i bid'attan sayılan ravilerin rivayet ettikleri hadislerle bu hadisleri rivayet etmenin hükmünü de açıklamışlardır. Bu hükümleri özetleyecek olursak, İslâm alimlerinin tümüne göre sahibini küfre götüren bir itikaddan dolayı ehli bidatten sayılan ravinin rivayeti kabul edilmez. Bir diğer görüşe göre böyle bir ravi, kendi akidesini yaymak ve propagandasını yapmak maksadiyle yalan uydurmanın helâl olduğuna inananlardan değilse rivayetleri makbuldür. Hattâbiye gibi akidesini yaymak ve yayılmasını sağlamak kasdiyle yalan söylemeyi helal görenlerdense kabul edilmez.
Kimi alimlere göre bid'at sahibi ravinin rivayeti diğer ta'n sebeplerinden kurtulmuşsa kabul edilir. İbn Haceri'l-Askalânî'nin “tahkik ehlinin görüşü” olarak nitelediği diğer bir görüşe göre bid'at ile tekfir edilen ravi sırf bid'ati yüzünden reddolunmamalıdır; zira kendilerine karşı olanların bid'at ehlinden olduğunu söylemeyen hiçbir taife yoktur. Hatta bazıları, bütün muhaliflerini tekfir edecek kadar ileri giderler. Buna göre bütün bid'at ehli sayılan ravilerin rivayetleri genelde merdud sayıldığı takdirde iş, gerçekten ehl-i bid'attan olanların da olmayanların da reddine varır. Bu konuda güvenilebilecek görüş şudur: Rivayeti reddedilen bid'atçı ravi namaz, oruç, hac, zekât gibi dinî vazifelerden birini inkâr eden yahut daha kötüsü, inkârla kalmayıp aksine inanan kimse olmadığı takdirde, rivayet hususunda zabt ve itkan, dışardan görünüş itibariyle de vera ve takva sahibi olduktan sonra rivayetini kabule hiçbir mani yoktur.
Kapıldığı bid'ati, hiçbir taife tarafından küfürle itham edilmesini gerektirmeyen, sadece fasık sayılmasını gerektiren ravinin rivayetinin kabulü konusunda ise üç görüş vardır. Bunlardan İmam Malike nisbet edilen ilkine göre fıska nisbet edilen ravi, ister itikadının propagandasını yapan dâ'i olsun, ister olmasın; ister mezhebini desteklemek maksadiyle yalanı helal görsün, ister görmesin rivayeti reddedilir; zira bid'ate kapılan ravi, bid'atinden dolayı fasıktir. Dolayısiyle fışkı te'vil edilmiş de olsa te'vilsiz fasık sayılan ravi gibi kabul edilir ve rivayeti reddolunur. Nasıl ki kafirin küfrü te'vil edileni ile edilmeyeni arasında fark yoktur. Mübtedi'nin rivayetini kabul etmek bir de onun bid'atinin değerim artırmaya ve adını anmak suretiyle adının yayılmasına sebep olur.
İkinci görüşe göre bid'ate kapılan ravinin rivayeti, bid'atine rağbeti artırmak maksadiyle yalan söylemeyi caiz gören bir kimse olmadıkça, dâ'i olsun olmasın, farketmez; kabul edilir. Yukarıda da bir nebze söz konusu edilen bu görüş, İmam Şafii'ye aittir. Onun bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Rafizilerin Hattâbiye kolu hariç, heva ehlinin rivayeti kabul edilir.” Hattâbiye ise kendi taraftarlarının lehine yalan şahitliği caiz görürler. Nakledildiğine göre İbn Ebi Leylâ, Sufyânu's-Sevri ve Ebu Yusuf un görüşü de budur.
Üçüncü ve en sahih olan görüşe gelince, şöyledir: Kendisini fâsık yapan bid'ate sahip ravi, dâ'i olmadığı sürece rivayeti makbuldür. Bid'atinin propagandasını yapanlardansa makbul değildir; zira bid'atinin propagandasını yapan kimsenin, akidesinin aleyhine olabilecek rivayetleri gizlemek hevesine düşüp onları tahrif ederek kendi mezhebinin öngördüğü şekle sokmasından korkulur. Bununla birlikte kimi muhaddisler, mezhebinin da'isi olmayan yani propagandasını yapmayan ravinin rivayeti, kendi bid'atini takviye edecek bir şey değilse kabul edilir görüşündedirler. Nitekim Ebu İshâk b. Ya'kubu'l-Cûzecânî şöyle demiştir: “Bid'at ehlinden bazıları hak yoldan yani sünnetten sapmış olmakla birlikte doğru sözlüdürler. Böylelerinin rivayet ettiği hadisi, bid'atini takviye edecek cinsten değilse, kabul etmekten başka çare yoktur.” 183
Zahiriye âlimlerinden İbn Hazm da bid'at sahibi ravinin sadûk, hıfz ve itkan sahibi olması şartiyle rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. Ona göre ravinin da'i olup olmaması farketmez. Yeter ki, sadık, hıfzı tam ve itkan sahibi olsun.
Görülüyor ki ehl-i bid'attan olan ravinin rivayeti genelde bid'atinin propagandasını yapan biri olmadığı sürece merdud sayılmamıştır. Ne var ki ravi, rafızî ise da'i olsun olmasın, rivayeti makbul değildir. Zehebî'ye göre tam manasiyle rafızî olan bir kimsenin hadis rivayetinde hiçbir kıymeti yoktur. Özellikle rafızilerden özü sözü doğru, kendisine güvenilir bir kimse bulmak imkânsızdır; zira yalan bunların iliklerine işlemiştir. Takıyye ve nifak ise rafızilerde huy haline gelmiştir. 184
Rafizilerin rivayetleriyle amel konusunda da üç görüş vardır. Bunlardan birincisine göre kayıtsız şartsız amel edilmez. İkincisi, yalancılık ve hadis uydurmakla cerhedilen hariç, râfızi ravinin rivayetiyle amel edilebilir. Üçüncüsüne göre ise sadûk ve rivayet ettiğini bilen rafızinin rivayeti kabul edilir. Dai olanın rivayeti sadûk bile olsa reddolunur. 185
Burada işaret etmek gerekir ki, rafızî raviler hakkında bu derece sert kayıtlar getirilmiş olmasına rağmen Şi'a için aynı derecede sert kaidelerin getirilmemiş olması dikkate şayandır. Bunun sebepleri vardır. Bir kere rafıziler, Şianın aşırı uçta olanlarıdır. İdeolojileri uğruna yalan söylemeyi mubah görürler. Yalancılığı adeta meslek haline getirmişlerdir. İmam Şafi'î “Rafıziler kadar yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan kimse görmedim” demiştir. Yezid b. Harun da şunları söylemiştir: “Dai olmadıkça bid'at ehlinden olan herkesten hadis yazılır. Ancak rafıziler müstesna; çünkü onlar yalan söylerler.”
Öte yandan Rafıziler hadis uydurmakla ve uydurdukları hadislere dinî emirler gözüyle bakmakla tanınmışlardır.186 Sadakat ve itkanın ön planda tutulduğu hadis rivayetinde yalana başvurdukları kadar bilhassa Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Abdullah İbnu'l-Mubârek böyle biri hakkında şöyle demiştir: “Ondan rivayette bulunmayınız; zira o selefe söverdi.” 187 Râfızîlerin rivayetlerine itibar edilmeyişinin başlıca sebepleri bunlardır. Hiç biri olmasa bile yalan söylemeleri rivayetlerinin reddedilmesi için yeterli sebeptir.
Şi'âya gelince bu fırka İslâm Tarihinde hadis uydurma faaliyetlerine önayak olmuştur. Kendilerine has bir hadis anlayışı vardır. Meselâ isnadı Ehl-i Beytten birine veya onlarca makbul sahabîye varmayan hadislere hadis gözüyle bakmazlar. Râfızîler kadar olmasa da yine bilhassa Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Onlar kadar bid'atini müdafaa eden, yaymaya çalışan fırka yoktur. Bununla beraber şiî ravilerin rivayetleri için râfızîlerin rivayetlerini kabul ölçüleri derecesinde sert tedbirlerin getirilmeyişinin önemli bir sebebi ikincilerine gulât denilmesine yol açan aşırı tutumlarıdır. Şu da var ki tabi'in ile tebe'u't-tâbi'in içinde Şia taraftarı olmakla cerhedilen pek çok muhaddis ve ravi vardır. Nitekim es-Suyütî, gerek Sahihi Buhâri, gerek Sahih-i Müslim, gerekse her ikisinin ravileri arasında Şia bidatiyle ta'n edilmiş ravilerin de bulunduğu 82 isim kaydetmiştir. 188Diyaneti sağlam, verasi kuvvetli, sıdkı malum ve sabit olan bu gibi bid'ate kapılmış raviler reddedildiği takdirde pek çok hadisi reddetmek icap eder. Bu önemli sebep dikkate alındığında aralarında Şiaya mensup olmakla itham edilenlerin de bulunduğu bid'at sahibi nice ravide hadis rivayetinde esas olan sadakat ile vera ve itkan esas alınmış ve hadisleri makbul addedilmiştir.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget