Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Sahibu'l-Bid'a
Bk. Ehlu'l-Bid'a.
Kısaca bid'ate kapılmış kimseler manasına gelir. Aynı manada mubtedi' veya çoğul olarak mubtedi'a lafızları da kullanılır. Genellikle İslâmiyetin kemale ermesinden sonra ortaya atılıp dine nisbet edilen bid'atlara kapılmış kimselere denir.
Hadis ilminde ehlu'l-bid'a denilince itikadı bid'atlar denilebilecek, sahabe devrinin sonlarına doğru iyiden iyiye görülmeye başlayan Şi'a ve Râfizîlik, Hâricîlik ile daha sonraları vücut bulan Mürci'e, Cehmiye, Müşebbihe, Mücessime, Kaderiye, Cebriye, Mu'tezile gibi siyasî ve itikadı fırkaların taraftarları anlaşılır. Bu fırkaların herbirinin daha Çok Kur'ân-ı Kerim'in müteşabih ayetlerini te'vil etmek, hadisleri zoraki bir biçimde yorumlamak, nihayet hadis uydurmak suretiyle ortaya atıp yaydıkları fikirlere de bid'at denilmiştir. Dolayısıyla aşırı mutaassıp taraftar olmasalar bile bu fikirlere kapılanlar da bid'at ehlinden sayılmışlardır.
Burada işaret etmek yerinde olur ki bid'atlar. umumiyetle sahibini -Allah korusun- küfre götüren ve tekfir edilmesine sebep olan bid'at-i mükeffire ve küfre götürmese de sahibinin fasık sayılmasına sebep olan bid'at-i gayri mükeffire olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna bağlı olarak ehlu'l-bid'a da kapıldığı bid'atin şekline, bid'atini savunmada gösterdiği taassup ile yaymak konusundaki gayretlerine, bir de bid'atini müdafaa etmek üzere yalan söyleyip söylemediğine göre değerlendirilir.
Sahibinin ehl-i bid'attan sayılmasına sebep olan yukarıda isimleri sayılan fırkalardan Şi'a, Hz. Ali taraftarlarıdır. Başlangıçta Hz. Ali'nin imameti gibi makul bir fikirle yola çıktıkları halde Râfıza da denilen Râfiziler ile Gulat-ı Şi'a tabir edilen aşırı uçtaki şiîler, işi onun peygamberliğini hatta ulühiyetini iddia edecek kadar sapıklığın son noktasına götürmüşlerdir.
Havâric de denilen Haricîler, Hz. Ali ile Mu'aviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki hakem olayını bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkan ve onun saflarından ayrılanlardır. Sayıları önceleri on iki bin civarında olan bu fırka bir taraftan yönetimde gevşek davranarak hata ettiğini ileri sürerek Hz. Osman'ı; hakemi kabul ettiğinden dolayı Hz. Ali'yi, öte yandan Hz. Ali'nin hakkı olan hilafeti gasbettiği için Hz. Mu'aviyeyi, büyük günah (kebâir) işlediklerini ileri sürerek küfürle itham etmişlerdir.
Murci'e murtekibu'l-kebîre (büyük günah işleyenin durumu) meselesinden çıkmıştır. Bu gruba mürci'e denilmesinin sebebi, büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü Allah'a irca etmeleri, ameli imandan ayırarak tehir etmeleridir.
Cehmiye Allah'ın sıfatlarını ta'til eden fırka olarak bilinir. Müşebbihe ile Mücessime Allah'ı -haşa- insana benzetenlerle O'nu insan gibi cisme nisbet edenlerdir. Kaderiye ile Cebriye kader üzerindeki münakaşaların ortaya çıkardığı iki fırkadır. Bunlardan Kaderiye, kaderi inkâr ederek insana sonsuz bir hürriyet ve irade tanır. İyi ve kötü her fiilin insanın kendisinden sadır olduğunu ileri sürer. Cebriye ise aksine insanın rüzgâr önündeki tüy gibi olduğu; hiçbir irade gücü ve hürriyeti olmadığı görüşündedir. Bu iki fırkadan biri kaderi inkâr, diğeri kulun iradesini kaldırarak, her şeyi ilahî takdire bağladığı için her ikisinin mensubu ehl-i bid'at'tan sayılmıştır.
Cehmiyenin ilahî sıfatları ta'til edişi ile Kaderiyenin kaderi inkâr akidesinin tesiriyle vücut bulan Mu'tezile, tamamen eski Yunan felsefesinin etkisi altında gelişmiş bir fırkadır. İşte temel görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığımız bu fırkaların mensupları genelde bid'at ehli sayılmışlardır.
Ehlu'l-bid'a Hadis ilminde daha çok cerh ve ta'dil ilminin konusudur. Şöyle ki, hadis ravileri arasında yukarıda kısaca açıklanan ve bid'at telakki edilen fırkalara mensup olarak görüşlerini paylaşanlar çıkmıştır. Cerh ve ta'dil alimleri, bunların hallerini araştırıp, durumlarına göre hükümler vermişlerdir. Tabiatiyle ehl-i bid'attan sayılan ravilerin rivayet ettikleri hadislerle bu hadisleri rivayet etmenin hükmünü de açıklamışlardır. Bu hükümleri özetleyecek olursak, İslâm alimlerinin tümüne göre sahibini küfre götüren bir itikaddan dolayı ehli bidatten sayılan ravinin rivayeti kabul edilmez. Bir diğer görüşe göre böyle bir ravi, kendi akidesini yaymak ve propagandasını yapmak maksadiyle yalan uydurmanın helâl olduğuna inananlardan değilse rivayetleri makbuldür. Hattâbiye gibi akidesini yaymak ve yayılmasını sağlamak kasdiyle yalan söylemeyi helal görenlerdense kabul edilmez.
Kimi alimlere göre bid'at sahibi ravinin rivayeti diğer ta'n sebeplerinden kurtulmuşsa kabul edilir. İbn Haceri'l-Askalânî'nin “tahkik ehlinin görüşü” olarak nitelediği diğer bir görüşe göre bid'at ile tekfir edilen ravi sırf bid'ati yüzünden reddolunmamalıdır; zira kendilerine karşı olanların bid'at ehlinden olduğunu söylemeyen hiçbir taife yoktur. Hatta bazıları, bütün muhaliflerini tekfir edecek kadar ileri giderler. Buna göre bütün bid'at ehli sayılan ravilerin rivayetleri genelde merdud sayıldığı takdirde iş, gerçekten ehl-i bid'attan olanların da olmayanların da reddine varır. Bu konuda güvenilebilecek görüş şudur: Rivayeti reddedilen bid'atçı ravi namaz, oruç, hac, zekât gibi dinî vazifelerden birini inkâr eden yahut daha kötüsü, inkârla kalmayıp aksine inanan kimse olmadığı takdirde, rivayet hususunda zabt ve itkan, dışardan görünüş itibariyle de vera ve takva sahibi olduktan sonra rivayetini kabule hiçbir mani yoktur.
Kapıldığı bid'ati, hiçbir taife tarafından küfürle itham edilmesini gerektirmeyen, sadece fasık sayılmasını gerektiren ravinin rivayetinin kabulü konusunda ise üç görüş vardır. Bunlardan İmam Malike nisbet edilen ilkine göre fıska nisbet edilen ravi, ister itikadının propagandasını yapan dâ'i olsun, ister olmasın; ister mezhebini desteklemek maksadiyle yalanı helal görsün, ister görmesin rivayeti reddedilir; zira bid'ate kapılan ravi, bid'atinden dolayı fasıktir. Dolayısiyle fışkı te'vil edilmiş de olsa te'vilsiz fasık sayılan ravi gibi kabul edilir ve rivayeti reddolunur. Nasıl ki kafirin küfrü te'vil edileni ile edilmeyeni arasında fark yoktur. Mübtedi'nin rivayetini kabul etmek bir de onun bid'atinin değerim artırmaya ve adını anmak suretiyle adının yayılmasına sebep olur.
İkinci görüşe göre bid'ate kapılan ravinin rivayeti, bid'atine rağbeti artırmak maksadiyle yalan söylemeyi caiz gören bir kimse olmadıkça, dâ'i olsun olmasın, farketmez; kabul edilir. Yukarıda da bir nebze söz konusu edilen bu görüş, İmam Şafii'ye aittir. Onun bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Rafizilerin Hattâbiye kolu hariç, heva ehlinin rivayeti kabul edilir.” Hattâbiye ise kendi taraftarlarının lehine yalan şahitliği caiz görürler. Nakledildiğine göre İbn Ebi Leylâ, Sufyânu's-Sevri ve Ebu Yusuf un görüşü de budur.
Üçüncü ve en sahih olan görüşe gelince, şöyledir: Kendisini fâsık yapan bid'ate sahip ravi, dâ'i olmadığı sürece rivayeti makbuldür. Bid'atinin propagandasını yapanlardansa makbul değildir; zira bid'atinin propagandasını yapan kimsenin, akidesinin aleyhine olabilecek rivayetleri gizlemek hevesine düşüp onları tahrif ederek kendi mezhebinin öngördüğü şekle sokmasından korkulur. Bununla birlikte kimi muhaddisler, mezhebinin da'isi olmayan yani propagandasını yapmayan ravinin rivayeti, kendi bid'atini takviye edecek bir şey değilse kabul edilir görüşündedirler. Nitekim Ebu İshâk b. Ya'kubu'l-Cûzecânî şöyle demiştir: “Bid'at ehlinden bazıları hak yoldan yani sünnetten sapmış olmakla birlikte doğru sözlüdürler. Böylelerinin rivayet ettiği hadisi, bid'atini takviye edecek cinsten değilse, kabul etmekten başka çare yoktur.” 183
Zahiriye âlimlerinden İbn Hazm da bid'at sahibi ravinin sadûk, hıfz ve itkan sahibi olması şartiyle rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. Ona göre ravinin da'i olup olmaması farketmez. Yeter ki, sadık, hıfzı tam ve itkan sahibi olsun.
Görülüyor ki ehl-i bid'attan olan ravinin rivayeti genelde bid'atinin propagandasını yapan biri olmadığı sürece merdud sayılmamıştır. Ne var ki ravi, rafızî ise da'i olsun olmasın, rivayeti makbul değildir. Zehebî'ye göre tam manasiyle rafızî olan bir kimsenin hadis rivayetinde hiçbir kıymeti yoktur. Özellikle rafızilerden özü sözü doğru, kendisine güvenilir bir kimse bulmak imkânsızdır; zira yalan bunların iliklerine işlemiştir. Takıyye ve nifak ise rafızilerde huy haline gelmiştir. 184
Rafizilerin rivayetleriyle amel konusunda da üç görüş vardır. Bunlardan birincisine göre kayıtsız şartsız amel edilmez. İkincisi, yalancılık ve hadis uydurmakla cerhedilen hariç, râfızi ravinin rivayetiyle amel edilebilir. Üçüncüsüne göre ise sadûk ve rivayet ettiğini bilen rafızinin rivayeti kabul edilir. Dai olanın rivayeti sadûk bile olsa reddolunur. 185
Burada işaret etmek gerekir ki, rafızî raviler hakkında bu derece sert kayıtlar getirilmiş olmasına rağmen Şi'a için aynı derecede sert kaidelerin getirilmemiş olması dikkate şayandır. Bunun sebepleri vardır. Bir kere rafıziler, Şianın aşırı uçta olanlarıdır. İdeolojileri uğruna yalan söylemeyi mubah görürler. Yalancılığı adeta meslek haline getirmişlerdir. İmam Şafi'î “Rafıziler kadar yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan kimse görmedim” demiştir. Yezid b. Harun da şunları söylemiştir: “Dai olmadıkça bid'at ehlinden olan herkesten hadis yazılır. Ancak rafıziler müstesna; çünkü onlar yalan söylerler.”
Öte yandan Rafıziler hadis uydurmakla ve uydurdukları hadislere dinî emirler gözüyle bakmakla tanınmışlardır.186 Sadakat ve itkanın ön planda tutulduğu hadis rivayetinde yalana başvurdukları kadar bilhassa Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Abdullah İbnu'l-Mubârek böyle biri hakkında şöyle demiştir: “Ondan rivayette bulunmayınız; zira o selefe söverdi.” 187 Râfızîlerin rivayetlerine itibar edilmeyişinin başlıca sebepleri bunlardır. Hiç biri olmasa bile yalan söylemeleri rivayetlerinin reddedilmesi için yeterli sebeptir.
Şi'âya gelince bu fırka İslâm Tarihinde hadis uydurma faaliyetlerine önayak olmuştur. Kendilerine has bir hadis anlayışı vardır. Meselâ isnadı Ehl-i Beytten birine veya onlarca makbul sahabîye varmayan hadislere hadis gözüyle bakmazlar. Râfızîler kadar olmasa da yine bilhassa Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Onlar kadar bid'atini müdafaa eden, yaymaya çalışan fırka yoktur. Bununla beraber şiî ravilerin rivayetleri için râfızîlerin rivayetlerini kabul ölçüleri derecesinde sert tedbirlerin getirilmeyişinin önemli bir sebebi ikincilerine gulât denilmesine yol açan aşırı tutumlarıdır. Şu da var ki tabi'in ile tebe'u't-tâbi'in içinde Şia taraftarı olmakla cerhedilen pek çok muhaddis ve ravi vardır. Nitekim es-Suyütî, gerek Sahihi Buhâri, gerek Sahih-i Müslim, gerekse her ikisinin ravileri arasında Şia bidatiyle ta'n edilmiş ravilerin de bulunduğu 82 isim kaydetmiştir. 188Diyaneti sağlam, verasi kuvvetli, sıdkı malum ve sabit olan bu gibi bid'ate kapılmış raviler reddedildiği takdirde pek çok hadisi reddetmek icap eder. Bu önemli sebep dikkate alındığında aralarında Şiaya mensup olmakla itham edilenlerin de bulunduğu bid'at sahibi nice ravide hadis rivayetinde esas olan sadakat ile vera ve itkan esas alınmış ve hadisleri makbul addedilmiştir.

Sahâbiye
Bk. Sahabe.
Sözlük bakımından bir arada bulunmak, sohbet veya arkadaşlık etmek manasına gelen ve dördüncü babdan çekimi yapılan “sahibe” kök fiilinden alınma bir kelime olup bu fiilin ismi mensubu olan sahâbînin çoğuludur. Aynı fiilden ismi fail olan ve bir arada yaşayan, dost, arkadaş anlamına gelen sâhib kelimesinin çoğulu sahb; cem'u'l-cem'i ashâb da aynı manada kullanılır. Sahabe terimi, hadis edebiyatı içinde tekil olarak sâhibu'r-Resûl, sahâbî; çoğul olarak da ashâbu'r-Resûl ve sahabe şeklinde görülür. Kısaca Hz. Peygamber (s.a.s)'i peygamberliği sırasında Mü’min olarak gören, Mü’min olarak ölen kişilere denir. Bu tarif, hadiscilerin tarifidir. Buna göre bir kimsenin sahabî sayılabilmesi için Hz. Peygamber (s.a.s)'i peygamberliği sırasında müslüman olarak görmesi ve imanla ölmüş olması gerekir. Buradan açıkça anlaşılır ki, bu tarife uyan körler de sahabeden sayılırlar. Bunun yanısıra onu peygamber olmazdan önce görüp de peygamberliği sırasında görmeyenler sahabî sayılmayacakları gibi Mü’min olarak görüp -Allah korusun- sonradan dinden dönenler de sahabî değildirler. Hz. Peygamber'i gören Mü’min kadına sahâbiyye denir. Çoğulu sahâbiyyât gelir. Sahâbînin tarifinde basit de olsa görüş ayrılığı vardır. Kimi alimlere göre bir kimsenin sahabî sayılabilmesi için Hz.Peygmber'Ie görüşüp konuşması, hatta ondan hadis rivayet etmiş olması lazımdır. Fakat çoğunluk sahabîyi yukarıdaki tarifteki gibi kabul etmiştir. Bu kanaatte olanlara göre Hz. Peygamber'i uzaktan veya çok kısa bir süre için bile olsa görenler sahabîdirler. Nitekim Buhari, “Hz. Peygamber (s.a.s) le bir arada bulunan veya onu sadece gören müslümanlar sahabî sayılırlar.” diyerek aynı tarifi vermiştir. 1017 el-Hâkimü'n-Nîsâbûri sahabeyi on iki tabakaya ayırmıştır: 1. Hz.Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi Mekke'de ilk müslümanlığı kabul edenler. Aşere-i mübeşşereyi teşkil eden diğer altı sahabî de bu tabakadandır. 2. Dâru'n-Nedve ashabı. Dâru'n-Nedve, Mekkeli müşriklerin toplandıkları yerdir. Hz. Ömer müslüman olunca Hz. Peygamber'i buraya götürmüştür. Orada bulunanlardan bir grup İslamiyeti kabul etmişlerdir. Sahabenin ikinci tabakasını bunlar oluşturur. 3. Habeşistan'a göç edenler. 4. Birinci Akabe Bey'atmda Hz. Peygamberle görüşenler. Akabî nisbesini alan sahabîler bu tabakadandırlar. 5. İkinci Akabe Bey'atında bulunan ve Hz. Peygamber'e Medine'ye geldiği takdirde kendisini koruyacaklarına söz verenler. Bunlar yetmiş erkek, iki kadındır. 6. Hz. Peygamber henüz Medine'ye ulaşmayıp Küba'da bulunduğu sırada bu şehre gelen ilk muhacirler. 7. Bedir Savaşına katılanlar. Ashâb-i Bedir de denir. Bir kısmı Bedrî nisbesini almıştır. 8. Bedir Savaşı ile Hudeybiye Barışı arasında Medine'ye hicret edenler. 9. Hudeybiye'de ağaç altında rıdvan bey'atında Hz. Peygamber'e bağlılıklarını sunanlar. 10. Hâlid b. Velid gibi Hudeybiye ile Mekke fethi arasında hicret ederek Medine'ye gelenler. 11. Mekke'nin fethedildiği gün Müslüman olanlar. 12. Mekke fethi ve Veda Haccı sırasında Hz. Peygamber'i gören çocuklar. 1018 Bir kimsenin sahabî olduğu önce tevatür yoluyla belli olur. Söz gelimi Hz. Ebu Bekr'in sahabî olduğu tevatür yoluyla sabittir. Şöhret yoluyla da bir kimsenin sahabî olduğu meşhur olmuştur. Ancak tevatür derecesine varmamıştır. Misal olarak Ukkâşe b. Mihsân ve Dimâm b. Sa'lebe verilebilir. Dimâm, Sa'd b. Bekr kabilesindendir. Kabilesinin temsilcisi olarak Hz. Peygamber'in yanına Medine'ye gelmiş, ona bazı sorular sorarak İslâmiyet hakkında bilgi edindikten sonra kabilesine geri dönmüştür. Hz. Peygamber'le kısa bir süre için görüşmüş olmasının yanında Mekkeli ve Medîneli olmadığından diğer sahâbilerin kendisini tanımayışları yüzünden sahabî olduğuna dair bilgi tevatür derecesine ulaşmamıştır. Bir sahâbînin Hz. Peygamber'le görüştüğünü söylemesiyle de bir kimsenin sahabî olduğu belli olur. Buna misal olarak da Humâme b. Ebî Humâme verilebilir. Humâme, müslümanların İsfahan'ı fethetmeleri sırasında geçirdiği bir mide hastalığı sonucu ölmüştür. Tanınmış bir sahabî olan Ebu Musa'l-Eş'arî Humâme'nin sohbeti olduğunu, Hz. Peygamber'in onun şehit olarak ölceeğini haber verdiğini söylemiştir. Böylece onun sahabî olduğu bir başka sahâbînin rivayetiyle anlaşılmıştır. 1019 Son olarak bir kimsenin bizzat kendisinin sahabî olduğunu söylemesiyle de onun sahabî olduğu anlaşılır. Bu takdirde sahabî olduğunu söyleyen kimsenin adaletli ve hicri 110 tarihinden önce yaşamış olması şartları aranır; zira en son sahâbînin bu yılda öldüğü, o tarihten sonra artık yeryüzünde Hz. Peygamber'i gören kimsenin kalmadığı kesin olarak bilinmektedir. Bundan dolayı bu tarihten sonra sahabi olduğunu ileri sürenin iddiası makbul değildir. Bu şekilde kendisi ben sahabîyim diyerek Hz. Peygamber'i gördüğünü söylemesiyle sahabî olduğu anlaşılana misal olarak Ebu Şeybe el-Ensâri verilebilir. Adı bilinmeyen bu sahabî Kostantiniyye seferine katılmıştır. Nakledildiğine göre surlar önünde etrafında toplanan kalabalığa hitap ederek “beni bilen bilir. Ben, Ebu Şeybe el-Hudrîyim. Hz. Peygamber'in sohbetinde bulundum. Onun “ihlasla lâ ilahe illallah diyenler Cennet'e girerler” dediğini kulağımla duydum” demiştir. Böylece hadisini rivayetten sonra kendisini dinleyenlere çalışmalarını, tenbel ve uyuşuk olmamalarını tavsiye etmiştir. Sahabi olduğu kendi söylemesiyle alaşılan Ebu Şeybe, Kostantiniyye'de vefat etmiş, orada gömülmüştür. 1020 Sahabe, Hz. Peygamber'in oluşundan ebedi aleme göç edinceye kadar onunla birlikte olan, onun tebligatını, sözlerini, nasihatlarmi işiten, hareketlerini gören, emirlerini ve tavsiyelerini can kulağıyla dinleyip yerine getiren Mü’minlerdir. Bu itibarla sünnetin ravileri olmuşlardır. Sünneti aksettiren hadisleri Hz. Peygamber'den öğrenmişler, yeri geldiğinde kendilerinden sonraki tabiiler nesline rivayet etmişlerdir. Bundan dolayı sahabenin hadis tarihinde son derece önemli yeri vardır. Faziletleri aklen ve naklen sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz. Allah'a da inanırsınız.” 1021 “Böylece sizi, insanlara karşı hakkın şahitleri olasınız, Allah Resulü de size şahit olsun diye vasat (orta, seçkin, adaletli) bir ümmet kılmışızdır” 1022 “Muhammed Alllah'ın Resulüdür. Onan maiyyetinde bulunan (sahabî)ler kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onlan devamlı rüku ve secde edici olarak görürsün. Allah'tan bir fazl ve rıza gösterirler. Secde izinden (hasıl olan) nişanları yüzlerindedir,” 1023 Sahabenin faziletine dair hadisler de vardır. En önemli ikisini nakledelim. “İnsanların hayırlısı benim (yaşadığım) devirde yaşayanlardır. Sonra onları takip eden (tabiî)ler, sonra da onları takip eden (tebe'u't-tâbi'în) gelir.” 1024 “Ashabıma sakın söğmeyiniz. Sakın ha, ashabıma söğmeyiniz. Nefsim kudretinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın sadaka vermiş olsa (sevabı) sahabîlerimden birinin bir müd (iki avuç hurma) sadakasına ulaşamaz. Yarısına da erişemez.”1025 Ehl-i Sünnet alimleri de sahabenin fazilet sahibi bir nesil olduğunda görüş birliğine sahiptirler. Bunda icma vardır. Bir kere sahabe Hz. Peygamber (s.a.s)'in terbiye ettiği bir nesildir. Ondan ilim, ahlak, fazilet öğrenmiş, onun terbiyesi altında yetişmişlerdir. Bunun yanısıra İslâm Dini ve Hz. Peygamber uğruna büyük sıkıntılara göğüs germişler, yerlerinden yurtlarından işlerinden güçlerinden, çoluk çocuklarından, ana, baba ve akrabalarından ayrı düşmüşlerdir. Hz. Peygamber'in etrafında halka oluşturmuşlar, kanlarını, canlarını, mallarını onun yoluna feda etmekten çekinmemişlerdir. Bu bakımdan sahabe bir yandan Hz. Peygamber'in terbiyesi altında yetiştikleri, öte yandan İslâmiyet uğruna görülmemiş fedakarlık örnekleri gösterdiklerinden dolayı üstün ve faziletli bir nesil sayılmaya hak kazanmışlardır. Aslında sahabe, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in hadislerinde öğülen bir nesildir. Bu itibarla faziletleri üzerinde uzun uzadıya açıklamalar yapmaya hiç de gerek yoktur. Hz. Peyganmber'in çevresini oluşturan sahabe onun Kur'ân-ı Kerim'i açıklayan, hükümlerini uygulayan söz ve fiillerine, bunun yanısıra emir ve yasaklarına, nasihat ve tavsiyelerine büyük ilgi duymuşlardır. Bu ilgi onları hadis öğrenmeye sevketmiştir. Sünneti aksettiren hadisleri büyük bir şevkle öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber'in bir sözünü işiten, herhangi bir davranış veya hareketini gören sahabî, işittiğini veya gördüğünü iyice öğrenmiş, kendi aralarında müzakere yoluyla başka sahabilere de nakletmiştir. Sahabenin bu tutumu hadislerin aralarında yayılmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber'in ebedi hayata göç etmesinden sonra islâm fütuhatının genişlemesiyle yeni meseleler ortaya çıkmaya başlayınca hadise ihtiyaç daha da artmıştır. Genişleyen İslâm aleminin meselelerini çözüme bağlayacak esaslar gerektiğinde ilk baş vurulacak kaynak Kur'ân-ı Kerim, sonra hadisler olmuştur. Böylece sahabenin günlük hayatın safhalarında uygulamak maksadiyle öğrendikleri hadislerin rivayet edilmesi zamanla zaruri hale gelmiştir. Bu zarurete tabiîlerin, Hz. Peygamber'den öğrendiklerini kendilerine nakletmeleri için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmaları eklenince sahabe bildiklerini rivayete başlamıştır. Onların bu faaliyeti hadislerin kaybolmadan tabiilere aktarılması neticesini vermiştir. Hadis tarihinde sahabe devrinin en önemli hareketi hadis rivayetinin yanında hadislerin yazılıp yazılmaması meselesidir. Kitabetu'l-hadîs bahsinde söz konusu edildiği gibi, Hz. Peygamber önceleri hadislerin yazılmasına izin vermemiştir. Onun izin vermemesi üzerine sahabeden bazıları hadisleri ezberlemiş, ezberinden rivayet etmiştir. Şu da var ki, sa-habîlerden hepsinin kültür seviyesi ve öğrendiği hadisleri hıfzetme derecesi bir değildir. Aralarında yazı bilenler de son derece azdır. Bütün bu sebeplerle sahabîlerden çoğunun hadisleri yazmadıkları görülür. Bunlar öğrendiklerini yazmamış, hatta bir kısmı hadislerin ezberden nakledilmesi gerektiği fikrini savunmuştur. Daha sonra hadis yazma yasağının kalkması üzerine sahabeden yazı bilenler öğrendikleri hadisleri yazmaya başlamışlardır. Abdullah b. Amr, Cabir b. Abdillah, Ali b. Ebî Tâlib, Enes b. Mâlik gibi tanınmış sahabîlerin hadis yazdıkları bilinen bir gerçektir. Bazı sahabîlerin yazdıkları hadisler sahîfe denilen ilk yazılı hadis metinlerini meydana getirmiştir. Sahabe devrinin hadis rivayeti'yle ilgili ikinci önemli meselesi, çok hadis rivayet etme konusudur. Sahabenin ileri gelenleri Hz. Peygamber'den her işitilenin rivayet edilmesini hoş görmemişlerdir. Ebu Hureyre bu konuda hayli eleştiriye uğramıştır. Onun kendisini savunmak için söylediği şu sözleri bir taraftan fazla hadis rivayet etmesinin, öte yandan bütün sahabenin hadis rivayetiyle meşgul olmasının sebeplerini açıklamaktadır: “Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor diyorsunuz. Allah'a yemin ederim ki Kur'an-ı Kerim'deki şu manadaki iki ayet olmasaydı o tek bir hadis bile rivayet etmezdi: “O kimseler ki, bizim indirdiğimiz burhanları ve hidayeti, insanların faydalanması için kitapta açıklamamızdan sonra yine de gizlerler. Allah ve lanet ediciler onlara lanet ederler. Ancak tevbe edenlerin, kendilerini islah edenlerin ve hakkı açığa çıkaranların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul edici ve günahları bağışlayıcıyım.” 1026Muhacirler çarşı pazarda ticaretle, Ensar, bağ ve bahçelerinde ziraatle meşgullerken Ebu Hureyre karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ediyor ve hadis topluyordu. Başkalarının bilmedikleri şeylere şahit oluyordu.” 1027 Sahabe, hadisleri rivayet konusunda üstün bir azim ve gayret gösterdikleri gibi bildiklerini yaymak konusunda da aynı azim ve gayreti göstermiştir. Ebu Zerri'l-Gıfâri'nin boynunu işaret ederek söylediği şu sözleri bu azmi dile getirmiştir: “Kılıcı (beni öldürmek için) şuraya dayassanız, ben de Allah Resulünden işitmiş olduğum bir sözü siz işinizi tamamlayıncaya (başım kesilinceye) kadar tebliğ etmeye vakit bulacağımı bilsem o sözü size mutlaka yetiştirirdim.” 1028Bu azim iledir ki sahabe Hz. Peygamber'den görüp işittiklerini veya görüp işitenlerin nakletmesiyle öğrendiklerini yaymak hususunda birbirleriyle adeta yarışmışlardır. Kendi bilmediklerini bilenlere sorup öğrenmek için uzun mesafeleri hiçe sayarak çetin ve yorucu yolculuklar yapmışlardır. Terim olarak adına nhle denilen hadis öğrenme yolculuklarını ilk defa başlatanlar sahabîlerdir. Bu yolculukların bir çoğunun İslâm aleminin çeşitli yörelerine göç edip birbirlerinden uzaklaştıkları için çetin şartlar altında ve sırf bir hadisi öğrenmek veya bilinen bir hadisi karşılaştırıp sağlama bağlamak maksadiyle yapilıdği söylenirse sahabenin hadis rivayet ve yayma konusundaki hizmetleri daha açık bir şekilde belirtilmiş olur. Sahabîlerin hal tercümelerine dair pek çok kitap te'lif ve tasnif edilmiştir. En önemli birkaçı şunlardır: 1. el-İsti'âb fi Ma'rifeti'l-Ashâb: İbn Abdilberri'l-Kurtubî. 2. Usudu'1-Ğâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe: İbnu'1-Esîr. 3. el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe: İbn Haceri’l-Askalanî.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget