İnsanları her şeyin yaratıcısı ve sâhibi, bir olan Allah'a inanmağa, O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmağa dâvet eden, bu husûsta büyük bir azîm ve sabırla çalışan İdrîs (aleyhisselâm) Kur’an-ı kerîmde şu vasıflarla zikredildi: “Peygamberdi. Sıddîk (dosdoğru) idi. Yüce bir mertebeye yükseltildi. Sabırlı idi. Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu. İyi kimselerden idi.” Bu vasıflardan bâzılarını İslâm âlimleri şöyle açıklamaktadır.
Sıdk'ın (doğruluğun) fazîleti: Allahü teâlâ Meryem sûresi 56. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Kitapta İdrîs'i de an; çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi.” buyurulmaktadır.
Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: “Doğruluk iyiliğe, iyilik ise Cennet’e götürür. İnsan, doğruluğu ile Allahü teâlânın katında sıddîklardan yazılır. Yalancılık, kötülüğe, kötülük de Cehennem’e götürür.”
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh), “Şu dört vasıf kendisinde bulunan kimse kârdadır: Bunlar; doğruluk, hayâ, güzel huy ve şükürdür” buyurdu.
Şiblî'nin (rahmetullahi aleyh) sohbetine iştirâk edenlerden birisi, anlatılanların mânevî tesiri ile haykırarak kendisini Dicle'ye attı. Bunun üzerine Şiblî (rahmetullahi aleyh); “Eğer bu şahıs bu hareketinde sâdık, doğru ise, Allahü teâlâ Mûsâ'yı (aleyhisselâm) kurtardığı gibi onu da boğulmaktan kurtarır. Şâyet yalancı ise, Fir’avn'u batırdığı gibi onu da batırır” dedi. Nihâyet bu insan kurtuldu.
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde doğruluk, niyet ve irâdede doğruluk, azîmde doğruluk, amelde doğruluk, dînin bütün makâmlarında doğruluktur. Bütün bunların hepsinde doğru olan kimse sıddîktır. Çünkü sıddîk, doğrulukta çok yükselmiş olan kimsedir. Bir kimse altı husûstan birisinde sâdık olursa o cihetten sâdık olur. Meselâ, bir kimse sâdece sözünde doğru ise sözünde sâdık (doğru) denir. Bu makâmda kişi, hiç yalan söylemez; geçmiş haberlerden ve ne hâlde olursa olsun verdiği sözde yalan yoktur. Kalb ile dilin yakın ilgisi vardır. Eğri sözden eğrilir, doğru sözden de doğrulur. Bu sıdkın en yükseği iki şey iledir. Birincisi: Doğru sanılsın diye kapalı ve kinâye ile bir şeyi anlatmamaktır. Fakat bâzan doğru söylemek iyi olmaz. Harpte devlete, orduya âit sırları vermede doğru olan söylenmez. Ayrıca hanımı kırıp üzmemek ve insanları barıştırmak için yalan söylemeye izin vardır. Burada üstün derece, elinden geldiği kadar kinâye ve îmâ ile konuşup açıkça yalan söylememektir. İkincisi: Allahü teâlâya münâcâtta bulunurken sözünde sâdık olmalıdır. Yüzümü sana döndüm dediği zaman, kalb yüzü dünyâya dönmüş ise yalan söylemiş olur ve yüzünü Allahü teâlâya dönmemiş olur. Senin kulunum ve yalnız sana ibâdet ediyorum dediği zaman dünyâya, şehvetlerinin bağı ile bağlanıp, şehvetlerine hâkim olamaz, şehvetlerine kapılırsa, yalan söylemiş olur. Çünkü, kime ve neye bağlanmışsa onun kuludur. Bunun için Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Altın, gümüş, zînet ve süslü elbiselerin kulu olanlar helâk olmuştur.” Buyurmuştur. Îsâ (aleyhisselâm) da kavmine; “Ey dünyânın kulları” buyurmuştur. Belki bunlardan kurtulmayınca Hakkın kulu olunmaz. Bu kurtulmanın, âzâd olmanın ve hürriyetin tamamı, Allahü teâlâdan başka her şeyden olduğu gibi nefsinden (kendinden) de kurtulmakla olur. Kendisi için takdir edilene gönül hoşluğu ile râzı olur. İşte böyle kulluk sıdkın tamamıdır. Böyle olmayan kimseye sıddîk denilmediği gibi, sâdık bile denilmez.
İkinci sıdk: Niyetle olur. Tâatinde yalnız Allahü teâlâyı kasteder, başkasını karıştırmaz. Bu ihlâsla olur. İhlâsa da sıdk denir. Çünkü, içinde tâattan başka bir düşüncesi olan kimse, ibâdetinde yalancı olur. Nitekim âlime kıyâmet günü “İlminle ne amel ettin” diye sorulunca; “Allah rızâsı için okuttum. İlmi yaydım” der. Fakat kendisine; “Sen yalancısın, ilim okutuyor desinler için okuttun. Okuttun, fakat irâdende yalancısın” denir. Bunun için bir zât: “Sadâkat, kasıt ve irâde, tevhidin sıhhatidir” demiştir.
Üçüncü sıdk: Azmetmekle olur. Bir kimse vâli olsa adâlet etmeye, malı olsa sadaka vermeye, kendinden daha iyi idâre eden bir kimse ortaya çıkınca vâliliği ona teslim etmeye azmeder. Bu azîm bâzan kuvvetli ve zorlayıcı olur. Bazen bunda zayıflık ve tereddüt olur. Tereddütsüz olan kuvvetli azme, sıdk-ı azm denir. Sıddîk, dâimâ iyiliğe azmetmeye kendinde büyük kuvvet bulan kimsedir.
Dördüncü sıdk: Azmde vefâkarlıktır. Nefs, peşin olarak söz vermek ve bir şeye azmetmekte yâni yönelmede pek cömert ve serbesttir. Fakat, işin gerçekleşme safhasına gelince, birçok arzu ve istekleri sebebiyle o işi yapmaya yanaşmaz. Bu ise sadâkate muhaliftir. Azminde kuvvetli olan kimse muhârebede canını bile fedâ edebilir. Enes (radıyallahü anh) şöyle anlattı: “Amcam Enes bin Nadr, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir muhârebesine iştirâk edemedi. Bu sebeple çok üzüldü. Kendi kendine; ikinci bir muhârebe olursa, yapacağımı ben bilirim dedi. Ertesi sene vukû bulan Uhud muhârebesine katıldı. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anh) muhârebe sırasında onu görüp; “Ne yapıyorsun, böyle nereye gidiyorsun” diye sordu. O; “Uhud Dağı’nın ardında Cennet’in kokusunu aldım. Cennet’e gidiyorum” diye cevap verdi. Uhud muhârebesinde müşriklere karşı öyle harp etti ki, sonunda şehîd oldu. Vücûdunda seksen küsur yara vardı. Hemşiresi, onu ancak elbisesinden tanıyabildiğini söyledi. Bunun üzerine; “Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Kimi (şehîd oluncaya kadar dövüşeceğine dair) adağını ödedi, şehîd oldu. Kimi de (şehîd olmayı) bekliyor. Onlar aslâ verdikleri sözü değiştirmediler.” meâlindeki Ahzâb sûresinin 23. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), sancaktarlarından olup, Uhud muhârebesinde şehîd olarak yüzüstü düşen Mus'ab bin Umeyr'in baş ucunda durup, bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
Beşinci sıdk: Amelde sadâkattir. Bu, içini dışına, dışını da içine uydurmaktır. Dışın içe uymaması maksatlı olursa bu riyâdır; bu ihlâsı yok eder. Eğer dışın içe uymamasında kasıt bulunmazsa bu riyâ olmaz, ancak sadâkati yok eder. Şöyle ki; Çok huşû ile namaz kılan kimseler vardır. Bunların amellerinde riyâ ve gösteriş olmadığı hâlde kalbleri gaflet içerisindedir. Onları böyle zâhiren huşû ile ibâdet ederken görenler, gerçekten kalblerinin de huşû üzere olduğunu zanneder. Halbuki kalbleri başka işlerle meşgûldür. Onun bu şekildeki zâhirî görünüşü, lisân-ı hâli ile (o görünüş ile), o kimsenin kalben de huşû üzere olduğunu bildirmesinde yalancıdır. Aynı şekilde, nice sükûnet ve vakâr üzere olan kimseler vardır ki, kalblerinde vakârdan aslâ bir eser, bir iz yoktur. Halbuki görünüşleri kalblerinin böyle olduğunu gösteriyor. Bu gibiler, amellerinde sâdık değildir. Onların bu hâlleri, riyâ olmasa da, yalan olmaktan kurtulamaz.
Altıncı sıdk: En üstün derece budur. Zühd, muhabbet, tevekkül, havf ve recâ, rızâ ve şevk gibi hâller her mü’minde biraz bulunur, fakat zayıf olur. Bunlarda kuvvetli olan sâdık olur. Nitekim Hucurât sûresi 15. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hakikatte mü’minler, Allah'a ve Peygamberine îmân edip şüphe etmeyenler, can ve malları ile Allah yolunda cihâd edenlerdir. İşte böyle kimseler, îmânlarında sâdık olanlardır.” buyruldu. Demek ki îmânı tamam olana sâdık buyruldu. Bu şuna benzer; bir kimse bir şeyden korkarsa, bunun alâmeti; titremesi, yüzünün sararması, yiyip içememesidir. Bir kimse Allahü teâlâdan böyle korkarsa günahtan el çekmesi gerekir. Günahtan korkuyorum deyip el çekmeyene yalancı denir.
Bu altı işte sâdık olup en üstün derecede olana sıddîk denir. Bunların bâzısında sadık olana sıddîk denmez. Derecesi sıdkına göre olur.
İdrîs'in aleyhisselâm vasıflarından birisi de sabırdır. Nitekim Enbiyâ sûresi 85. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Ey Habîbim! İsmâil, İdrîs ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hatırla! Onların her biri sabredenlerdendi.”
Bütün farzları edâ etmek ve bir günahı yapmamak sabr olmadan ele geçmez. Bunun için Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) “Îmân nedir?” diye sorduklarında; “Sabırdır” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Sabır, îmânın yarısıdır.” buyurdu. Sabrın öneminin büyüklüğü ve fazîleti sebebiyledir ki, Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde yetmişten çok yerde sabrı bildirdi. Daha iyi olan dereceleri, hattâ dinde imâm olmayı sabra havâle etti. Bu husûsta Secde sûresi 24. âyet-i kerîmesinde meâlen “İsrâil oğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât’daki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı.” buyuruyor. Sayısız ve hesapsız sevapları sabra havâle ediyor ve Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Allah yolunda) sabredenlere, mükâfâtları hesapsız verilecektir” buyuruyor. Kendisinin sabredenlerle olduğuna söz veriyor ve Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyuruyor. Salevâtı, rahmeti ve hidâyeti, sabredenlerden başkasında toplamadı. Yine Bakara sûresi 157. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O teslîmiyet gösterip, Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve Cennet) vardır. Ve işte onlar hidâyete ermiş olanlardır.” buyuruyor. Sabrın fazîletinin büyüklüğündendir ki, Allahü teâlâ onu azîz ve kıymetli eyleyip, dostlarından az bir kısmı hâriç herkese vermedi. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Size verilen en az şey, yakîn ve sabırdır. Bu ikisinin kendisine verildiği kimse, çok nâfile namaz kılmasa da, çok oruç tutmasa da korkmasın. Ey Eshâbım, bugün nasıl iseniz, ona sabrediniz, değişmeyiniz! Bu hâlinizi, birinizin, hepinizin amelini yapmasından daha çok severim. Fakat dünyânın size yaklaşacağından korkuyorum. Benden sonra birbirinize kırılırsanız, göklerdekiler de size kırılır. Sabreden tam sevap alır. Sabredin! “Dünyâ bâki kalmaz. Bâki olan Allahü teâlâdır. Sizin yanınızda olanlar yok olur. Allahü teâlânın indindekiler devamlıdır. Sabredenlere, yaptıkları için en iyi karşılıklar veririz” (Nahl sûresi: 96) âyet-i kerîmedir” buyurup bu âyet-i kerîmeyi sonuna kadar okudu. Yine buyurdu: “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir.” Yine buyurdu: “Eğer sabır insan olsaydı çok kerîm ve cömert olurdu.” Yine buyurdu: “Allahü teâlâ sabredenleri sever.”
Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyedildi: “Ahlâkta bana uy! Benim ahlâkımdan biri, çok sabredici olmamdır.” Îsâ aleyhisselâm buyurdu: “Sabretmeyince istediğine kavuşamazsın.” Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ensârdan bir grup gördü; “Mü’min misiniz?” buyurdu. “Evet” dediler, “Îmânın alâmeti nedir?” buyurdu. “Nimete şükrederiz, belâya sabrederiz. Allahü teâlânın kazâsına râzı oluruz” dediler. “Kâbe'nin Rabbi olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Müslümansınız” buyurdu. Hazret-i Ali buyurdu: “Sabrın îmândaki yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başı olmayanın bedeni, sabrı olmayanın îmânı olmaz.”
Sabır, insana mahsustur ve hayvanlarda yoktur. Çünkü, çok noksandırlar. Çok kâmil ve şehvetten emîn olduklarından meleklerin sabra ihtiyâcı yoktur. Bu durumda hayvan, şehvete ve isteklere esirdir. Onun zâten şehvetten, istekten başka hâli yoktur. Melekler ise, Allahü teâlânın aşkına gömülmüşlerdir. Onlar için bu aşka hiçbir engel yoktur. Sabır; belâ ve engel karşısında olur. Fakat insan başlangıçta, hayvanlar sıfatında yaratılmış ve kendisine elbise, süs, oyun ve çalgı şehvetleri (arzuları) verilmiştir. Sonra büluğ zamanında, işlerin sonunu görmek için ona meleklerin nûrundan bir nûr ile iki melek verilmiştir. Melek ona hidâyet eder ve doğru yolu gösterir. Sâhip olduğu bu nûr sebebiyle de işlerin sonunu anlar ve niçin olduğunu bilir. İşte bu nûr ile kendini ve Rabbini tanır. Başlangıçta tatlı görünseler de şehvetlerin sonunda helâk olacağını anlar. Yine rahat ve iyiliğin çabuk geçeceğini ve geriye bitmeyen cefâ ve sıkıntıların kalacağını bilir. Bu şekilde hakîkatleri görmek hayvanda yoktur. Fakat bu durum da insana yetişmez. Ziyan ve zararda olduğunu bildiği hâlde bunu giderecek kudreti yoksa, ne faydası olur? (Bu, tıpkı bir hastanın, hastalığın kendine zararlı olduğunu bildiği hâlde, tedâvisini yapmamasına benzer.) Bunun için Allahü teâlâ diğer meleği, kuvvet ve kudret vermesi ve kendisi için zararlı bildiği şeyden sakındırması için ona verdi. İçindeki arzu, şehvetini yaptırmak isteği uyandığında, gelecekteki bir zararı önlemek için, şehvete muhâlefet eden ikinci bir arzu da meydana gelir. Karşı koyan bu arzu melektendir. Birincisi, yâni şehvetlerini yaptırmak arzusu şeytanın askerindendir. Bu şehvete uymayan ona mâni olmaya çalışan arzu ve kuvvete dînî sebep denir. Şehvet kuvveti ve arzusuna da hevâ denir. O hâlde bu iki asker arasında dâimâ kavga vardır. Biri yap, diğeri yapma der. İnsan ise bu iki arzu ve kuvvet arasında kalmıştır. Eğer din sebebi, yâni din kuvveti hevânın, yâni nefsin arzularına kavgada diretirse ve devamlılık gösterirse buna sabır denir. Nefsi yener ve arzularını atarsa bu galibiyetine zafer denir. Hep onunla kavga ederse, buna nefisle cihâd denir. O hâlde sabır, din kuvvet ve gayretinin, nefis kuvveti karşısında direnmesi demektir. Bu iki muhalif askerin bulunmadığı yerde sabır da bulunmaz. Maksadımız, karşılıklı iki şeyin kavga üzere olduğu yerde sabrın bulunduğunu anlamaktır. Cenk (kavga) ise, iki düşman askerinin bulunduğu yerde olur. Bu iki askerden biri, melekler grubundan, diğeri ise şeytan tâifesindendir. İkisi de, insanın göğsünde bir arada bulunmaktadır. O hâlde din yolunda ilk adım, bu cenk ile uğraşmaktır. Çünkü, göğüs sahrasını çocuklukta şeytan askeri kuşatmış ve melek askeri ise bülûğ zamanında ortaya çıkmıştır. O hâlde şehvet askerini kırmadıkça saâdete kavuşmak mümkün değildir. Bunun için de cenkte sabır gösterip, devamlı bunda ısrâr etmek lâzımdır. Şehvetin önüne ancak bu şekilde geçilebilir. Bu cenkten kaçan kimse şeytanın emri altına girmiş demektir. Şehvetini yenen ve isteyerek dînimizin emirlerine uyduran bu fethe kavuşmuş, göğüs kalesini elde etmiştir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Allahü teâlâ şeytanıma karşı bana yardım etti ve şeytanım bana teslim oldu.” Ekseriyâ cihâdda olanlar, ya yener, yâhut yenilirler. Bazen şehvet tarafı, bâzan din tarafı gâlib gelir. Bu kalenin fethi için de sabırdan başka çâre yoktur.
Îmân yalnız değildir. Birçok dalları ve kısımları vardır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Îmân yetmiş bu kadar bâbdır. En büyüğü “Lailahe illallah” kelimesidir. En küçüğü ise yoldaki dikenleri kaldırmaktır.” buyruldu. Îmânın kısımları çok olmakla birlikte aslı üç cinstir. Bunlar; mârifetler, hâller ve amellerdir. Dinde hiç bir mertebe bu üç şeyin dışında kalmaz. Meselâ tevbenin aslı, pişmanlıktır. Bu kalbe âit bir hâl olup aslı mârifettir. Günahın öldürücü zehir olduğunu bilmektir. Netîcesi günahtan el çekmek ve hayırlı amellerle meşgûl olmaktır. Böylece, bu hâl, bu marifet (böyle bilmek) ve bu amelin üçü de îmândandır. Îmân ise üçünden ibârettir. Fakat mârifete, bilmeye tahsis edebilir. Çünkü, onun aslıdır. Hâl ise mârifetten meydana gelir. Hâlden de amel meydana gelir. O hâlde mârifet ağaç gibidir. Kalbin mârifet sebebi ile değişmesi, ağacın dal vermesi, bu hâllerden meydana gelen ameller de, meyveleri gibidir. O hâlde îmân iki şeydir. İnanma ve yapma. Yapma ise sabırsız olmaz. O hâlde sabır, îmânın yarısıdır ve iki kısımdır. Biri şehvete (arzulara), diğeri ise kızmaya sabırdır. Oruç ise arzular kısmından olan sabırdır. O hâlde oruç da sabrın yarısıdır. Mü’minin ameli ise sıkıntılara sabır ve nîmete şükürdür. Bu sebepten de sabır, îmânın yarısıdır. Hiç bir asıl sabırdan zor değildir. Bu yüzden sabır, îmân kısmındandır. Nitekim Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân nedir diye sorduklarında; “Sabırdır” buyurdu. Yâni en zorudur.
Kul, her anda nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir işten ayrı değildir. Her iki hâlde de sabra muhtâçtır. Fakat arzularına uygun olanlar, mal, nîmet, sıhhat, evlenmek, istediği çocuk ve buna benzer şeylerdir. Hiç bir hâlde sabır, bunlardakinden mühim değildir. Çünkü kendini tutamayıp bu nîmetlere dalar ve kalbini bunlara bağlarsa ve bu hâlde olursa, onda nîmetlere aşırı derecede dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. Nitekim; “Herkes mihnete katlanır amma, sıddîklar hariç, âfiyete sabredilmez” demişlerdir. Mal ve nîmet, Eshâb-ı kirâm zamanında çok olunca; “Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nîmet ve zenginliklere sabretmekten daha kolay idi” dediler. Bunun için Allahü teâlâ, Enfâl sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biliniz ki, mallarınız ve evlâdınız bir fitnedir.” buyurdu. Nîmete sabır, kalbi ona bağlamamak, ona sevinmemek, âriyet olduğunu ve çabucak elinden alınacağını bilmektir. Belki aslında bunu nîmet bilmemelidir. Çünkü kıyâmette derecesinin noksan olmasına sebep olur. O hâlde, Allahü teâlâ kendisine mal, sıhhat ve çeşitli nîmetler verdiği için şükür ile meşgûl olmalıdır. Bunların birinde sabra ihtiyaç vardır.
İnsanın başına gelenlerden nefsin arzularına uygun olmayanlar üç kısımdır: Biri, kendi isteğiyle olanlardır. Hayırlı amelleri işlemek ve günahlardan kaçmak gibi. Biri, belâ ve musîbetler gibi kendi isteği dışında olanlar, diğeri de aslı kendi isteğinde olmayan fakat def edilmesi ve karşılık verilmesi, elinde olanlardır. İnsanın kendisine sıkıntı vermesi gibi.
İyi ameller işlemek gibi, kendi isteği ile olan şeylerde, sabra ihtiyaç vardır. Çünkü, ibâdetlerin bir kısmı tembellikten dolayı zor gelir; namaz gibi. Bâzısı da bâhillik yâni cimrilikten dolayı zor gelir; zekât gibi. Bâzısı da her ikisi sebebiyle zor gelir ve sabırsız yapılamaz; hac gibi. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyaç vardır. Başında olan, niyeti ihlâsla yapmak, riyâyı kalbden çıkarmak gibi. Bunlar ise zordur. Tâat esnâsında sabretmek ise, yaptığı ibâdetin şart ve edeblerini hiç bir şeyle karıştırmamaktır. Meselâ namazda ise, etrâfa bakmamalı, hiç bir şey düşünmemelidir. İbâdetten sonraki sabır da; yaptığını açıklamaktan ve söylemekten kaçınarak ucba (kibre) yer vermemeye sabretmektir.
Günahlara gelince, sabretmeden el çekmek imkansızdır. Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek ne kadar kolay olursa, o günahı işlememeye sabretmek de, o kadar zor olur. Bunun için dil ile işlenen günahlara sabretmek daha güçtür. Çünkü dilin hareketi kolaydır. Hele çok konuşursa âdet hâline gelir ve huy edinmiş olur. Şeytanın askerinden biri de budur. Bundan dolayı dil; gıybette, yalan söylemekte, kendini övmekte, diğerlerini ayıplamakta ve buna benzer şeylerde dolaşır. Dil ucuna gelip kendisini başkalarına beğendirecek bir kelimeye sabretmek büyük eziyet olur. Ekseriye, kalabalıkta dilini korumak mümkün olmadığından, selâmeti, kurtuluşu uzlette arar.
İnsanların eliyle veya diliyle eziyet etmeleri gibi, kendi isteği ile olmayan, fakat karşılık vermesi isteği ile olan şeylerde, karşılık vermemek için veya karşılık verirken haddi aşmamakta sabır etmeye tam ihtiyaç vardır. Eshâb-ı kirâmdan aleyhimürrıdvân biri buyurur: “Biz insanların sıkıntısına katlanmadığımız îmânı, îmân saymazdık.” Bunun için Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kafirlere ve münâfıklara boyun eğme. (Şimdilik) eziyetlerine mukâbelede bulunma, sabret ve Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak kâfidir.” buyurdu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize; Müzzemmil sûresi 10, ve 11. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve inkârcıların sana iftirâ ve yalanlarına sabırlı ol ve onları güzel bir şekilde terk edip ayrıl. (Ey Resûlüm, seni) inkâr eden o refâh sâhiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. (Yakında Bedir muhârebesinde ve kıyâmette onların cezâsını vereceğim.)” Yine Hicr sûresi 97. ve 98. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Muhakkak biliyoruz ki, onların sözlerinden kalbin sıkılıyor. O hâlde Rabbini hamd ile tesbîh et. (Sübhânallahi ve bihamdihi de!) ve secde edenlerden ol (namaz kıl).” buyurdu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Sizi mahrûm edene, siz ihsân edin. Bir kimse size kötülük yaparsa, siz ona iyilik yapınız.” Böyle sabır sıddîkların derecesidir.
Üçüncü kısım, başlama ve bitmesinin senin isteğin ile ilgisi olmayan şeylerdir. Bunlar da musîbetlerdir. Çocuğunun ölmesi, malının elden çıkması ve göz, kulak gibi uzuvların görmemesi ve işitmemesi ve bütün semâvî belâlar böyledir. Bunlara sabretmekten fazîletli sabır yoktur.