Peygamberler Niçin Gönderilmiştir ?
Peygamberler Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak; azgın, yanlış yoldan, doğru, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabûl edenlere, Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları, Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğru olup aslâ yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhlsselâmdır. O'nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O'nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O'nun getirdiği din, kimse tarafından değiştirilmeyecek ve kıyâmete kadar bakî kalacaktır. Îsâ aleyhisselâm gökten inince, O'nun dîni ile amel edecek ve ümmetinden olacaktır.
Peygamberlerin gönderilmesi kahırdır, cebirdir. İnsanları cebir zinciri ile Cennet'e çekmek içindir. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; "Zincirlerle Cennet’e çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?" buyurdu. Din, Cehennem’e gitmemeleri için, insanları bağlayan bir kemenddir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; "Siz pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum." buyuruldu. Allahü teâlânın cebbârlık (her istediğini yapmak) zincirinin halkalarından biri de, peygamberlerin sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, eğri yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlikeden, insanda korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akıl aynası üzerindeki tozları temizler. Akıl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmaktan daha iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzuvları, irâdesine tâbi olduğundan, uzuvlar âhıret için çalışmaya başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile insanı zorla Cehennem’den uzaklaştırmış, Cennet’e sürüklemiş olur. Peygamberler, koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır, sol tarafında mağara bulunsa; mağarada kurtlar olsa, çoban; mağara tarafında durup, sopasıyla, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte peygamberlerin gönderilmesi de buna benzer.
Büyük İslâm âlimi, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât’ında peygamberlerin (aleyhimüsselâm) niçin gönderildiği hakkında şöyle buyurdu: "Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, peygamberler (aleyhisselâm) gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşırmış olan insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirir; beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? Noksan olan insan aklı, o büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet, akıl; doğruyu eğriden ayırmağa yarayan, fakat, tam olmayan bir âlettir. O büyüklerin dâveti ve haber vermeleri ile, tamamlanmaktadır. Âhıretin azâbı ve sevâbı da bu dâvet ve haberden sonra olur.
Peygamberlerin gönderilmesi, Allahü teâlânın kendini ve sıfatlarını bildirmek içindir. Bu bilgi de, seâdet-i ebediyyeye, yâni dünyâ ve ahıretin sonsuz iyiliklerine sebeptir. Allahü teâlâya lâyık olan şeyler, bunların haber vermesi ile, uygun olmayanlardan ayrılmıştır. Zîrâ, insanların kör ve topal olan akılları yoktan var olmuş ve varlıkta kalmayıp yine yok olacaktır. O hâlde böyle bir akıl; yokluk bulunmayan, isimleri, sıfatları ve fiilleri sonsuz var olan, ebedî, hakîkî varlığa uygun olanı anlıyabilir mi ve O'na lâyık olanı bulabilir mi? Münâsib olmayanları ayırabilip, söylemekten sakınabilir mi? Hattâ, kendi noksan olduğu için, çok defâ kemâli, noksan ve noksanı kemâl sanır. Peygamberlerin aleyhimüsselâm bunları ayırt etmeleri ve bildirmeleri, bu fakîre göre, bütün nîmetlerin, bütün iyiliklerin üstündedir. Allahü teâlâya uygun olmayan şeyleri (meselâ yok olmağı), O'na münâsib görenlerden daha zavallı kim olabilir? Bâtılı haktan, eğriyi doğrudan ayıran, ibâdete, itâate hakkı olmayanları, ibâdet edilmesi lâyık ve lâzım olan hakîkî vardan ayıran, o büyüklerin sözleridir. Allahü teâlâ, insanları doğru yola, onların sözleri ile çağırıyor. Kullarını, kendisine yaklaşmak saâdetine, onların aracılığı ile ulaştırıyor. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri öğrenmek, onlar vâsıtası ile kolaylaşıyor. Bu görünen, bilinen varlıkların yaratanı, mâliki, sâhibi olan Allahü teâlânın, mahlûklarından hangilerini, ne kadar ve nasıl kullanmağa izin verdiği ve hangilerine izin vermediği onların bildirmesi ile anlaşılıyor. Peygamberlerin (aleyhisselâm) bu saydıklarımızdan başka daha nice faydaları vardır. O hâlde, o büyüklerin gönderilmesi, elbette rahmettir, iyiliktir. Fakat, bir kimse nefs-i emmâresine uyarak ve mel'ûn şeytana kapılarak, peygamberlere (aleyhisselâm) inanmaz ve onların sözlerini bildiren, hakîkî din âlimlerinin, din mütehassıslarının kitaplarını okumaz ve emirlerini yapmaz ise, bunun sebebi peygamberler değildir. O peygamberler her zaman, insanlık için rahmettir."
Peygamberlerin (aleyhisselâm) bildirdikleri, dînin emir ve yasakları hep rahmettir, iyiliktir. Yoksa, bu emirler ve teklifler, inanmıyanların ve düşman olanların sandıkları ve söyledikleri gibi; akla aykırı olmayıp, külfet, eziyet ve işkence de değildir. Bunların sık sık söyledikleri; "Kullarına zor ve yorucu şeyler emredip de, bunları yaparsanız Cennet’e girersiniz demek insâf mıdır, merhamet midir? Bir şey emretmemeli, herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmeli, gezip eğlenmeli, yatıp kalkmalı idi. Merhamet ve iyilik böyle olurdu." gibi sözlerin, ne kadar maksadlı olduğu açıkça görülmektedir. Bunlar, iyilik edenlere şükretmenin, sevindiğini bildirmenin, aklın istediği bir şey olduğunu düşünmüyorlar mı? İlâhî dinler, dînin emir ve yasakları; bütün nîmetleri, iyilikleri yaratan, gönderen Allahü teâlâya karşı şükrün nasıl yapılacağını göstermektedir. O hâlde Allahü teâlânın emir ve yasakları, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği bir şeydir. Bundan başka, dünyânın, hayatın düzeni, bu teklifleri yapmakla olur. Eğer herkes kendi başına bırakılsaydı, kötülükten, karışıklıktan başka bir şey olmazdı. Allahü teâlânın haram etmesi olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşince koşanlar, başkalarının mallarına, canlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar ortaya çıkar, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, hep birlikte helâk olurlardı. Memleketlerin mâmurluğu, insanların rahatı, yâni medeniyet olmaz; insanlık canavarlaşır, merhamet kalkardı. Allahü teâlâ, her şeyin sebepsiz, şartsız mâliki, hepimizin sâhibidir. Bütün insanlar, O'nun mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve her şeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve faydalıdır. Bunda, zulüm ve fesâd olamaz. Memûrlar âmirlere, kullar sâhiplere, emirlerin, işlerin sebebini soramaz. Akla uygun bundan daha açık bir şey yoktur. Peygamberlerin (aleyhisselâm) Allahü teâlâ tarafından bizlere haber verdikleri her şey ve her emir, doğrudur. Hepsi tam yerindedir. (1. cild, 266. mektup)