İdrîs aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tâbi olup, yolunda bulunan ve Âdem (aleyhisselâm) ile Hazret-i Nûh arasında, çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Vedd, Süvâ, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki kıymetli âlim zâtlar Arab yarımadasının çeşitli yerlerine dağılarak İdrîs'in (aleyhisselâm) dînini yaymaya çalıştılar. Bu âlimler, Arab yarımadasının çeşitli yerlerinde dağınık vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara doğru olan hidâyet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar ve hiç bir fedâkarlıktan kaçmıyorlardı.
İbn-i Ebî Hâtim'in (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Tabiînden ve Fukahâ-i seb’a diye bilinen Medîne'nin yedi büyük âliminden Urve bin Zübeyr (rahmetullahi aleyh); İdrîs'in (aleyhisselâm) eshâbından olan ve insanlara doğru yolu gösteren bu büyük âlimler hakkında; “Vedd, Yegûs, Ye’ûk, Süvâ ve Nesr, Hazret-i Âdem'in evlâdından yâni torunlarındandır. Vedd, onların en büyüğü ve içlerinde en üstün olan idi” buyurmuştur.
Bu âlimler, ahlâk ve edeblerinin fevkalâde olması, hep Allahü teâlâdan, kıyâmetten, âhıretten anlatmaları, dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile, gittikleri her yerde sevilip sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tâbi oluyordu. Nihâyet onlar da, birer birer vefât edip, âhırete göçtüler. Sevenleri kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı.
Kavmin içinde bulunan bâzı münâfıklar, doğru îmân sâhiplerinin, vefât eden âlimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Temiz îmân sâhibi insanları kandırabilmek için sanki mü’minlerden imiş gibi göründüler. Onlara yaklaşarak; “Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, âlim zâtların vefâtlarından bir müddet sonra, unutulacağından ve nasîhatlerinin tesirinin kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından endişe ediyoruz. En iyisi biz, bu âlimlerin bulundukları yerlere birer alâmet koyup, nişân diksek, hattâ, bu âlimlerimizin küçük birer timsallerini yapıp evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur. Böyle yapınca hem devamlı hatırlayarak onları unutmamış, hem de nasîhatlerine uymuş oluruz. Hep birlik olalım ve bu husûsu ihmâl etmeyelim” dediler.
Bu münâfıkların, böyle gönül alıcı sözlerle mü’minlere yaklaşmaları, şeytanca maksatlarının o an için anlaşılmasına mâni oluyordu. Onların bu düşüncelerinin arkasında putperestlik illetinin ortaya çıkarılması fikri yatıyordu. Yâni münâfıklar, insanlığı ebedî felâkete, sonsuz azâblara sürükleyecek olan, putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp yaldızla süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Mü’minlerin ileri gelenleri böyle bir durumun ileride ne gibi netîceler hâsıl edeceğini bilemeyip düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, mü’minlerdenmiş gibi göründüklerinden, bu fiili mâkul karşıladılar. Zâhirî sebeplere göre, bu hâlin maksada uygun olduğunu zannettiler. Hattâ, şeytanın, insan şekline girerek onlara bu fikri verdiği de rivâyet edilmiştir.
Şâyet bu fikir, İdrîs'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden gelmiş olsaydı, îmân sâhibi olanlar durup, düşünürler, böyle bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile mahzurlarının da bulunabileceğini tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lâkin bu fikir, mü’min görünen münâfıklar tarafından ortaya atıldığı için hemen hiç kimse karşı çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabûle şâyân görüldü. Böylece münâfıkların sinsi plânları tutarak, ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde işlemeye başlamıştı.
Nihâyet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve nasîhatlerde bulunan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki o âlim zâtların birer heykellerini yaparak, onların daha ziyâde bulundukları yerlere diktiler. Bunu, güyâ o âlimlerin feyzlerinden istifâde etmeyi kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı.
Zamân akıp giderken, insanlar, bu heykellerin, daha küçük sûretlerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların feyzlerinden daha çok istifâde edeceklerine, nasîhat ve vasiyetlerini unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münâfıkların, hak dîne düşman olanların sinsi plânları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı.
Nesiller değişip, bu heykellerin dikiliş maksatları unutulunca, insanlar zamanla, bu heykelleri daha çok tâzim etmeye başladılar. Bu husûs, münâfıklarca dîne daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için tahrifleri olanca hızı ile devam ediyordu. Öyle bir hâle geldi ki, insanlar, farz ibâdetlerini yaptıktan başka, muayyen zamanlarda o heykellerin etrâfında toplanırlar, ziyâret ederler, o heykellere saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mü’min olanlar, geçmiş âlimlerin yolunda olmak, nasîhatlerini hatırlamak perdesi altında putperestliğe doğru adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münâfıklar sinsi ve şeytanca hareket ediyorlardı. İnsanlar, bu heykellerin evlerde bulunan küçük sûretlerini de tâzim etmeye, onları geçmiş âlimlerin sohbet ve nasîhatlerini hatırlatıcı ve kendilerinin kötülüklerden men edip, uyarıcı olarak kabûl etmeye başladılar.
Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe heykellere olan muâmele,onların ibâdete karıştırılması, önceki mü’minlerin itikatlarının ve yaptıklarının aksine olarak çok değişti. Bu durum şeytanın ve dîne düşmanlıkta ona iş bırakmayan münâfıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, git gide maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zamân ilerledikçe, yeni yetişen nesiller, bu heykellerin dikiliş gâyesini unuttular. Şeytanın, münâfıkların vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibâdetlerinde değişiklikler meydana geldi. İnsanlar, bu dikili taşlarda üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer yapılan ibâdetlerden ziyâde bu heykellere hürmet göstermeye başladılar. Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü teâlâ katında bu heykellerin kendilerine şefâatçi olacağına, dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tâzim etmenin lâzım geldiğine inanmaya başladılar.
Daha sonra insanlar, bu heykellerde, ilâhi kudret bulunduğuna inanmaya, bunları, mânevî olarak gözlerinde daha çok büyütmeye başladılar. Nihâyet, onların ilâh olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakîki ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâya ibâdetten yüz çevirir olmuşlardı. Artık, insanlar putlara ibâdet ediyorlardı. Böylece yeryüzünde ilk defâ putperestlik, putlara ibâdet etme başlamış, şeytan ve onun avânesi olan münâfıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı.
Mü’minlere, îmân etmiş görünerek yaklaşan, süslü, tatlı sözlerle, çeşitli entrikalar çevirerek, îmân sâhiplerini doğru yoldan ayırmaya, îmânlarını çalmaya çalışanların, îmân etmeyen ve îmân edenlere de açıkça düşmanlıkta bulunan din düşmanlarından daha çok zararlı oldukları böylece anlaşılmış oldu. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu sinsi düşmanlığın ilki böylece ortaya çıktı.
İnsanlar puta tapmaya başlayıp Allahü teâlâya ibâdet ve tâattan yüz çevirince tabiî olarak, git gide aralarında, zulüm, ahlâksızlık, fitne, fesâd ve zorbalık gibi kötülükler arttı ve yayıldı. Kâinatta bulunan her şey, insan aklının idrâk edemeyip âciz kaldığı, fevkalâde, akıl almaz bir ahenk ve nizâm içinde cereyân ederken ve her şey bütün teferruâtıyla insanoğlunun hizmetine sunulmuşken, insanlar bunu anlayamıyorlardı. Bütün bu nîmetlerden ve her nîmetin sâhibi olan Allahü teâlâdan gâfil idiler. Üstelik O'ndan başkasına, putlara, heykellere ibâdet ediyorlar, bu hâlin Allahü teâlâyı gadaba getireceğini, kendilerine azâb edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı.
Kâinattaki birçok mahlûk, kendilerinde hiç şuur olmadığı hâlde insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsân edilmiş olan akıl ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyorlardı.
Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına tapan insanlar, hakîkî ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâdan yüz çevirip, O'na kulluk etmekten uzaklaştıkça daha çok bozuldular. Zâten, O'nu unutup, başka şeylere ibâdet etmeleri her fenâlık ve alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti.
Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her türlü fenâlık ve ahlâksızlığı işler oldular. Güçlü kuvvetli olanlar, zayıf ve âciz kimselere zulmederlerdi. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvetten düşüp zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer ararlardı.