Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Gün geçtikçe biraz daha bozulup, çirkinleşen, zulüm ve haksızlıkların her gün biraz daha kök saldığı bu kavmin içinde bulundukları hâlde, bunlara hiç benzemeyen bir takım kimseler vardı. Bunlar Kûfe şehrinde bulunan, hiç bir zaman Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyen ve tevhid dîninden ayrılmayan insanlar olup, kavmin azgınlık ve taşkınlıklarına kapılmamış hakîkî îmân sâhibi temiz mü’minler idi. Hazret-i Nûh'un âilesi de, bunlar arasında idi. Bu mü’minlerin hepsi istisnâsız, İdrîs'in (aleyhisselâm) bildirdiği dînin esaslarına inanarak uygun amel eden, takvâ sâhibi sâlih kimselerdi. Fakat zâlim hükümdârlarından korktukları için îmânlarını gizlerlerdi. Zâten sayıları pek az olup, üçü beşi geçmezdi.
Nûh (aleyhisselâm) gençliğinde bir müddet çobanlık yaparak kavminin sürülerini otlattı. Zamân zaman ticâretle meşgûl oldu. Her ne kadar, bu vesîlelerle kavminden inanmayanlar ile teması olduysa da, onları putlara taptıkları için sevmedi. Kavminin başında, Kâbil'in soyundan gelme, Dermesil veya Dernesil isminde çok zâlim bir hükümdâr vardı. Dermesil, içki içer, kumar oynar, zamanını oyun ve eğlence ile geçirirdi. Onun zamanında, demir, bakır ve kurşundan muhtelif eşyalar yapılırdı. Dermesil ve kavmi, baba ve dedelerinin putları olan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki putlara ibâdet ederlerdi. Demir, bakır ve kurşunu rahat işleyebildikleri için, kendilerine göre muhtelif sûretlerde şekiller yaparlar, sonra bu şekil ve heykelleri put kabûl edip, onlara ibâdet ederlerdi. Böylece muhtelif şekillerde binlerce putları oldu. Her kabîlenin ayrı bir putu vardı.
Daha sonra Dermesil, putlar için büyük bir puthâne yapılmasını emretti. Her put, pek güzel, kıymetli örtülerle döşenmiş masalara kondu. Ayrıca putlar için, nöbetle vazife yapan hizmetçiler vardı. Hazret-i Nûh, onların bu gülünç durumlarını hiç tasvip etmez ve onlardan uzak kalırdı. Aralarına karışmadığı gibi, bayramlarına da iştirâk etmezdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İdrîs aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tâbi olup, yolunda bulunan ve Âdem (aleyhisselâm) ile Hazret-i Nûh arasında, çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Vedd, Süvâ, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki kıymetli âlim zâtlar Arab yarımadasının çeşitli yerlerine dağılarak İdrîs'in (aleyhisselâm) dînini yaymaya çalıştılar. Bu âlimler, Arab yarımadasının çeşitli yerlerinde dağınık vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara doğru olan hidâyet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar ve hiç bir fedâkarlıktan kaçmıyorlardı.
İbn-i Ebî Hâtim'in (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Tabiînden ve Fukahâ-i seb’a diye bilinen Medîne'nin yedi büyük âliminden Urve bin Zübeyr (rahmetullahi aleyh); İdrîs'in (aleyhisselâm) eshâbından olan ve insanlara doğru yolu gösteren bu büyük âlimler hakkında; “Vedd, Yegûs, Ye’ûk, Süvâ ve Nesr, Hazret-i Âdem'in evlâdından yâni torunlarındandır. Vedd, onların en büyüğü ve içlerinde en üstün olan idi” buyurmuştur.
Bu âlimler, ahlâk ve edeblerinin fevkalâde olması, hep Allahü teâlâdan, kıyâmetten, âhıretten anlatmaları, dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile, gittikleri her yerde sevilip sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tâbi oluyordu. Nihâyet onlar da, birer birer vefât edip, âhırete göçtüler. Sevenleri kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı.
Kavmin içinde bulunan bâzı münâfıklar, doğru îmân sâhiplerinin, vefât eden âlimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Temiz îmân sâhibi insanları kandırabilmek için sanki mü’minlerden imiş gibi göründüler. Onlara yaklaşarak; “Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, âlim zâtların vefâtlarından bir müddet sonra, unutulacağından ve nasîhatlerinin tesirinin kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından endişe ediyoruz. En iyisi biz, bu âlimlerin bulundukları yerlere birer alâmet koyup, nişân diksek, hattâ, bu âlimlerimizin küçük birer timsallerini yapıp evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur. Böyle yapınca hem devamlı hatırlayarak onları unutmamış, hem de nasîhatlerine uymuş oluruz. Hep birlik olalım ve bu husûsu ihmâl etmeyelim” dediler.
Bu münâfıkların, böyle gönül alıcı sözlerle mü’minlere yaklaşmaları, şeytanca maksatlarının o an için anlaşılmasına mâni oluyordu. Onların bu düşüncelerinin arkasında putperestlik illetinin ortaya çıkarılması fikri yatıyordu. Yâni münâfıklar, insanlığı ebedî felâkete, sonsuz azâblara sürükleyecek olan, putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp yaldızla süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Mü’minlerin ileri gelenleri böyle bir durumun ileride ne gibi netîceler hâsıl edeceğini bilemeyip düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, mü’minlerdenmiş gibi göründüklerinden, bu fiili mâkul karşıladılar. Zâhirî sebeplere göre, bu hâlin maksada uygun olduğunu zannettiler. Hattâ, şeytanın, insan şekline girerek onlara bu fikri verdiği de rivâyet edilmiştir.
Şâyet bu fikir, İdrîs'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden gelmiş olsaydı, îmân sâhibi olanlar durup, düşünürler, böyle bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile mahzurlarının da bulunabileceğini tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lâkin bu fikir, mü’min görünen münâfıklar tarafından ortaya atıldığı için hemen hiç kimse karşı çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabûle şâyân görüldü. Böylece münâfıkların sinsi plânları tutarak, ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde işlemeye başlamıştı.
Nihâyet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve nasîhatlerde bulunan Vedd, Süvâ’, Yegûs, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki o âlim zâtların birer heykellerini yaparak, onların daha ziyâde bulundukları yerlere diktiler. Bunu, güyâ o âlimlerin feyzlerinden istifâde etmeyi kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı.
Zamân akıp giderken, insanlar, bu heykellerin, daha küçük sûretlerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların feyzlerinden daha çok istifâde edeceklerine, nasîhat ve vasiyetlerini unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münâfıkların, hak dîne düşman olanların sinsi plânları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı.
Nesiller değişip, bu heykellerin dikiliş maksatları unutulunca, insanlar zamanla, bu heykelleri daha çok tâzim etmeye başladılar. Bu husûs, münâfıklarca dîne daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için tahrifleri olanca hızı ile devam ediyordu. Öyle bir hâle geldi ki, insanlar, farz ibâdetlerini yaptıktan başka, muayyen zamanlarda o heykellerin etrâfında toplanırlar, ziyâret ederler, o heykellere saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mü’min olanlar, geçmiş âlimlerin yolunda olmak, nasîhatlerini hatırlamak perdesi altında putperestliğe doğru adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münâfıklar sinsi ve şeytanca hareket ediyorlardı. İnsanlar, bu heykellerin evlerde bulunan küçük sûretlerini de tâzim etmeye, onları geçmiş âlimlerin sohbet ve nasîhatlerini hatırlatıcı ve kendilerinin kötülüklerden men edip, uyarıcı olarak kabûl etmeye başladılar.
Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe heykellere olan muâmele,onların ibâdete karıştırılması, önceki mü’minlerin itikatlarının ve yaptıklarının aksine olarak çok değişti. Bu durum şeytanın ve dîne düşmanlıkta ona iş bırakmayan münâfıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, git gide maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zamân ilerledikçe, yeni yetişen nesiller, bu heykellerin dikiliş gâyesini unuttular. Şeytanın, münâfıkların vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibâdetlerinde değişiklikler meydana geldi. İnsanlar, bu dikili taşlarda üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer yapılan ibâdetlerden ziyâde bu heykellere hürmet göstermeye başladılar. Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü teâlâ katında bu heykellerin kendilerine şefâatçi olacağına, dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tâzim etmenin lâzım geldiğine inanmaya başladılar.
Daha sonra insanlar, bu heykellerde, ilâhi kudret bulunduğuna inanmaya, bunları, mânevî olarak gözlerinde daha çok büyütmeye başladılar. Nihâyet, onların ilâh olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakîki ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâya ibâdetten yüz çevirir olmuşlardı. Artık, insanlar putlara ibâdet ediyorlardı. Böylece yeryüzünde ilk defâ putperestlik, putlara ibâdet etme başlamış, şeytan ve onun avânesi olan münâfıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı.
Mü’minlere, îmân etmiş görünerek yaklaşan, süslü, tatlı sözlerle, çeşitli entrikalar çevirerek, îmân sâhiplerini doğru yoldan ayırmaya, îmânlarını çalmaya çalışanların, îmân etmeyen ve îmân edenlere de açıkça düşmanlıkta bulunan din düşmanlarından daha çok zararlı oldukları böylece anlaşılmış oldu. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu sinsi düşmanlığın ilki böylece ortaya çıktı.
İnsanlar puta tapmaya başlayıp Allahü teâlâya ibâdet ve tâattan yüz çevirince tabiî olarak, git gide aralarında, zulüm, ahlâksızlık, fitne, fesâd ve zorbalık gibi kötülükler arttı ve yayıldı. Kâinatta bulunan her şey, insan aklının idrâk edemeyip âciz kaldığı, fevkalâde, akıl almaz bir ahenk ve nizâm içinde cereyân ederken ve her şey bütün teferruâtıyla insanoğlunun hizmetine sunulmuşken, insanlar bunu anlayamıyorlardı. Bütün bu nîmetlerden ve her nîmetin sâhibi olan Allahü teâlâdan gâfil idiler. Üstelik O'ndan başkasına, putlara, heykellere ibâdet ediyorlar, bu hâlin Allahü teâlâyı gadaba getireceğini, kendilerine azâb edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı.
Kâinattaki birçok mahlûk, kendilerinde hiç şuur olmadığı hâlde insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsân edilmiş olan akıl ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyorlardı.
Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına tapan insanlar, hakîkî ve yegâne mâbut olan Allahü teâlâdan yüz çevirip, O'na kulluk etmekten uzaklaştıkça daha çok bozuldular. Zâten, O'nu unutup, başka şeylere ibâdet etmeleri her fenâlık ve alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti.
Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her türlü fenâlık ve ahlâksızlığı işler oldular. Güçlü kuvvetli olanlar, zayıf ve âciz kimselere zulmederlerdi. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvetten düşüp zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer ararlardı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İdrîs'ten (aleyhisselâm) sonra gönderilen peygamber. Kendilerine yeni bir din verilen peygamberler (resûller) dendir. Peygamberler içinde en büyükleri olarak bilinen ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin ikincisidir. İdrîs (aleyhisselâm) göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azarak doğru yoldan ayrıldılar ve putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Nice yıl, onları dîne dâvet etti. Yalnız, oğullarından Sâm, Hâm, Yâfes ile pek az kimse îmân etti. Kendi oğlu Yâm, yâni Ken’ân başta olmak üzere kavminin çoğu îmân etmedi ve karşı geldi.
Kavmi, Hazret-i Nûh'a hakâret ve işkence edince onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ, Nûh'a (aleyhisselâm) gemi yapmasını emretti. Geminin bitiminde, tûfan başladı ve Nûh (aleyhisselâm) mü’minleri de alarak gemiye bindi. Gemidekilerin seksen kişi olduğu ve geminin üç katlı yapıldığı “Arais-ül-mecalis” adlı eserde yazmaktadır. Hazret-i Nûh ayrıca gemiye her hayvandan da birer çift almış, hatta oğlu Ken’ân'ı da gemiye çağırmıştır. Ken’ân; (Ben, dağa çıkar kurtulurum) dediği sırada bir dalga gelerek onu boğmuş, sular dağları aşmıştır. İnsanlar ve hayvanlar telef olup, yağmurlar altı ay sonra durmuş ve sular çekilmiştir. Gemi, Irak'ta bulunan Cûdî dağına oturmuş ve insanlar, tûfandan sonra Hazret-i Nûh'un üç oğlundan çoğalıp yeryüzüne dağılmışlardır. Bunun için, Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem (aleyhisselâm) denildi. Sâm'dan Arab, Fars ve Rûm; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Hattâ Bering (Behreng) boğazından Amerika'ya bile geçip yerleşenler oldu. Nûh aleyhisselâm, bin yaşında vefât etti.
Yaşı, insanlar arasında uzun ömre güvenilmemesi ve ne kadar yaşanırsa yaşansın sonunda ölüm olduğu husûsunda bir ölçü olmuştur.
Hazret-i Nûh'un, Hazret-i Âdem'e kadar olan nesebi şöyledir: Nûh bin Lamek bin Metuşalih (bu isim Metüşalh ve Müteveşlih şeklinde de rivâyet edilmiştir) bin Ehnûh (yani İdrîs (aleyhisselâm)) bin Yerd bin Mehlâil bin Kaynân bin Enûş bin Şiş (Şît) (aleyhisselâm) bin Âdem (aleyhisselâm). Ayrıca Hazret-i Nûh'un asıl isminin, Yeşkür, Şâkir ve Abdülgaffâr olduğu da bildirilmiştir. Lakabı Neciyyullah ve Şeyh-ul enbiyâ'dır.
Nûh'un (aleyhisselâm) annesinin ismi Kaynûş binti Berâkil bin Mahvîl'dir. Annesinin ismi; Sebhâr, Şemhâ ve Semhâ şeklinde de bildirilmiştir.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İdrîs’in (aleyhisselâm), Metûşâlih isminde bir oğlu vardı. Metûşâlih, babasının bildirdiklerine tamâmen uyan kâmil bir mü’min olup, Meysâha adlı sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten ismi, Yemlek ve Lemk şeklinde de bildirilen Lâmek dünyâya geldi. Lâmek; doğumu, çocukluğu, yetişmesi ve gençliğinde, herkesin imrendiği bir hâle sâhip ve pek güzel, güçlü, kuvvetli idi. Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana-babalardan geçerek ona ulaşmış, şimdi de onun yüzünde parlıyordu. Lamek, Kaynuş isminde sâliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten de Hazret-i Nûh dünyâya geldi. Hazret-i Nûh, Şam diyârında Ba’lebek yakınında, Ayn-ül-ved (sevgi pınarı) isimli yerde, yâhut Diyârbakır'da veya Hindistan'da yetişti.
Hazret-i Nûh'un annesi Kaynûş, hâmileliğinin son zamanlarında kendisi ve doğacak çocuğu hakkında, çok zâlim bir kimse olan zamânın hükümdârından korkuyordu. Bu endişe içerisinde, doğum iyice yaklaştığında, Kaynûş evinden çıkıp, bir mağaraya giderek doğum yaptı. Zevci Lâmek ise o sırada rahatsız olup son anlarını yaşıyordu.
Doğumdan sonra çocuğunu mağarada bırakıp, büyük bir üzüntü ile, içli gözyaşları dökerek ve vah oğlum diye sızlanarak mağaradan ayrılmak üzere iken, daha yeni doğmuş, kundağa sarılmış olan Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın izni ile konuşmaya başladı. Annesini hayretler içinde bırakan bu mübârek çocuk; (Anneciğim! Benim için korkma! Endişe etme! Çünkü beni yaratan elbette korur) diyordu.
Kundaktaki bebeğinin böyle konuşması, gözü yaşlı anneyi hem rahatlattı, hem de daha çok üzülmesine sebep oldu. Çünkü, Kaynûş, evlâdının bu sözüyle, onun Allahü teâlâ tarafından husûsî olarak korunduğunu, kendisine bir zarar gelmesinden endişe etmeye lüzum kalmadığını hissederek rahatladı. Diğer taraftan, kendisinden bu sözleri duymakla, gönlünde yavrusuna karşı muhabbet ve şefkâtinin kat kat arttığını hissetmiş ve böyle bir yavrudan ayrılmak, hele bir mağarada bırakıp gitmek ona pek zor gelmişti. Bu acıya ve ayrılığa tahammül etmek, öyle bir anne için elbette mümkün değildi. Ama oğlunun selâmeti için bu acıya sabretmesi îcâb ettiğini düşünerek, onu Allahü teâlâya emânet edip, gözyaşları içerisinde evine döndü.
Nûh (aleyhisselâm) kırk gün kadar, doğduğu mağarada kaldı. Bundan sonra melekler onu alıp, annesinin yanına götürdüler. Annesi Kaynûş buna pek sevindi. Bu kırk gün içinde, Nûh'un (aleyhisselâm) babası Lâmek de vefât etmiş idi. Lâmek’in (rahmetullahi aleyh), Nûh'un (aleyhisselâm) peygamberliğinden sonra vefât ettiği de bildirilmiştir. Hazret-i Nûh, çocukluğunda ve gençliğinde, zâhirde ve batında, (görünüşte ve iç âleminde) çok güzel, pek mükemmel idi. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamıştı. Şekl-ü şemâil yâni vücut görünüşü ile, huy ve yaradılış bakımından Hazret-i Âdem'e çok benzerdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget