Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İşte edeb ve hayâ bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sâhip olan, hak hukuk tanımayan Âd kavmi içinde bir zât yetişiyordu. Bu seçilmiş zât, Hûd aleyhisselâm idi. Hûd aleyhisselâmın Âd kavmi ile olan münâsebeti, sâdece neseb (soy) bakımından onlarla aynı olması ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiç bir yönden onlara benzemiyordu.
Allahü teâlânın bir ihsânı olarak yaratılıştan, fevkalâde bir güzelliğe sâhip olan Hazret-i Hûd, kavminin en güzeli ve ahlâkça en üstünü olup, insanlar içinde, Yûsuf aleyhisselâmdan sonra, Âdem aleyhisselâma en çok benzeyen idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru, Hazret-i Hûd'un mübârek alnında ay gibi parlıyordu. Daha küçüklüğünden itibaren kendisine; “Muhammed Mustafa'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) nûru senin alnındadır. Putları kırmak, küffârı öldürmek ve küfür ateşini söndürmek O'na nasîb olacak” diye nidâ edildiğini duyardı. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti. Kavminin taşkınlıklarına kapılmadı. Nûh aleyhisselâmın dîninde olup, o din üzere ibâdet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse idi. Gâyet hâlim, selim, yumuşak huylu ve şefkâtli olan Hûd aleyhisselâm temiz, îtibâr sâhibi ve soylu bir âileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamâmen farklı bir hâlde olduğu herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekâsı ise fevkalâde idi. Kavminin îtibâr ve îtimâdını kazanmış olduğundan, herkes arasında Emîn lakabı ile tanınmış idi.
Hûd aleyhisselâm, kavminin bu azgın hâline baktıkça çok üzülüyor, müdâhale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gâyet sâkin olan, hiç kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vakâr ve heybet sâhibi olan Hûd'a (aleyhisselâm), dörtyüz yaşına (başka bir rivâyette kırk yaşına) gelince, Âd kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Hazret-i Hûd'a şöyle vahyetti: “Ey Hûd! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Âd kavmine peygamber kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mûcize olacak şeyler gösteririm.
Yâ Hûd! Ben onlara, altından tahtlar (çok mal ve servet) yanında, kendilerinden evvel hiç bir kavme nasîb olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim.
Rızkımı yiyip benden başkasına ibâdet ediyorlar. Ey Hûd! Sen, benim kulum ve peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilâh olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya dâvet et!”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Âd-ı ûlâ, ilk Âd kavmi demektir. Âd-ı uhrâ ise sonraki Âd kavmi demektir. Bunların kimler oldukları hakkında çeşitli rivâyetler varsa da, meşhûr olan rivâyetlere göre, birinci Âd kavmi, Hûd'un (aleyhisselâm) zamanında bulunup, ona îmân etmeyerek helâk olanlardır. Necm sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde; “O, ilk Âd kavmini helâk etti” buyruldu.
Bu kavme ilk Âd kavmi buyrulması, Hazret-i Nûh'dan sonra ilk helâk olan kavim olması sebebiyledir.
Katâde'nin (radıyallahü anh) bildirdiğine göre İrem, bir Âd kavmidir. Onlara, zât-ül-Imâd (direkler sâhibi) denirdi.
Kur’an-ı kerîmde, Hazret-i Hûd ile Âd kavmi arasında vâki olduğu zikredilen hâdiseler hep bu Âd-ı ûlâ'ya (birinci Âd'a) aittir. Âd-ı ûlâ'nın helâk olmasından sonra, geride kalanlardan çoğalanlara da Âd-ı uhrâ (sonraki Âd kavmi) denilmiştir. Âd-ı ûlâ, Âd-ı uhrâ ve İrem hakkında daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Nûh tûfanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar çoğalıp, zamanla Arabistan yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hazret-i Nûh'un torunlarından olan Âd; Yemen'de, Hadrâmut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Âd'ın evlâdı burada çoğalarak büyük bir kabîle oldu. Bu kabîle, Âd'ın soyundan geldiği için, bu kavme Âd kavmi denildi. Âd, kendi arasında yirmiüç kabîleden meydana gelen büyük bir Arab kavmi idi. İbn-i Ebî Hatim, Âd kavminin yerleşme sahasının, Yemen ile Şam arasında olduğunu da rivâyet etmiştir.
Âd kavminin insanları, gâyet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten çok kuvvetli kimselerdi. Yeryüzünde onlardan daha uzun boylu ve cüsseli kimseler gelmemiştir. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedenî olan kuvvetleri yanında, Allahü teâlânın ayrıca bir ihsânı olarak, bulundukları belde de, gâyet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrâfta rengarenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hattâ bu Ahkâf diyârının İrem diye tanındığı, İrem bağları tabirinin oradan geldiği de rivâyet edilmiştir.
Âd kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun (direk) şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binâlar yaparlardı. O muazzam binâlarının içinde ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslerle, göz kamaştırıcı güzelliklere sâhipti.
Hazret-i Nûh'dan sonra sekiz asır gibi uzun bir zamanın geçmesi sebebiyle, Âd kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adâlet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine âit ilimleri büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar.
Nûh tûfanını görenler çoktan vefât etmiş olduklarından ve tûfanın tesiri yavaş yavaş insanların hâfıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zâten bütün gayretiyle insanları hidâyet yolundan ayırmak için, devamlı hîle ve tuzaklar hazırlıyordu.
Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nîmetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler” (Fussilet sûresi: 15) âyetinin haber verdiği şekilde kibre kapıldılar.
Bütün nîmetleri veren Allahü teâlâyı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün âlemin bir yaratıcısı olduğu akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehâlet ve taşkınlıkları artıyordu.
Nihâyet Âd kavmi; samed, samûd, sadâ ve hebâ adlı putlara tapmağa, etrâfta bulunan kabîlelere zulüm ve işkence etmeğe başladı. Öyle zâlim ve gaddar oldular ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vâsıtası idi. Bunlar üzerinde âdetâ kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binâlardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Âdeta zorbalık ve şiddet ile muâmele etmeyi, kendilerine şiâr edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sâhibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hattâ işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hâmisi ve sığınağı yoktu.
Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına güyâ kolay, kısa ve emîn olan istikâmeti göstermek için çeşitli yanlış işâretler koyarlardı. Yolu bilmeyen, garib, zavallı yolcular, bu yanlış işâretlere aldanarak farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderler; Âd kavminin zâlimleri de, bu biçârelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişân bir vaziyete düşmelerini, kurda kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis rûhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı.
Bâzen uzak olsun, yakın olsun civârlarında bulunan kabîlelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yâhut da satarlardı. Merhamet duyguları tamâmen kaybolmuş, yerini, canilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı.
Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumûra uğrayan, şefkât ve merhametten tamâmen mahrûm kalan bu kavim, elindeki maddî imkan ve zenginlikleri sâdece zulüm vâsıtası olarak kullanıyordu. Garib ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabîleler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hâle gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor rahat bırakmıyorlardı.
Maddî imkan ve nîmetleri arttıkça, Âd kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü teâlânın sonsuz nîmet ve ihsânlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hattâ nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünyâ nîmetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nîmetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insânî duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefâhet yolunda ilerliyorlardı.
Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gâyet muazzam binâlarda, benzeri görülmemiş bir ihtişâm içinde yaşıyorlardı. Bu umûmi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam binâ ve kâşânelerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı.
Ahlâkî ve insanî değerlerini kaybetmiş, mânevîyattan tamâmen mahrûm kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddî imkanları, başkalarına zulüm ve işkence âleti olarak kullanacakları gâyet açıktır. İşte Âd kavmi de böyle olup, ellerindeki kuvvet ve imkanları ile etrâfa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Âd kavminin melîki (hâkimi), Halcan bin Vehm isminde, vicdansız, zâlim bir kimse idi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget