Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Âyet-i kerîmelerde sarâhaten (açıkça) bildirildiği gibi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâma inanmayıp, müşriklikte ısrâr eden, azgınlık ve taşkınlıkta, kibir ve gururda haddi aşan, hattâ Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ eden zâta hücûm ederek, inciten azgın Âd kavmi, şiddetli rüzgâr ile helâk edilmiştir. Nitekim, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in (radıyallahü anh) naklettiği, İmâm-ı Buharî ve İmâm-ı Müslim'in (rahmetullahi aleyhima), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Ben saba rüzgârı ile yardım olundum, Âd (kavmi) ise debûr ile helâk edildi” buyrulmuştur. Allahü teâlâ, kullarının ibret alması ve âhıret yolculuğunda hazırlıklı olmaları için, geçmiş ümmetlere âit bâzı kıssaları bildirmiş, Kur’an-ı kerîmin çeşitli âyetlerinde Âd kavminin hâlini ve başlarına gelen azâbı da haber vermiştir.
Âd kavminin helâk edilmesinde, sebep olan şiddetli rüzgâr için, âyet-i kerîmelerde; azâb-ı elîmrîh-i akîmsarsar ve âtiye gibi kelimeler geçmektedir. Azâb-ı elim, elem verici, şiddetli azâb demektir.
Rîh, yâni yel, rüzgâr normalde çok faydalıdır. Çirkin kokuları giderip, hoş kokular getirir. İnsana ferahlık, rahatlık verir. Ağaçlara su yürütür. Rîh-ı akîm ise, bu faydaları bulunmayan rüzgârdır.
Yine âyet-i kerîmede geçen sarsar kelimesi; soğuğu çok şiddetli ve pek gürültülü rüzgâr mânâsına gelir. Bir de pek soğuk mânâsında olup, soğukluğu, dokunduğu yeri yakacak derecede olan demektir. Âtiye ise aman vermeyen ve çok şiddetli esen rüzgâra denir. Şiddeti nihâyet derecesinde olup, ölçüsü, tartısı yok demektir. Hiç kimse bu rüzgârdan kendini koruyamaz. Nitekim Âd kavmini helâk eden rüzgâr, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine sığındıkları muazzam binâların hiç biri işe yaramıyordu. Çünkü azâb fırtınası, bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle birlikte hemen havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi bırakıveriyordu. Böylece şiddetli olan bu rüzgâra âtiye de denilmiştir.
Gördükleri bulut, bir taraftan yaklaşırken, Âd kavminin insanları sevinç ve neşe içersinde onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı, şiddetli bir azâb taşıdığı husûsunda, Hûd aleyhisselâmın ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen Âd kavminin insanları, onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı. Nihâyet o buluttan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı.
Allahü teâlâ rüzgâr ile vazifeli meleğe, rüzgârın bulunduğu hazînenin bâzı kapaklarını açarak, rüzgârın normalden çok esmesini emretti.
Cebrâil (aleyhisselâm), rüzgâra; “Ey rüzgâr! Âd kavmine azâb olarak, Hûd aleyhisselâm ve ona tâbi olanlara da rahmet olarak es!” diye emir verdi.
Hûd (aleyhisselâm) yanında mü’minler bulunduğu hâlde, yüksek bir dağdan kavmine seslenerek; “Ey Âd kavmi! Sizi gölgeleyen ve bulut şeklinde gelen azâbı, o bulutta olan sarsar ve rîh-ı akîmi görmüyorsanız yazıklar olsun. Başınıza belâ gelmeden ve azâbdan kurtuluş için kaçacak yer kalmayacağı zamandan önce Allahü teâlâya îmân ediniz” demesine karşılık, bu insanlar, Hûd'un (aleyhisselâm) sözlerine hiç önem vermeyip; “Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir rüzgârdır ve arkasından çok yağmur yağacağına işârettir” dediler.
Azâb bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen mağrur Âdlılar, birbirlerine; “Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize gelen kasırgayı, vâdiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehder'in dedikleri ve gördükleri doğru ise, o rüzgâr bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle gelen kimseleri geri çevirelim” dediler. İçlerinde reisleri Halcân'ın da bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip yakınına vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli rüzgârlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhûr etti. Âd kavminden oraya gelen insanların hepsini yere seren bu kuvvetli rüzgârın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında yenilmek nedir bilmeyen Âdlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya başladılar. Başları olan Halcân bir taraftan dağa doğru kaçıyor, bir taraftan da; “Bu rüzgâr beni dize getirmeseydi, ben onu dize getirirdim” diye söyleniyordu. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sâkinleşince, bol yağmura kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hûd aleyhisselâm bunları görüp, olanlardan sonra herhâlde uslandılar, îmân etmeye, tâbi olmaya geliyorlar diye düşündü. Halbuki onlar inâdlarında ısrâr edip, Hûd aleyhisselâmı yalanlamaya devam ettiler. Hûd aleyhisselâm bunların, îmânsızlıkta bu kadar ısrâr etmelerine çok üzülüyor, bile bile inâd ile kendilerini ebedî azâblara, felâketlere atmalarına çok acıyordu.
Tayin olunan vakit gelince, vazifeli melekler, bulut ile beraber bu kavmin etrâfını kuşattılar. Küfür ve inâdlarında direnen bu insanlar, âilelerini muhkem kalelere ve yer altındaki sığınaklara bırakarak azâb bulutu ile, vazifeli meleklere karşı (güyâ) harbetmek için ok ve silâhlarını aldılar.
Bu hâlde, bulut ve melekler, Allahü teâlânın emrini beklerken, Hûd (aleyhisselâm) ve ona tâbi olan mü’minler de bu şaşkın kavmin îmâna gelmesini istiyorlardı. Onlar ise, bu bekleyişi, bulutun ve buluttaki meleklerin saldırmaya cesâret edemedikleri şeklinde yorumluyorlar, hattâ, Hazret-i Hûd'a (aleyhisselâm); “Ey Hûd! Kuvvet bakımından bizden daha şiddetli kimsenin olamayacağını şimdi göreceksin” diyerek, kendilerinin üstün geleceğini emîn bir şekilde söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim, Fussilet sûresi 15. âyet-i kerîmesinde, onların kuvvetlerinin çokluğuna aldanmalarının câiz olmadığını beyân için, onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Onlar bilmediler mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak husûsiyetini veren, üzerlerine azâb gönderip hepsini helâk etmeğe kâdir olan Allahü teâlâ, kuvvet ve kudrette onların hepsinden daha üstün, daha şiddetlidir. Onlar, Allahü teâlânın kâdir bir zât olduğunu, başkalarının yapmaya kâdir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat onlar bizim âyetlerimizin hak olduğunu bildikleri hâlde, bile bile inkâr ediyorlardı.”
“Tefsîr-i kebir”de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruluyor ki: “Onlar, boy ve cüsse bakımından, başkalarından daha kuvvetli iseler de, onları yaratan, onlardan elbette daha kuvvetlidir. O hâlde onlara lâyık olan, kuvvetleriyle zayıfları ezmek değil, kendilerinden çok daha kuvvetli olan Allahü teâlâya itâat etmek idi. Fakat onlar kibir ve inkâr yolunu tutmuşlardı. Katiyen o bozuk yoldan dönmediler. Şiddetli azâbı hak ettiler.
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde onların bu hâllerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar, kavuştukları dünyâlık nîmetlere aldanmasınlar, âhırete yönelsinler, orası için hazırlıkta bulunsunlar.”
Nihâyet bir Çarşamba günü sabahı, buluttan rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr estikçe şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına gittikçe şiddetlendiği gibi, uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, târifi mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu.
Âdlılar, bu rüzgârın çok şiddetli olduğunu, develeri ve dev cüsseli insanları havaya uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emîn bildikleri muazzam köşklerine girip kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgâr çok şiddetli estiğinden, ne ev ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp havaya fırlattı ve içindekileri helâk etti.
O uğultulu fırtına, Âd kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar yerden kaldırıp, göklere çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgâr; “Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki” (Fussilet sûresi: 15) diye büyüklük taslayanları saman çöpleri gibi havada uçuruyordu. Rüzgâr onları o kadar yükseğe kaldırdı ki, büyük cüsseleriyle, havada, ancak çekirge kadar görünürlerdi. Sonra rüzgâr, onlardan her birini, o kadar yükseklikten yere, yüzüstü çarpıverirdi. Sonra Allahü teâlâ rüzgâra emretti. Rüzgâr, Âdlıların etrâflarında bulunan kum tepelerini onların üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında inlediler. Allahü teâlâ yine rüzgâra emredince, rüzgâr onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı. Onlar kum yığınları altında helâk olduktan sonra, Allahü teâlânın emri ile siyah bir kuşun, onların cesetlerini denize taşıdığı da rivâyet olunmuştur.
Allahü teâlâ, Âd kavmine gelen şiddetli azâbı bildirerek meâlen buyuruyor ki:
“Hûd'u (aleyhisselâmve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim âyetlerimizi tekzip edip (yalanlayıp), mü’min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik.” (A’râf sûresi: 72)
“Vaktâ ki azâb emrimiz geldi. Hûd'u (aleyhisselâmve ona îmân edenleri rahmetimizle kurtardık ve azâb-ı galîzden (ağır azâbdan veya âhıret azâbından) da necât (kurtuluş) verdik.” (Hûd sûresi: 58)
Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmelerde; (…Rahmetimizle…) buyrulmasında şu iki husûsu bildirmişlerdir:
1- Bir kimse, îmân sâhibi olmakta ve sâlih ameller işlemekte ne kadar ileri ve gayretli olursa olsun, ancak Allahü teâlânın rahmeti ve merhameti ile kurtulabilir. O'nun rahmeti olmadan, hiç kimse, ibâdet ve tâati sebebiyle azâbdan kurtulamaz. Şu kadar var ki, rahmet ve merhametine, kullarının, hâlis îmân ve hâlis ibâdetlerini sebep, vâsıta kılmıştır.
2- Allahü teâlâ, Hazret-i Hûd'a ve ona tâbi olan mü’minlere merhamet ederek, kâfirlere gelen umûmî azâbdan onları muhâfaza buyurdu.
“Biz de üzerlerine dünyâ hayatında zillet ve rüsvâ olmak azâbını tattırmak için uğursuz günlerde çok soğuk (kavurucu) bir rüzgâr gönderdik. Onların âhıretteki azâbları ise (dünyâdaki azâblarından elbette) daha şiddetlidir. Onlar (dünyâda ve âhırette) yardım da görmezler.” (Fussilet sûresi: 16)
Nühûsetli günler; meş’ûm yâni uğursuz günler demektir. Âd kavmi üzerine, şiddetli rüzgâr olarak gönderilen azâbın geldiği günlerin, onlar hakkında fenâ günler olduğunu beyân eder. Eyyâm-ı nahs (uğursuz, fenâ günler), onların helâk oldukları günlerdir ve bu günlerin fenâ olması o zamana mahsustur. Peygamberimizin ümmetinde böyle, eyyâm-ı nahs yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Müslümanlıkta, uğursuzluk ve hastalığın, sağlam kimseye muhakkak geçmesi yoktur” buyruldu.
 Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Âd kavmini helâk eden rüzgâr bir kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayında bir Çarşamba günü başladığından, bâzı kimseler, Çarşamba gününü tetayyur etmişler yâni uğursuz saymışlardır. Hattâ bir çok kimse, o günü, uğursuz saydığı için Çarşamba günü hiç bir iş yapmazlar, evlerinden çıkmazlar. Bu kimselerin böyle inanç ve îtikâd edinmeleri çok yanlıştır. Nitekim dînimizde uğursuzluğun olmadığı hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
Yedi gece ve sekiz gün süren şiddetli azâb rüzgârı ile mahv-ü perişân olan Âd kavminin insanlarını, o soğuk ve uğultulu rüzgâr, çok feci şekilde helâk etmiş; onlardan hiç biri, değil başkalarını, kendilerini dahî koruyarak azâbdan kurtulmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zâriyât sûresinin 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani üzerlerine o helâk edici rüzgârı göndermiştik (O rüzgârda ne hayır, ne de bereket vardı. Helâk rüzgârıydı.) Her nereye uğradıysa (mallarından, hayvanlarından ve canlarından) hiç bir şeylerini bırakmayıp hepsini kül gibi savurdu (helak etti).” buyruldu.
Ayrıca Hâkka sûresinin 6, 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine gelince onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helâk edildiler. Allahü teâlâ o rüzgârı, yedi gece ve sekiz gün devamlı olarak onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hâle geldiler ki, o vakit orada bulunsaydın bu müddet zarfında) onların, köklerinden kopup, yere serilen kof hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkıla kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?”
Tabiînin büyüklerinden Şehr bin Havşeb'in (rahmetullahi aleyh) Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlânın gökten indirdiği hiç bir yağmur ve esen rüzgâr yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nûh tûfanında ve Âd kavminin helâk edildiğinde böyle olmadı. Nûh tûfanı günü, su, Allahü teâlânın emri ile hazînelerinden taştı ve ona hiç bir yol, ölçü olmadı. Âd kavminin helâk edildiği zaman da rüzgâr, Allahü teâlânın emri ile hiç bir ölçü ve yol olmadan her yerden korkunç bir şekilde esti.”
Âd kavmini helâk etmek için esen rüzgâr, Allahü teâlâya âsî olan ve O'nun emirlerini, hiçe sayıp alay eden o azgın kavmin insanlarını yok etti. Ancak peygamberlerine tâbi olanlar kurtuldular.
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavminden îmân etmeyip, cehâlet ve şirkte inâd edenlerin hepsi helâk olurken, en son reisleri Halcân kalmıştı. Halcân can korkusuyla bir taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felâketi anlayamamanın ve hakîkati kabûl edememenin verdiği hayretle karışık bir korku içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık hâlinde ve acınacak durumda iken bile îmân etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrâr ediyordu. O sırada, Hazret-i Hûd onu gördü ve; “Kendine yazık ediyorsun ey Halcân! Bile bile ebedî felâkete gidiyorsun. Gel, müslüman ol! Ancak bu şekilde kurtulursun” buyurunca, Halcân; “Müslüman olursam, Rabbinin katında benim için ne var?” dedi. O da; “Cennet var” deyince, Halcân; “Peki, kavmimi helâk eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler kimdir?” dedi. Hazret-i Hûd; “Rabbimin melekleridir” karşılığını verdi. Halcân; “Şâyet müslüman olursam, Rabbin beni onlardan korur mu?” diye sorunca; Hûd aleyhisselâm; “Yazık sana. Sen hiç pâdişah gördün mü ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun?” cevâbını verdi. Bunun üzerine Halcân; “Keşke Rabbin benim râzı olduğumu yapıp, kavmimi helâk etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı” dedi ve yine îmân etmedi. Nihâyet, şiddetli rüzgâr gelip onu da helâk etti.
Zâriyât sûresi 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani, üzerlerine, (kendisinde ne hayır, ne de bereket bulunan ve bir helâk rüzgârı olan) o kısır rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr her nereye uğradıysa, (Âdlıların canlarını, mallarını, hayvanlarını, her şeylerini) bırakmayıp kül gibi savurdu (helak etti)”.
Diğer taraftan, Mekke'de Harem-i şerîfte duâ eden Âd kavmi heyeti, daha sonra, tekrar Mu’âviye bin Bekr'in sarayına dönüp orada bulunuyorlardı. O sırada mehtaplı bir gecede, devesinin üzerinde bir kişinin, kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yanlarına gelince, o kimseye nereden gelip, nereye gittiğini sordular. O da, Yemen tarafından geldiğini, Mısır'a gitmek için yolda bulunduğunu söyledi. Âdlılar buna sevinip, hemen, kavimlerinden haber sormaya başladılar. O kimse; “Âd kavminden olanların işi bitti. Debdebeli hayatları, kahredici rüzgârla sona ererek perişân oldular. Köşkleri, kemerli yüksek binâları, gösterişli kaşaneleri yerle bir oldu” deyip, Âd kavminin helâk edildiğini haber verdi ve olanları da uzun uzun anlattı. Mu’âviye'nin evinde bulunanlar, başka bir kavimden olan ve olup bitenleri uzaktan gören bu zâtın anlattıklarına bir türlü inanamıyorlardı. Hayrete düşerek gelen kimseye, Hûd aleyhisselâmı ve ona tâbi olanların hâllerini sorunca; “Onları geçtiğimde deniz sahilinde ilerliyorlardı” cevâbını verdi. Yâni Âd kavminin helâkından sonra Hûd aleyhisselâm, kendisine îmân etmiş olanlarla birlikte, Yemen'den ayrılarak sâhil yolundan Mekke-i mükerremeye doğru geliyordu.
Mu’aviye bin Bekr'in evinde bulunanlar, gelen kimsenin büyük bir heyecanla anlattıkları haberlere bir türlü inanamadıklarından, hâlâ tereddüt içinde idiler. Mu’âviye bin Bekr'in kızkardeşi Hüzeyle binti Bekr; “Mekke'nin Rabbine yemîn ederim ki, gelen kimsenin anlattıkları doğrudur. Zâten Harem'de duâ edilip, siyah bulut seçildiğinde, gizli bir münâdî, bunun, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmayıp helâk edecek bir azâb olduğunu söylememiş miydi?” dedi.
Daha sonra Kayl bin Ayr ve heyeti üzerine, Âd yurdunda, Âdlıları helâk eden rüzgâra benzeyen şiddetli bir rüzgâr esti. Onlar da aynı şekilde helâk oldular. Böylece Harem-i şerîfte duâ eden Mersed, Kayl ve Lokmân'ın her birine istedikleri verilmiş oldu.
Yemen tarafından gelen kimsenin, Âd kavminin helâkini anlatmasını dinledikten ve Kayl ile beraberindekilerin fecî âkıbetlerini de gördükten sonra, Mersed'in şu meâlde bir şiir söylediği rivâyet edilmiştir: “Âd kavmi, peygamberlerine inanmayıp isyân etti. Bu yüzden semâ onları ıslatmadı ve bir damla yağmur bile düşmedi. Susuzluk içinde kıvrandılar ve su bulmak için, bir ay yol yürüyüp Kâbe'ye geldiler. Fakat kör olduklarından, niçin bu musîbete uğradıklarını bir türlü anlamak istemiyorlar, anlasalar bile kabûl etmiyorlardı. Onlarda körü körüne bir inâd; küfür ve isyânda, zulüm ve haksızlıkta kuru kuruya bir ısrâr vardı. Üstelik; semûd, sadâ ve hebâ adını verdikleri putlara tapıyorlar, Allahü teâlâya şirk koşuyorlardı.
Pek azgın ve haddi aşan, kalbleri boş bir sahrâ gibi olan ve her türlü mânevî düşünce ve hislerden uzak bulunan bu kavim, Hazret-i Hûd'un nasîhatlerini dinlemeyip, azâb ile korkutmasına aldırış etmedi.
Rablerini açıktan açığa inkârları yüzünden susuzluğa düçâr oldular. Zâten onların bozuk hâlleri, aslında, büyük bir belâya tutulacaklarının habercisi idi. Nâsîhat; susuzluğa düşenlerin akıllarını başlarına toplamalarına ve uyanmalarına yetmedi. Sonunda susuzlukla beraber, üzerlerine kara bir bulut gelerek helâk olup gittiler. Hûd (aleyhisselâm), kavmine saâdet yolunu gösterdi. Biz hidâyeti onun vesîlesiyle gördük. Hazret-i Hûd'un ilâhı olan Allahü teâlâ, benim de ilâhım ve Rabbimdir. Yâni ben O'na inanıp, îmân getirip, îtimâd ve tevekkül ettim. O'na güvendim. O'nun rahmetini ve yardımını ümîd ederim. Kendim, çoluk-çocuğum Hazret-i Hûd'un yoluna fedâ olsun. Hazret-i Hûd ve ona tâbi olanlar, buraya geldiklerinde, inşallah bende onlara katılacağım.”
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavminin helâki, kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayının üçüncü haftasında bir Çarşamba günü başlamıştı. Bu îtibârla azâb günlerinin sürdüğü zamana Eyyâm-ı e’câz denilmiştir. İhtiyâr bir kadın, rüzgâr beni bulamasın diye çok gizli ve emniyetli zannettiği bir yerde saklanmıştı. O korkunç fırtına, başladığının sekizinci ve son gününde ihtiyâr kadını da gizlendiği yerde helâk etti. Buna nispetle bu azâb günlerine Eyyam-ı acûz da denilmiştir.
Kışın sonuna rastlayan bu günlere Araplar da Berd-ül-acûz demişlerdir. Aynı günlerdeki şiddetli soğuklara Türkçe'de de Kocakarı soğuğu tabiri kullanılmak âdet olmuştur. Ekseriya, şiddeti pek çok olup, sebze ve meyveleri yakan bu soğuk günlerin, Âd kavminin âkıbetinden haberdâr olmak ve ibret almak için halk arasında kaldığı bildirilmektedir.
“Sahîh-i Buhârî”de Âişe'den (radıyallahü anhâ) şöyle rivâyet olunmaktadır: Âişe vâlidemiz demiştir ki: Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem), semâdan yağmur yüklü sanılan bir bulut görünce, (ona karşı) yönelir, geri döner, (eve) girer, çıkardı. (Endişeli olduğundan mübârek) yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, O'ndaki bu hâl kaybolurdu. (Âişe (radıyallahü anhâ) devam ederek:) Ben bu hâlin sebebini, O'ndan anlamak, öğrenmek istedim. Bana; “Bilmiyorum ki, belki o (bulut, Âd) kavminin dediği gibi bir buluttur” buyurup, sonra; “Âdlılar kendi vâdilerine karşı gelen azâbı bir bulut parçası şeklinde görünce, memnun olup, sevinerek; İşte şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler. (Hûd aleyhisselâm onların bu sözlerine karşı); Hayır, o bulut yağmur yağdırıcı bir bulut değildir. Bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azâptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde elem verici, şiddetli azâb bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbinin emriyle uğradığı her şeyi helâk eder dedi” meâlindeki Ahkâf sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerini okudu.”
Âd kavmi bu korkunç azâb ile müthiş bir şekilde helâk olurken, Hûd aleyhisselâm ve ona îmân edenler, hep birlikte avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zâten, Hûd aleyhisselâma azâbın geldiği bildirilince, o gün, gün ağarırken eshâbını bir yere toplamıştı. İnsanları havalara uçurup, evleri harâb eden, dağları deviren, ahkâf denilen kum tepelerini, Âdlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahü teâlânın izni ile Hûd aleyhisselâmın ve ona tâbi olanların yüzlerine gâyet hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgâr şeklinde esmişti. Hûd'a (aleyhisselâm) îmân edenlerin dörtbin kadar olduğu rivâyet olunmuştur.
Eski zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allahü teâlâ peygamber gönderir onlar, gelen peygambere inanmaz, eziyet ve hakârette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son haddine ulaşınca, bir musîbet ile onları helâk ederdi. Bu durumdaki peygamber ve kendisine îmân edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gelirler hac yaparlar. Bir müddet veya vefâtlarına kadar orada kalıp, ibâdetle meşgûl olurlardı.
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavmi o korkunç rüzgâr ile helâk edilince Hûd (aleyhisselâm), îmân edenlere; “Burada yaşayanlar Hak teâlâ hazretlerinin kahrına, gadabına uğradıkları için artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten bu yerlerden hareket edip gitmemiz gerekir” buyurdu. Îmân edenlerle birlikte Mekke-i mükerremeye geldiler ve Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibâdet ve tâatla meşgûl oldular. Hûd aleyhisselâm, orada vefât etti. Vefâtında 150, 472 veya 464 yaşlarında olduğu ve kabrinin Harem-i şerîfte Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir. Târih-i Taberî'de 500 sene ömür sürdüğü, peygamberliğinin yâni insanları saâdete dâvet etmesinin ise, 50-70 veya 100 sene olduğu bildirilmiştir.
Rivâyete göre, Harem-i şerîfte Rükn, Makâm ve Zemzem arasında; Hûd, Sâlih, Şuayb ve İsmâil'in de (aleyhimüsselâm) bulunduğu doksan dokuz peygamber medfûndur.
Bütün hâdiselerde olduğu gibi, Âd kavminin helâk olmasında da, mü’minlerin ibret almaları ve sakınmaları gereken husûslar vardır. Bunlardan bâzıları “Hüsn-üt-tenebbüh” kitabında şöyle bildirilmektedir:
1- Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahlûklara ibâdet etmekten çok sakınmalıdır. Hakikat apaçık meydanda iken, körü körüne, inâd ederek Cehennem’e gitmemelidir. Bu husûsta kendini haklı göstermek için, baba ve dedelerinin yolunda olduğunu söylemek, insanı azâbdan kurtarmamakta, helâkine mâni olamamaktadır.
2- İster küfrü icâbettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiç bir bid’at ortaya çıkarmamalıdır. Nitekim Âd kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bid’atleri müşriklik, yâni küfür idi. Bu hâlleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz edildi. Fakat onlar, şirk ve isyânda ısrâr ettiler. Bu sebepten Allahü teâlâ onların dâbirini (kökünü) kesti. Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret olarak kaldı.
3- Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sâdık ve emîn olarak bilinen, meşhûr kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra; bunlar, Allahü teâlâdan, kıyâmet ve âhıret hâllerinden anlatmaya, insanları saâdete dâvet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla ithâm edilmişlerdir. Îmân edenlerin dışında herkes bu hatâya düşmüş, bundan dolayı yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır.
Nitekim, Kâf sûresinin 12, 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde Kureyş müşriklerinden önce Nûh kavmi, Eshâb-ı Ress, Semûd kavmi, Âd kavmi ve Fir’avnun da kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladıkları bildirilmektedir.
4- Hak ve doğru olan zâhir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, bâtılda ısrâr etmekten sakınmalıdır. Çoğu defâ; bir kavme peygamber geldiğinde, o zâtın peygamber olduğunu kabûl etmeyenler; “Peygamberlik iddiasında sâdık isen, bize açık deliller getir, bunu biz de anlayalım” diyerek mûcize isterlerdi. Peygamber olan zât, Allahü teâlânın izni ile onlara mûcize gösterince de insâfı olanlar, bu apaçık hüccet (delil) karşısında îmân ile şereflenirler, kuru kuruya bir inâd ve bâtılda ısrâr edenler ise, hakîkat bu derece ortada iken yine kabûl etmeyip, üstelik o peygamberi bir de yalancılık ve sihirbazlıkla ithâm ederlerdi.
5- Allahü teâlânın rızâsı için, insanlara vâz ve nasîhat veren, onları Allahü teâlânın azâbı ile korkutan bir zâtın, bu işi, mutlakâ dünyâlık menfaat elde etmek için yapıyor olduğunu tahminden ve böyle düşünmekten çok sakınmalıdır. Bu şekilde bir düşünce, o yüce kişiyi dünyâ menfaatine düşkün olmakla ithâm etmek olacağından, bunun çirkinliği hemen ortaya çıkar. Hazret-i Hûd da kavmine maksadının onlara nasîhat etmek olduğunu, bunun için kendilerinden bir ücret talep etmediğini, vazifesine karşılık ecrin ve mükâfâtın Allahü teâlâ tarafından verileceğini söylerdi. İstisnâsız olarak bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, karşılıksız olarak, ücret almadan öğretmişlerdir. Yâni onların hiç birisi, bu husûsta ücret ve karşılık almamış ve böyle bir şey beklememişler, her zaman bundan uzak durmuşlardır.
6- Ma’siyetlerde (günah işlemekte) ısrâr etmekten, tevbe ve istiğfârı geciktirmekten veya terketmekten de çok sakınmalıdır.
İbn-i Asâkir (rahmetullahi aleyh), Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Hazret-i Hûd'un dâvetine icâbet etmeyen Âd kavmine, Allahü teâlâ uzun müddet yağmur vermedi. Kur’an-ı kerîmde zikrolunduğuna göre, Hazret-i Hûd, kavmine; “Rabbinize istiğfâr edin. (Ondan mağfiret dileyin.) Sonra O'na tevbe edin” (Hûd sûresi: 52) dedi. Bu âyet-i kerîme, istiğfâr etmenin ukûbeti (cezâyı) uzaklaştırdığını ve pek çok faydalar te’min ettiğini; günahta ısrârın ise rızka mâni olduğunu göstermektedir.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mersed ve Lokman bin Âd hariç, Kayl bin Ayr ve beraberindeki heyet, kendileri ve kavimleri için; “O bir azâb bulutudur” diye ikaz olunduğu hâlde seçtikleri siyah bulut, Allahü teâlânın izni ve kudretiyle, onlar daha Mekke'den ayrılmadan, Âd kavminin bulunduğu vadiye doğru gitti. Kayl ve yanındakiler de, kendi kanaatlerine göre, kavmimiz artık rahata ve bol suya kavuştular düşüncesiyle, sevinç içerisinde Mu’âviye'nin sarayına döndüler.
Diğer taraftan azâb yüklü siyah bulut, Âd kavminin bulunduğu yere, Magîs dedikleri bir vâdi tarafından gelerek yaklaştı. Ufuktaki bulutu, ilk önce Âd kavminden ismi, Mehded ve Fehded şeklinde de bildirilen Mehder adlı bir kadın gördü. Mehder, buluttaki azâbı görür görmez bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde; “Sana ne oldu! Ne gördün de birdenbire bayılıp düştün?” deyince, kadın; “Şu bulutu, görüyorsunuz ya, onu parıldayarak etrâfa kıvılcım saçan korkunç bir ateş şeklinde gördüm ve onun içinde, heybetli ve güçlü kuvvetli bir takım kimselerin o ateş bulutunu alarak bizim bulunduğumuz yere doğru ilerlediklerini görünce, bu dehşetli hâlden bayılıp düştüm” diye cevap verdi. Buna rağmen, Âd kavminin insanları bu hâle hiç ehemmiyet vermiyorlar, gelenin yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannettiklerinden, çok sevinip, birbirlerine müjde veriyorlardı. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Onlar kendi vâdilerine karşı gelen azâbı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek; İşte şu görülen şey bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler. (Hûd aleyhisselâmda onların bu sözlerine karşı): Hayır. O, yağmur yağdırıcı bir bulut değil, bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azâbdır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde azâb-ı elîm bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbimin emriyle uğradığı her şeyi helâk eder (dedi). (Ahkâf sûresi: 24)
Hûd aleyhisselâm, devamlı olarak onları Allahü teâlânın şiddetli azâbları ile korkuttukça, Ahkâf sûresinin 22. âyetinde bildirildiği gibi; “Haydi, bizi korkutmakta olduğun azâbı getir (de görelim) diyerek taşkınlıkta daha ileri giderlerdi. İşte Âdlıların yağmur yüklü bulut zannettikleri o şiddetli azâbın, Magîs vâdisi tarafından geldiği görülünce, müşriklerin sevinmelerine karşı, Hûd aleyhisselâm, onların yukarıdaki; “Azâbı getir de görelim” şeklindeki sözlerine cevap olmak üzere; “O sizin acele gelmesini istediğiniz azâbdır” buyurdu. (Ahkâf sûresi: 24) Artık bu apaçık sözleri duyduktan sonra, îmân etmeye koşmaları, böylece iki cihânda saâdete kavuşmaları gerekirken, inâd ve inkârlarında ısrâr edip taşkınlıkta bulundular ve bozuk yoldan ayrılmadılar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


O zamanda, mü’min, müşrik hangi din ve milletten olursa olsun; herhangi bir kimsenin bir sıkıntısı olsa, başı daralsa, haksızlığa uğrasa veya bir şey isteyecek olsa, Kâbe-i muazzamanın yanına gelerek duâ ederdi. Burası, yapılan duâların mutlaka kabûl olması sebebiyle, Âdem aleyhisselâmdan beri Beytullah olarak tanınmış ve hürmet yönü dâimâ gözetilmiştir. Bu yüzden Mekke hiç boş kalmazdı. Değişik beldelerden gelen çeşitli insanlar toplanırlar ve duâda bulunurlardı. Beytullah'ın yerinde, o zaman kırmızı bir tepeciğin olduğu söylenmektedir.
Mekke ahâlisi, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sam'ın torunu olan Amelîk bin Lâvüd (veya Lâvez) bin Sâm'ın neslinden gelenlerdendi. Mekke'nin halkına da, dedeleri olan Amelîk'a nispetle Amâlika denilmiştir. Amâlika kabîlesinin reisi, Muaviye bin Bekr isminde birisi olup, annesi Keldehe, Âd kavminden Hayr (veya Hayberî) isimli birinin kızı idi. Mekke hâkimi Muaviye'nin sarayı ise şehrin dışında bulunuyordu.
Dört seneden beri devam eden kıtlık ve yağmursuzluktan çok muzdarip olan Âd kavminin insanları, bütün bu sıkıntıların, Hûd aleyhisselâma karşı çıkmaları yüzünden olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Nihâyet onlar da zamanın âdetlerine göre, kavmin ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçerek, Kayl bin Amr isimli birinin başkanlığında, süslü develerle bir heyet hâlinde, duâ edip, kavimlerindeki kıtlığın sona ermesi için Mekke'ye gönderdiler. Heyette, Mersed bin Sa'd bin Ufeyr isminde bir zât vardı. Hûd aleyhisselâma îmân etmiş fakat kavminin müşriklerinden çekindiğinden müslümanlığını gizlemişti. Bununla beraber, kavmin ileri gelenlerinden olması sebebi ile heyete dâhil edilmişti. Heyette, Mu’âviye bin Bekr'in dayısı Cülhüme bin Hayr’dan başka; Muaviye'nin kızkardeşi Hüzeyle ile evli olan eniştesi Lükaym bin Hezzâl da bulunuyordu.
Lükaym'ın; Ubeyd, Amr, Âmir ve Umeyr ismindeki çocukları, Mekke'de dayıları Mu’âviye'nin yanında duruyor ve nezâretinde bulunuyorlardı. Âd kavminin tamâmen helâk olmasından sonra, bu dört çocuktan gelen nesle Lükaym oğulları denilmiş ve bunlar Âd kavminin bâkiyesi (kalanları) kabûl edilmiştir.
Mu’âviye bin Bekr'in, Mekke reisi olması, bir de Âdlıların onun dayıları mesâbesinde bulunmasından dolayı, Âd kavminden gelen heyet, doğruca Mu’âviye'nin sarayına indi ve orada misâfir oldu. Akrabâlık yüzünden Mu’âviye de onlara çok ikrâmlarda bulunup, o zaman Mekke'de bulunan ve kendilerine Kaynetân denilen meşhûr iki şarkıcı kadını da şarkı söylemeleri için kirâladı.
Âdlılar, Mekke'ye bir ayda gelmişlerdi. Bir ay da Mu’âviye’nin sarayında kaldılar. Devamlı içki içip, eğleniyorlardı. Mersed ismindeki mü’min zât ise onlara karışmaz, bir köşede gizlice ibâdet ederdi. Ötekiler buradaki zevk ve eğlenceyi görünce, asıl geliş maksatlarını, geride bıraktıkları yakınlarının kuraklık sebebiyle neler çektiklerini âdetâ unutmuşlardı. Mu’âviye, onların zevk ve eğlenceye dalıp, geliş maksatlarını unutmalarına, vurdum duymazlıklarına ve çok kalmalarına içerlemeye başladı. Kavimlerinin, kendilerine isâbet etmiş olan kıtlık belâsının kaldırılması için, duâ etmek üzere gönderdiği bu insanlar ise ne yapıyorlardı? Mu’âviye bunları düşündükçe çok üzülüyordu. “Benim dayılarım, yakınlarım, akrabâm (Âd kavmi) orada helâk olurken, bunlar yanımda duruyorlar ve gitmiyorlar. Misâfirim oldukları için bir şey diyemediğim gibi, onlara nasıl muâmele edeceğimi de bilemiyorum. Kavimlerinin onları buraya gönderme maksatları olan, duâ etmeyi hatırlatsam ve evimden çıkmalarını emretsem, çok kalmaları sebebiyle benim darıldığımı, sıkıldığımı zannederler. Geride bıraktıkları (Âd kavmi) ise açlık ve susuzluktan helâk oluyorlar. Acabâ ne yapsam ki...” şeklinde bir düşüncenin içinde idi.
Mu’âviye kendi kendine böyle düşünürken hatırına şarkıcı kadınlar geldi. Onlara durumdan yakınarak, düşündüklerini bildirdi. Şarkıcılar, Mu’âviye’ye; “Sen bize bu dediklerini anlatan bir şiir söyle. Biz de o şiiri şarkı şeklinde misâfirlere okuyalım. O zaman anlayıp harekete geçerler” şeklinde cevap verdiler.
Bunun üzerine Mu’âviye şu meâlde bir şiir söyledi: “Şüphesiz Âd kavmi, açlık ve susuzluk şiddetiyle bir şey söyleyemeyecek, iki kelimeyi bir araya getiremeyecek şekilde hâlsiz ve perişân olmuştur. Kadınları da, açlık ve susuzluğun had safhada olması sebebiyle pek zor durumdadır. Âd kavmi o kadar hâlsiz ve hareketsiz kalmışlardır ki, vahşî hayvanlar, onların yanlarına kadar sokulabilmekte, bir ok ve mızrak darbesi gelir diye çekinmemektedirler. Sizler ise burada, gece-gündüz zevk-ü safâdasınız. Kavminiz sizi, duâ etmek üzere, kendileri nâmına buraya elçiler olarak gönderdi. Siz ise buna riâyet etmediniz. Sizin bu elçiliğiniz kavminizin şânına yakışır bir elçilik değildir.”
Muganniyeler (şarkıcı kadınlar) bu şiiri okudukları zaman, Âd kavminin gönderdiği heyet, vazifelerini hatırladılar. Birbirlerine; “Ey topluluk! Kavminiz sizi, kendilerine gelmiş olan belânın def’i için duâ etmeye göndermişti. Siz ise onların verdiği vazifede çok geciktiniz. Haydi Harem-i şerîfe girip, kavminiz için duâ edin” diyerek geciktikleri için hem hayıflandılar hem de bu husûsta kabahati birbirlerine yüklediler.
Sonunda duâ etmek üzere Harem'e gidelim diye kalktıkları sırada, Mersed ismindeki zât onlara; “Siz, (Âd kavmine) peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâma îmân ve itâat edip tevbe etmedikçe, Allahü teâlâ duânızı kabûl etmez” dedi. Böylece müslüman olduğunu, Hûd aleyhisselâma îmân ettiğini açıkladı. Onun bu sözlerinden îmân etmiş olduğunu anlayan Âdlılar, fenâ hâlde kızıp, çok hakâret ederek ağızlarına geleni söylediler. O da bu hakâretlerden çok incinip, ağladı. Âdlılar, Mu’âviye’ye ve Mu’âviye'nin babası Bekr'e de; “Bunu bizden uzaklaştırınız. Harem'e bizimle birlikte gelmesin. Çünkü o, bizim dînimizi terk ederek Hûd'un (aleyhisselâm) dînine girdi” dediler.
Bunun üzerine aslında tâ baştan beri onlardan ayrı olan ve eğlencelerine hiç katılmayıp, tek başına bir köşede ibâdetle meşgûl olan Mersed bin Sa'd onlardan ayrıldı. Âdlılar, Beytullah'da duâ etmek için Mu’âviye’nin evinden çıktıktan sonra, Mersed de yola düştü. Rivâyet olunduğuna göre, îmân etmiş olan Mersed, devesi üzerinde Harem-i şerîfe doğru gelirken, yolda bir kısım melâike onu karşıladılar. “Hoş geldin! Merhâbâ ey Mersed!” diye iltifâtta bulunup, nereye gittiğini sordular. O da Harem-i şerîfe gitmek üzere olduğunu söyleyince; melekler, devesinden indirip, getirdikleri bir deveye bindirerek Harem-i şerîfe geldiler.
Mersed, Harem-i şerîfe geldiğinde melekler, Harem'in sağından ve solundan gelerek her tarafı tuttular. Her birinin elinde, bembeyaz, nûrdan âlemler (bayraklar) vardı.Her biri: “Ey Rabbimiz! Kavmine karşı, Hûd'a (aleyhisselâm) yardım et!” diye duâ ediyorlardı.
Mersed'in, Harem-i şerîfte duâ ettiği sırada, Âd heyeti de duâ ediyordu. Fakat Mersed, onlara hiç karışmadı ve; “Yâ Rabbî! Bana yalnız benim dileğimi, isteğimi ihsân et! Âd kavminden gelen, heyetin yaptığı duânın içine beni sokma! Onlarla beraber gelmiş isem de, onlardan farklıyım. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberine inandım, îmân ettim. Ben onların isteklerinin, duâlarının dışındayım” diye duâ etti. Bunun üzerine gizliden bir ses; dileğinin ne olduğunu sorunca, o, doğruluk ve iyilik istediğini söyledi ve buna kavuştu.
Bundan sonra Âd kavminden gelen heyet; “Bizim dileğimiz Kayl'ın dileğidir. O ne isterse biz de onu istiyoruz” diye duâ etti.
Kayl da kalkarak; “Yâ Rabbî! İçimizde peygamber olduğunu söyleyen Hûd aleyhisselâm, eğer dâvâsında sâdık ise yağmur yağdır ve bize su ver! Şüphesiz biz helâk olduk” diye duâ etti.
Kayl bilerek veya bilmeyerek Hazret-i Hûd'u vesîle ettiği için, Allahü teâlânın izni ile o sırada gökyüzünde, beyaz, kızıl ve siyah olmak üzere üç ayrı bulut göründü. Gaybden; “Ey Kayl! Kendin ve kavmin için bu bulutlardan birini seç!” diye bir ses geldi. Kayl ve yanındakiler; “Beyaz bulut boş ve faydasızdır, kızıl renkli bulutun, sâdece rüzgâr ile dolu olduğu çok vâkidir. Siyah bulut ise yağmur ile dolu ve pek faydalıdır” diyerek hepsi birden siyah bulutu tercih edince, başkanları olan Kayl; “Siyah bulutu seçtim. Çünkü siyah bulut, suyu en çok olandır” dedi. Bunun üzerine tekrar nidâ geldi. O ses; “Sen o bulutu seçmekle; evleri, ocakları yıkıp yok edecek çok şiddetli bir azâbı seçtin. O azâb, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmaz. Herkesi yok eder” diyordu. Fakat onlar bunu tercih ettiklerinden, o bulut Âd kavminin bulunduğu memlekete doğru gitti. Geride kalanlar, gelen nidâya hiç aldırış etmiyor, bunun yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannediyorlardı.
Bu arada, Âd heyetinde bulunan Lokman bin Âd ismindeki bir kimse de, duâ esnâsında heyette bulunanlardan geri kalmıştı. Daha sonra kendi başına, yalnız olarak; “Yâ Rabbî! Ben sana sırf kendi hâcetimi istemek üzere geldim. Benim isteğimi ver” dedi ve uzun ömürlü olmağı diledi. Buna; “Bir zaman seçip, ne kadar ömür istediğini söyle; zîrâ, devamlılık ölümsüzlük mümkün değildir ve ölüm mutlakâ gelecektir” denildi. O da, yedi kerkenez (veya Akbaba) ömrü istedi. Ona da dileği kadar ömür verildi.
Lokman bin Âd, bu duâdan sonra yumurtadan yeni çıkmış bir kerkenez yavrusu alıp besledi. Bu ölünce başka bir kerkenez yavrusu aldı. Böylece yedi kerkenez besledi. Kaynakların ekserisinde bildirildiğine göre, her kerkenez seksen sene yaşıyordu. Yedinci kerkenezin İsmi Lübed (veya Lübend) idi. Lübed onların lisânında; dehr yâni uzun zaman demek olup, bu son kerkenezin daha uzun ömürlü olması ümidiyle bu ismi vermişti. Yedinci kerkenezin ömrü seksen seneyi doldurmak üzere iken yeğeni (kardeşinin oğlu), Lokman bin Âd'a dedi ki: “Ey amca! Bu kerkenezden sonra artık ömrün kalmadı.” Lokman bin Âd da ona; “Ey kardeşimin oğlu! Bu lübeddir (yani çok uzun ömürlü olacak)” dedi.
Lokman bin Âd'ın, Lübed'den başka çok kerkenezleri vardı. Hattâ bu mânâya nispetle kendisine Sâhib-ün-nüsûr denilirdi. Onlarla meşgûl olur, eğlenir, zevkle uçuşlarını seyrederdi. Artık Lübed'in ömrü seksen seneye ulaşmıştı. Bir gün Lokman bin Âd, aşağıdan, dağın tepesinde bulunan kerkenezlere seslendi. Hepsi uçup geldi. Fakat o da ne? Lübed gelmemişti. Seksen senedir bu hâl ilk defâ oluyordu. Bunun sebebini merâk ederek gidip tepedeki yuvalarına bakmaya karar verdi. Kerkenezlerle birlikte tepeye doğru çıkmaya başladı, fakat kendisini çok zayıf ve halsiz hissetti. Daha önce hiç zayıf ve tâkâtsiz kaldığı görülmemişti. Tepeye vardığında, Lübed'in diğer kerkenezlerin önünde yattığını görünce; “Kalk, kanatlan, ey Lübed!” diye seslendi. Lübed, kalkmak için son defâ gayrete geldi. Lâkin kalkamadı ve düşüp can verdi. Lokman bin Âd da o anda öldü.
Rivâyet edilir ki, Harem-i şerîfte, Âd kavminden olan üç kişi, (Mersed, Lokman ve Kayl) duâ ederlerken, Mersed ve Lokman husûsî olarak kendileri, Kayl da kavmi için duâ etmişti. O sırada Kayl'a gizli bir nidâ gelip, “Yakınında bulunan arkadaşlarının (Mersed ve Lokman) sırf kendilerine duâ ettikleri gibi sen de sâdece kendin için dilekte bulun” denildi. O da; “Kavmime ne gelirse, bana da aynısının gelmesini isterim” deyince, o gizli ses; “Kavmin için helâk olmak vardır” dedi. Buna rağmen, o, kararını değiştirmeyip; “Kavmime gelen bana da gelsin. Helâk ise hiç aldırış etmeden helâk olurum. Kavmim helâk olduktan sonra, benim geride kalmamın ne mânâsı var, bunu istemem” dedi. Bunu, aslında kavmine olan bağlılığından değil, böyle bir belâ ve musîbet geleceğine inanmadığı için söylüyordu. Netîcede kavmine gelen musîbet onu da bularak helâk oldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget