Âyet-i kerîmelerde sarâhaten (açıkça) bildirildiği gibi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâma inanmayıp, müşriklikte ısrâr eden, azgınlık ve taşkınlıkta, kibir ve gururda haddi aşan, hattâ Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ eden zâta hücûm ederek, inciten azgın Âd kavmi, şiddetli rüzgâr ile helâk edilmiştir. Nitekim, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in (radıyallahü anh) naklettiği, İmâm-ı Buharî ve İmâm-ı Müslim'in (rahmetullahi aleyhima), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Ben saba rüzgârı ile yardım olundum, Âd (kavmi) ise debûr ile helâk edildi” buyrulmuştur. Allahü teâlâ, kullarının ibret alması ve âhıret yolculuğunda hazırlıklı olmaları için, geçmiş ümmetlere âit bâzı kıssaları bildirmiş, Kur’an-ı kerîmin çeşitli âyetlerinde Âd kavminin hâlini ve başlarına gelen azâbı da haber vermiştir.
Âd kavminin helâk edilmesinde, sebep olan şiddetli rüzgâr için, âyet-i kerîmelerde; azâb-ı elîm, rîh-i akîm, sarsar ve âtiye gibi kelimeler geçmektedir. Azâb-ı elim, elem verici, şiddetli azâb demektir.
Rîh, yâni yel, rüzgâr normalde çok faydalıdır. Çirkin kokuları giderip, hoş kokular getirir. İnsana ferahlık, rahatlık verir. Ağaçlara su yürütür. Rîh-ı akîm ise, bu faydaları bulunmayan rüzgârdır.
Yine âyet-i kerîmede geçen sarsar kelimesi; soğuğu çok şiddetli ve pek gürültülü rüzgâr mânâsına gelir. Bir de pek soğuk mânâsında olup, soğukluğu, dokunduğu yeri yakacak derecede olan demektir. Âtiye ise aman vermeyen ve çok şiddetli esen rüzgâra denir. Şiddeti nihâyet derecesinde olup, ölçüsü, tartısı yok demektir. Hiç kimse bu rüzgârdan kendini koruyamaz. Nitekim Âd kavmini helâk eden rüzgâr, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine sığındıkları muazzam binâların hiç biri işe yaramıyordu. Çünkü azâb fırtınası, bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle birlikte hemen havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi bırakıveriyordu. Böylece şiddetli olan bu rüzgâra âtiye de denilmiştir.
Gördükleri bulut, bir taraftan yaklaşırken, Âd kavminin insanları sevinç ve neşe içersinde onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı, şiddetli bir azâb taşıdığı husûsunda, Hûd aleyhisselâmın ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen Âd kavminin insanları, onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı. Nihâyet o buluttan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı.
Allahü teâlâ rüzgâr ile vazifeli meleğe, rüzgârın bulunduğu hazînenin bâzı kapaklarını açarak, rüzgârın normalden çok esmesini emretti.
Cebrâil (aleyhisselâm), rüzgâra; “Ey rüzgâr! Âd kavmine azâb olarak, Hûd aleyhisselâm ve ona tâbi olanlara da rahmet olarak es!” diye emir verdi.
Hûd (aleyhisselâm) yanında mü’minler bulunduğu hâlde, yüksek bir dağdan kavmine seslenerek; “Ey Âd kavmi! Sizi gölgeleyen ve bulut şeklinde gelen azâbı, o bulutta olan sarsar ve rîh-ı akîmi görmüyorsanız yazıklar olsun. Başınıza belâ gelmeden ve azâbdan kurtuluş için kaçacak yer kalmayacağı zamandan önce Allahü teâlâya îmân ediniz” demesine karşılık, bu insanlar, Hûd'un (aleyhisselâm) sözlerine hiç önem vermeyip; “Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir rüzgârdır ve arkasından çok yağmur yağacağına işârettir” dediler.
Azâb bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen mağrur Âdlılar, birbirlerine; “Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize gelen kasırgayı, vâdiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehder'in dedikleri ve gördükleri doğru ise, o rüzgâr bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle gelen kimseleri geri çevirelim” dediler. İçlerinde reisleri Halcân'ın da bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip yakınına vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli rüzgârlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhûr etti. Âd kavminden oraya gelen insanların hepsini yere seren bu kuvvetli rüzgârın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında yenilmek nedir bilmeyen Âdlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya başladılar. Başları olan Halcân bir taraftan dağa doğru kaçıyor, bir taraftan da; “Bu rüzgâr beni dize getirmeseydi, ben onu dize getirirdim” diye söyleniyordu. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sâkinleşince, bol yağmura kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hûd aleyhisselâm bunları görüp, olanlardan sonra herhâlde uslandılar, îmân etmeye, tâbi olmaya geliyorlar diye düşündü. Halbuki onlar inâdlarında ısrâr edip, Hûd aleyhisselâmı yalanlamaya devam ettiler. Hûd aleyhisselâm bunların, îmânsızlıkta bu kadar ısrâr etmelerine çok üzülüyor, bile bile inâd ile kendilerini ebedî azâblara, felâketlere atmalarına çok acıyordu.
Tayin olunan vakit gelince, vazifeli melekler, bulut ile beraber bu kavmin etrâfını kuşattılar. Küfür ve inâdlarında direnen bu insanlar, âilelerini muhkem kalelere ve yer altındaki sığınaklara bırakarak azâb bulutu ile, vazifeli meleklere karşı (güyâ) harbetmek için ok ve silâhlarını aldılar.
Bu hâlde, bulut ve melekler, Allahü teâlânın emrini beklerken, Hûd (aleyhisselâm) ve ona tâbi olan mü’minler de bu şaşkın kavmin îmâna gelmesini istiyorlardı. Onlar ise, bu bekleyişi, bulutun ve buluttaki meleklerin saldırmaya cesâret edemedikleri şeklinde yorumluyorlar, hattâ, Hazret-i Hûd'a (aleyhisselâm); “Ey Hûd! Kuvvet bakımından bizden daha şiddetli kimsenin olamayacağını şimdi göreceksin” diyerek, kendilerinin üstün geleceğini emîn bir şekilde söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim, Fussilet sûresi 15. âyet-i kerîmesinde, onların kuvvetlerinin çokluğuna aldanmalarının câiz olmadığını beyân için, onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Onlar bilmediler mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak husûsiyetini veren, üzerlerine azâb gönderip hepsini helâk etmeğe kâdir olan Allahü teâlâ, kuvvet ve kudrette onların hepsinden daha üstün, daha şiddetlidir. Onlar, Allahü teâlânın kâdir bir zât olduğunu, başkalarının yapmaya kâdir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat onlar bizim âyetlerimizin hak olduğunu bildikleri hâlde, bile bile inkâr ediyorlardı.”
“Tefsîr-i kebir”de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruluyor ki: “Onlar, boy ve cüsse bakımından, başkalarından daha kuvvetli iseler de, onları yaratan, onlardan elbette daha kuvvetlidir. O hâlde onlara lâyık olan, kuvvetleriyle zayıfları ezmek değil, kendilerinden çok daha kuvvetli olan Allahü teâlâya itâat etmek idi. Fakat onlar kibir ve inkâr yolunu tutmuşlardı. Katiyen o bozuk yoldan dönmediler. Şiddetli azâbı hak ettiler.
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde onların bu hâllerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar, kavuştukları dünyâlık nîmetlere aldanmasınlar, âhırete yönelsinler, orası için hazırlıkta bulunsunlar.”
Nihâyet bir Çarşamba günü sabahı, buluttan rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr estikçe şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına gittikçe şiddetlendiği gibi, uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, târifi mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu.
Âdlılar, bu rüzgârın çok şiddetli olduğunu, develeri ve dev cüsseli insanları havaya uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emîn bildikleri muazzam köşklerine girip kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgâr çok şiddetli estiğinden, ne ev ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp havaya fırlattı ve içindekileri helâk etti.
O uğultulu fırtına, Âd kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar yerden kaldırıp, göklere çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgâr; “Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki” (Fussilet sûresi: 15) diye büyüklük taslayanları saman çöpleri gibi havada uçuruyordu. Rüzgâr onları o kadar yükseğe kaldırdı ki, büyük cüsseleriyle, havada, ancak çekirge kadar görünürlerdi. Sonra rüzgâr, onlardan her birini, o kadar yükseklikten yere, yüzüstü çarpıverirdi. Sonra Allahü teâlâ rüzgâra emretti. Rüzgâr, Âdlıların etrâflarında bulunan kum tepelerini onların üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında inlediler. Allahü teâlâ yine rüzgâra emredince, rüzgâr onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı. Onlar kum yığınları altında helâk olduktan sonra, Allahü teâlânın emri ile siyah bir kuşun, onların cesetlerini denize taşıdığı da rivâyet olunmuştur.
Allahü teâlâ, Âd kavmine gelen şiddetli azâbı bildirerek meâlen buyuruyor ki:
“Hûd'u (aleyhisselâm) ve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim âyetlerimizi tekzip edip (yalanlayıp), mü’min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik.” (A’râf sûresi: 72)
“Vaktâ ki azâb emrimiz geldi. Hûd'u (aleyhisselâm) ve ona îmân edenleri rahmetimizle kurtardık ve azâb-ı galîzden (ağır azâbdan veya âhıret azâbından) da necât (kurtuluş) verdik.” (Hûd sûresi: 58)
Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmelerde; (…Rahmetimizle…) buyrulmasında şu iki husûsu bildirmişlerdir:
1- Bir kimse, îmân sâhibi olmakta ve sâlih ameller işlemekte ne kadar ileri ve gayretli olursa olsun, ancak Allahü teâlânın rahmeti ve merhameti ile kurtulabilir. O'nun rahmeti olmadan, hiç kimse, ibâdet ve tâati sebebiyle azâbdan kurtulamaz. Şu kadar var ki, rahmet ve merhametine, kullarının, hâlis îmân ve hâlis ibâdetlerini sebep, vâsıta kılmıştır.
2- Allahü teâlâ, Hazret-i Hûd'a ve ona tâbi olan mü’minlere merhamet ederek, kâfirlere gelen umûmî azâbdan onları muhâfaza buyurdu.
“Biz de üzerlerine dünyâ hayatında zillet ve rüsvâ olmak azâbını tattırmak için uğursuz günlerde çok soğuk (kavurucu) bir rüzgâr gönderdik. Onların âhıretteki azâbları ise (dünyâdaki azâblarından elbette) daha şiddetlidir. Onlar (dünyâda ve âhırette) yardım da görmezler.” (Fussilet sûresi: 16)
Nühûsetli günler; meş’ûm yâni uğursuz günler demektir. Âd kavmi üzerine, şiddetli rüzgâr olarak gönderilen azâbın geldiği günlerin, onlar hakkında fenâ günler olduğunu beyân eder. Eyyâm-ı nahs (uğursuz, fenâ günler), onların helâk oldukları günlerdir ve bu günlerin fenâ olması o zamana mahsustur. Peygamberimizin ümmetinde böyle, eyyâm-ı nahs yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Müslümanlıkta, uğursuzluk ve hastalığın, sağlam kimseye muhakkak geçmesi yoktur” buyruldu.
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Âd kavmini helâk eden rüzgâr bir kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayında bir Çarşamba günü başladığından, bâzı kimseler, Çarşamba gününü tetayyur etmişler yâni uğursuz saymışlardır. Hattâ bir çok kimse, o günü, uğursuz saydığı için Çarşamba günü hiç bir iş yapmazlar, evlerinden çıkmazlar. Bu kimselerin böyle inanç ve îtikâd edinmeleri çok yanlıştır. Nitekim dînimizde uğursuzluğun olmadığı hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
Yedi gece ve sekiz gün süren şiddetli azâb rüzgârı ile mahv-ü perişân olan Âd kavminin insanlarını, o soğuk ve uğultulu rüzgâr, çok feci şekilde helâk etmiş; onlardan hiç biri, değil başkalarını, kendilerini dahî koruyarak azâbdan kurtulmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zâriyât sûresinin 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani üzerlerine o helâk edici rüzgârı göndermiştik (O rüzgârda ne hayır, ne de bereket vardı. Helâk rüzgârıydı.) Her nereye uğradıysa (mallarından, hayvanlarından ve canlarından) hiç bir şeylerini bırakmayıp hepsini kül gibi savurdu (helak etti).” buyruldu.
Ayrıca Hâkka sûresinin 6, 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine gelince onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helâk edildiler. Allahü teâlâ o rüzgârı, yedi gece ve sekiz gün devamlı olarak onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hâle geldiler ki, o vakit orada bulunsaydın bu müddet zarfında) onların, köklerinden kopup, yere serilen kof hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkıla kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?”
Tabiînin büyüklerinden Şehr bin Havşeb'in (rahmetullahi aleyh) Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlânın gökten indirdiği hiç bir yağmur ve esen rüzgâr yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nûh tûfanında ve Âd kavminin helâk edildiğinde böyle olmadı. Nûh tûfanı günü, su, Allahü teâlânın emri ile hazînelerinden taştı ve ona hiç bir yol, ölçü olmadı. Âd kavminin helâk edildiği zaman da rüzgâr, Allahü teâlânın emri ile hiç bir ölçü ve yol olmadan her yerden korkunç bir şekilde esti.”
Âd kavmini helâk etmek için esen rüzgâr, Allahü teâlâya âsî olan ve O'nun emirlerini, hiçe sayıp alay eden o azgın kavmin insanlarını yok etti. Ancak peygamberlerine tâbi olanlar kurtuldular.
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavminden îmân etmeyip, cehâlet ve şirkte inâd edenlerin hepsi helâk olurken, en son reisleri Halcân kalmıştı. Halcân can korkusuyla bir taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felâketi anlayamamanın ve hakîkati kabûl edememenin verdiği hayretle karışık bir korku içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık hâlinde ve acınacak durumda iken bile îmân etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrâr ediyordu. O sırada, Hazret-i Hûd onu gördü ve; “Kendine yazık ediyorsun ey Halcân! Bile bile ebedî felâkete gidiyorsun. Gel, müslüman ol! Ancak bu şekilde kurtulursun” buyurunca, Halcân; “Müslüman olursam, Rabbinin katında benim için ne var?” dedi. O da; “Cennet var” deyince, Halcân; “Peki, kavmimi helâk eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler kimdir?” dedi. Hazret-i Hûd; “Rabbimin melekleridir” karşılığını verdi. Halcân; “Şâyet müslüman olursam, Rabbin beni onlardan korur mu?” diye sorunca; Hûd aleyhisselâm; “Yazık sana. Sen hiç pâdişah gördün mü ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun?” cevâbını verdi. Bunun üzerine Halcân; “Keşke Rabbin benim râzı olduğumu yapıp, kavmimi helâk etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı” dedi ve yine îmân etmedi. Nihâyet, şiddetli rüzgâr gelip onu da helâk etti.
Zâriyât sûresi 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavminin helâk edilmesinde de bir ibret vardır. Hani, üzerlerine, (kendisinde ne hayır, ne de bereket bulunan ve bir helâk rüzgârı olan) o kısır rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr her nereye uğradıysa, (Âdlıların canlarını, mallarını, hayvanlarını, her şeylerini) bırakmayıp kül gibi savurdu (helak etti)”.
Diğer taraftan, Mekke'de Harem-i şerîfte duâ eden Âd kavmi heyeti, daha sonra, tekrar Mu’âviye bin Bekr'in sarayına dönüp orada bulunuyorlardı. O sırada mehtaplı bir gecede, devesinin üzerinde bir kişinin, kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yanlarına gelince, o kimseye nereden gelip, nereye gittiğini sordular. O da, Yemen tarafından geldiğini, Mısır'a gitmek için yolda bulunduğunu söyledi. Âdlılar buna sevinip, hemen, kavimlerinden haber sormaya başladılar. O kimse; “Âd kavminden olanların işi bitti. Debdebeli hayatları, kahredici rüzgârla sona ererek perişân oldular. Köşkleri, kemerli yüksek binâları, gösterişli kaşaneleri yerle bir oldu” deyip, Âd kavminin helâk edildiğini haber verdi ve olanları da uzun uzun anlattı. Mu’âviye'nin evinde bulunanlar, başka bir kavimden olan ve olup bitenleri uzaktan gören bu zâtın anlattıklarına bir türlü inanamıyorlardı. Hayrete düşerek gelen kimseye, Hûd aleyhisselâmı ve ona tâbi olanların hâllerini sorunca; “Onları geçtiğimde deniz sahilinde ilerliyorlardı” cevâbını verdi. Yâni Âd kavminin helâkından sonra Hûd aleyhisselâm, kendisine îmân etmiş olanlarla birlikte, Yemen'den ayrılarak sâhil yolundan Mekke-i mükerremeye doğru geliyordu.
Mu’aviye bin Bekr'in evinde bulunanlar, gelen kimsenin büyük bir heyecanla anlattıkları haberlere bir türlü inanamadıklarından, hâlâ tereddüt içinde idiler. Mu’âviye bin Bekr'in kızkardeşi Hüzeyle binti Bekr; “Mekke'nin Rabbine yemîn ederim ki, gelen kimsenin anlattıkları doğrudur. Zâten Harem'de duâ edilip, siyah bulut seçildiğinde, gizli bir münâdî, bunun, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmayıp helâk edecek bir azâb olduğunu söylememiş miydi?” dedi.
Daha sonra Kayl bin Ayr ve heyeti üzerine, Âd yurdunda, Âdlıları helâk eden rüzgâra benzeyen şiddetli bir rüzgâr esti. Onlar da aynı şekilde helâk oldular. Böylece Harem-i şerîfte duâ eden Mersed, Kayl ve Lokmân'ın her birine istedikleri verilmiş oldu.
Yemen tarafından gelen kimsenin, Âd kavminin helâkini anlatmasını dinledikten ve Kayl ile beraberindekilerin fecî âkıbetlerini de gördükten sonra, Mersed'in şu meâlde bir şiir söylediği rivâyet edilmiştir: “Âd kavmi, peygamberlerine inanmayıp isyân etti. Bu yüzden semâ onları ıslatmadı ve bir damla yağmur bile düşmedi. Susuzluk içinde kıvrandılar ve su bulmak için, bir ay yol yürüyüp Kâbe'ye geldiler. Fakat kör olduklarından, niçin bu musîbete uğradıklarını bir türlü anlamak istemiyorlar, anlasalar bile kabûl etmiyorlardı. Onlarda körü körüne bir inâd; küfür ve isyânda, zulüm ve haksızlıkta kuru kuruya bir ısrâr vardı. Üstelik; semûd, sadâ ve hebâ adını verdikleri putlara tapıyorlar, Allahü teâlâya şirk koşuyorlardı.
Pek azgın ve haddi aşan, kalbleri boş bir sahrâ gibi olan ve her türlü mânevî düşünce ve hislerden uzak bulunan bu kavim, Hazret-i Hûd'un nasîhatlerini dinlemeyip, azâb ile korkutmasına aldırış etmedi.
Rablerini açıktan açığa inkârları yüzünden susuzluğa düçâr oldular. Zâten onların bozuk hâlleri, aslında, büyük bir belâya tutulacaklarının habercisi idi. Nâsîhat; susuzluğa düşenlerin akıllarını başlarına toplamalarına ve uyanmalarına yetmedi. Sonunda susuzlukla beraber, üzerlerine kara bir bulut gelerek helâk olup gittiler. Hûd (aleyhisselâm), kavmine saâdet yolunu gösterdi. Biz hidâyeti onun vesîlesiyle gördük. Hazret-i Hûd'un ilâhı olan Allahü teâlâ, benim de ilâhım ve Rabbimdir. Yâni ben O'na inanıp, îmân getirip, îtimâd ve tevekkül ettim. O'na güvendim. O'nun rahmetini ve yardımını ümîd ederim. Kendim, çoluk-çocuğum Hazret-i Hûd'un yoluna fedâ olsun. Hazret-i Hûd ve ona tâbi olanlar, buraya geldiklerinde, inşallah bende onlara katılacağım.”
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavminin helâki, kış mevsiminin sonunda, Şevvâl ayının üçüncü haftasında bir Çarşamba günü başlamıştı. Bu îtibârla azâb günlerinin sürdüğü zamana Eyyâm-ı e’câz denilmiştir. İhtiyâr bir kadın, rüzgâr beni bulamasın diye çok gizli ve emniyetli zannettiği bir yerde saklanmıştı. O korkunç fırtına, başladığının sekizinci ve son gününde ihtiyâr kadını da gizlendiği yerde helâk etti. Buna nispetle bu azâb günlerine Eyyam-ı acûz da denilmiştir.
Kışın sonuna rastlayan bu günlere Araplar da Berd-ül-acûz demişlerdir. Aynı günlerdeki şiddetli soğuklara Türkçe'de de Kocakarı soğuğu tabiri kullanılmak âdet olmuştur. Ekseriya, şiddeti pek çok olup, sebze ve meyveleri yakan bu soğuk günlerin, Âd kavminin âkıbetinden haberdâr olmak ve ibret almak için halk arasında kaldığı bildirilmektedir.
“Sahîh-i Buhârî”de Âişe'den (radıyallahü anhâ) şöyle rivâyet olunmaktadır: Âişe vâlidemiz demiştir ki: Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem), semâdan yağmur yüklü sanılan bir bulut görünce, (ona karşı) yönelir, geri döner, (eve) girer, çıkardı. (Endişeli olduğundan mübârek) yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, O'ndaki bu hâl kaybolurdu. (Âişe (radıyallahü anhâ) devam ederek:) Ben bu hâlin sebebini, O'ndan anlamak, öğrenmek istedim. Bana; “Bilmiyorum ki, belki o (bulut, Âd) kavminin dediği gibi bir buluttur” buyurup, sonra; “Âdlılar kendi vâdilerine karşı gelen azâbı bir bulut parçası şeklinde görünce, memnun olup, sevinerek; İşte şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler. (Hûd aleyhisselâm onların bu sözlerine karşı); Hayır, o bulut yağmur yağdırıcı bir bulut değildir. Bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azâptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde elem verici, şiddetli azâb bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbinin emriyle uğradığı her şeyi helâk eder dedi” meâlindeki Ahkâf sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerini okudu.”
Âd kavmi bu korkunç azâb ile müthiş bir şekilde helâk olurken, Hûd aleyhisselâm ve ona îmân edenler, hep birlikte avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zâten, Hûd aleyhisselâma azâbın geldiği bildirilince, o gün, gün ağarırken eshâbını bir yere toplamıştı. İnsanları havalara uçurup, evleri harâb eden, dağları deviren, ahkâf denilen kum tepelerini, Âdlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahü teâlânın izni ile Hûd aleyhisselâmın ve ona tâbi olanların yüzlerine gâyet hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgâr şeklinde esmişti. Hûd'a (aleyhisselâm) îmân edenlerin dörtbin kadar olduğu rivâyet olunmuştur.
Eski zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allahü teâlâ peygamber gönderir onlar, gelen peygambere inanmaz, eziyet ve hakârette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son haddine ulaşınca, bir musîbet ile onları helâk ederdi. Bu durumdaki peygamber ve kendisine îmân edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gelirler hac yaparlar. Bir müddet veya vefâtlarına kadar orada kalıp, ibâdetle meşgûl olurlardı.
Rivâyet edildiğine göre, Âd kavmi o korkunç rüzgâr ile helâk edilince Hûd (aleyhisselâm), îmân edenlere; “Burada yaşayanlar Hak teâlâ hazretlerinin kahrına, gadabına uğradıkları için artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten bu yerlerden hareket edip gitmemiz gerekir” buyurdu. Îmân edenlerle birlikte Mekke-i mükerremeye geldiler ve Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibâdet ve tâatla meşgûl oldular. Hûd aleyhisselâm, orada vefât etti. Vefâtında 150, 472 veya 464 yaşlarında olduğu ve kabrinin Harem-i şerîfte Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir. Târih-i Taberî'de 500 sene ömür sürdüğü, peygamberliğinin yâni insanları saâdete dâvet etmesinin ise, 50-70 veya 100 sene olduğu bildirilmiştir.
Rivâyete göre, Harem-i şerîfte Rükn, Makâm ve Zemzem arasında; Hûd, Sâlih, Şuayb ve İsmâil'in de (aleyhimüsselâm) bulunduğu doksan dokuz peygamber medfûndur.
Bütün hâdiselerde olduğu gibi, Âd kavminin helâk olmasında da, mü’minlerin ibret almaları ve sakınmaları gereken husûslar vardır. Bunlardan bâzıları “Hüsn-üt-tenebbüh” kitabında şöyle bildirilmektedir:
1- Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahlûklara ibâdet etmekten çok sakınmalıdır. Hakikat apaçık meydanda iken, körü körüne, inâd ederek Cehennem’e gitmemelidir. Bu husûsta kendini haklı göstermek için, baba ve dedelerinin yolunda olduğunu söylemek, insanı azâbdan kurtarmamakta, helâkine mâni olamamaktadır.
2- İster küfrü icâbettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiç bir bid’at ortaya çıkarmamalıdır. Nitekim Âd kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bid’atleri müşriklik, yâni küfür idi. Bu hâlleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz edildi. Fakat onlar, şirk ve isyânda ısrâr ettiler. Bu sebepten Allahü teâlâ onların dâbirini (kökünü) kesti. Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret olarak kaldı.
3- Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sâdık ve emîn olarak bilinen, meşhûr kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra; bunlar, Allahü teâlâdan, kıyâmet ve âhıret hâllerinden anlatmaya, insanları saâdete dâvet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla ithâm edilmişlerdir. Îmân edenlerin dışında herkes bu hatâya düşmüş, bundan dolayı yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır.
Nitekim, Kâf sûresinin 12, 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde Kureyş müşriklerinden önce Nûh kavmi, Eshâb-ı Ress, Semûd kavmi, Âd kavmi ve Fir’avnun da kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladıkları bildirilmektedir.
4- Hak ve doğru olan zâhir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, bâtılda ısrâr etmekten sakınmalıdır. Çoğu defâ; bir kavme peygamber geldiğinde, o zâtın peygamber olduğunu kabûl etmeyenler; “Peygamberlik iddiasında sâdık isen, bize açık deliller getir, bunu biz de anlayalım” diyerek mûcize isterlerdi. Peygamber olan zât, Allahü teâlânın izni ile onlara mûcize gösterince de insâfı olanlar, bu apaçık hüccet (delil) karşısında îmân ile şereflenirler, kuru kuruya bir inâd ve bâtılda ısrâr edenler ise, hakîkat bu derece ortada iken yine kabûl etmeyip, üstelik o peygamberi bir de yalancılık ve sihirbazlıkla ithâm ederlerdi.
5- Allahü teâlânın rızâsı için, insanlara vâz ve nasîhat veren, onları Allahü teâlânın azâbı ile korkutan bir zâtın, bu işi, mutlakâ dünyâlık menfaat elde etmek için yapıyor olduğunu tahminden ve böyle düşünmekten çok sakınmalıdır. Bu şekilde bir düşünce, o yüce kişiyi dünyâ menfaatine düşkün olmakla ithâm etmek olacağından, bunun çirkinliği hemen ortaya çıkar. Hazret-i Hûd da kavmine maksadının onlara nasîhat etmek olduğunu, bunun için kendilerinden bir ücret talep etmediğini, vazifesine karşılık ecrin ve mükâfâtın Allahü teâlâ tarafından verileceğini söylerdi. İstisnâsız olarak bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, karşılıksız olarak, ücret almadan öğretmişlerdir. Yâni onların hiç birisi, bu husûsta ücret ve karşılık almamış ve böyle bir şey beklememişler, her zaman bundan uzak durmuşlardır.
6- Ma’siyetlerde (günah işlemekte) ısrâr etmekten, tevbe ve istiğfârı geciktirmekten veya terketmekten de çok sakınmalıdır.
İbn-i Asâkir (rahmetullahi aleyh), Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Hazret-i Hûd'un dâvetine icâbet etmeyen Âd kavmine, Allahü teâlâ uzun müddet yağmur vermedi. Kur’an-ı kerîmde zikrolunduğuna göre, Hazret-i Hûd, kavmine; “Rabbinize istiğfâr edin. (Ondan mağfiret dileyin.) Sonra O'na tevbe edin” (Hûd sûresi: 52) dedi. Bu âyet-i kerîme, istiğfâr etmenin ukûbeti (cezâyı) uzaklaştırdığını ve pek çok faydalar te’min ettiğini; günahta ısrârın ise rızka mâni olduğunu göstermektedir.”
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.