Hazret-i Hûd bu vahyi aldıktan sonra doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün onların bayramları olduğundan hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcân ve kavmin ileri gelenleri husûsi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherât ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hazret-i Hûd'un gür sesi duyuldu. “Ey kavmim!” diyordu. “Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Allahü teâlâyı bırakıp da kendilerine ibâdet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nûh kavminin suda boğularak helâk olmasına sebep oldu. Yâni Nûh kavmi, putlara ibâdet ettiler. Helâk oldular.” Onun bu sözlerini duyan Halcân dedi ki: “Ey Hûd! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken sen bize bu sözlerle gâlib geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar.”
Dâvetine îtibâr etmeyip dinlememelerine üzülen Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allahü teâlâ kabûl edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı.
A’râf sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi.”
Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Âyet-i kerîmede, Hûd aleyhisselâmın, Âd kavminin kardeşi buyrulması din kardeşliğinden değildir. O kavmin içinden yetiştiği, neseb olarak onlarla aynı soydan geldiği içindir. Dînî inanç ve ibâdetleri bakımından Hûd aleyhisselâmın kavmi ile bir yakınlık ve benzerliği olmamıştır. Âd kavmi, putlara, güneşe, ateşe tapmakta iken; Hûd aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâmın getirmiş olduğu dînin îcâplarına göre amel edip ibâdet yapardı.”
Bâzı âlimler, onun melek veya cin cinsinden değil de beşer cinsinden olduğu için “kardeşleri” buyruldu demişlerdir.
Nitekim, Kureyş müşrikleri de Peygamber efendimize; “Sen de bizim neslimizdensin. Bizden birisin. Bize peygamber olarak nasıl gönderilebilirsin?” diyerek îtirâzda bulunmuşlardı. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (aleyhisselâm) peygamber gönderdiğini, Hûd'un (aleyhisselâm) cin ve melek cinsinden olmadığını, neseb ve soy bakımından Âdlıların kardeşi olduğunu bildirdi. Hazret-i Hûd'un, Âd kavminden bir insan olması, onun peygamberliğine mâni olmayınca, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesinden olması da peygamberliğine mâni değildir. Âlimler âyet-i kerîmede bu inceliğe işâret buyrulduğunu bildirmişlerdir.
Yine A’râf sûresinin 66. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hûd aleyhisselâmın kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri; (Ey Hûd aleyhisselâm!) Biz seni (kavminin dînini terk ettiğin için) akılsız, peygamberlik dâvâsında da yalancılardan zannediyoruz” dediler. Hûd aleyhisselâm bunlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve câhillik yoktur. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risâlâtını (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasîhat (ve sizi tevbeye dâvet) ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emîn bir nasîhatçiyim. (Peygamberliğimde sâdık ve emînim. Allahü teâlânın vahyi ve Allahü teâlânın bana emâneti olan peygamberlik husûsunda emînim. Bu husûsta yalan söylemem. Bir ziyâde ve değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunan şekilde tebliğ ederim.) Sizi Allahü teâlânın azâbından korkutmak için, Rabbiniz tarafından içinizden biri vâsıtasıyla vahy (ve haber) gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz? (Allahü teâlânın sizi, Nûh kavminin helâkinden sonra onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyâde boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve) Allahü teâlânın daha nice nîmetleri (ihsan ettiği) ni düşünün, hatırlayın. (İhlâs ile Allahü teâlâya ibâdet ederek ve O'na şirk koşmayı bırakarak O'nun bu nîmetlerine şükredin) ki felâh bulasınız, kurtulasınız.”
(Âd kavminin ileri gelenleri Hûd aleyhisselâma) dediler ki: Sen bize, babalarımızın ibâdet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü teâlâya ibâdet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer risâletinde (Peygamber olduğunu bildirmek husûsunda) sâdık isen, haydi, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız? diye) bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim. Kavminin bu inkârcı ve alaycı sözlerine karşı, Hûd aleyhisselâm onlara) dedi ki: Muhakkak ki size Rabbiniz tarafından bir azâb ve gadab vâcib ve hak oldu. Allahü teâlâ tarafından haklarında bir âyet nâzil olması yâhut hiç bir hüccet ve burhan (delil) indirilmemiş iken, sizin ve babalarınızın ilâh diye isimlendirdiğiniz putlarınız ile benimle mücâdele mi ediyorsunuz? (öyleyse şimdi azâbın gelmesini) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Hûd aleyhisselâm uzun müddet kavmini Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti ise de, pek az kimse îmân etti. Îmân edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek îmânlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı.
Kavmin ekserîsi ise, îmân etmedikleri gibi, inkâr ve inâdda pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve dalâlette kaldıkları gibi, üstelik Hûd aleyhisselâma karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defâsında; “... Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bize vâd ettiğin, (hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?) diye bizi korkuttuğun azâbı getir (de görelim) dediler. (Hûd aleyhisselâm da onlara) dedi ki: O azâbın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. (Onu sâdece Allahü teâlâ bilir) Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. (Peygamberin vazifesi haber vermektir) Lâkin ben sizi görüyorum ki câhillik ediyorsunuz. (Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü teâlânın azâbı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azâbın gelmesini sür’atlendirir.)” (Ahkâf sûresi: 21-22)
Hûd aleyhisselâm yalvarırcasına kavmine nasîhate devam ediyor, onları, Allahü teâlâya îmâna ve yalnız O'na ibâdet etmeye, âcizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü teâlânın ihsân etmiş olduğu nîmetlere nankörlük etmemeye dâvet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allahü teâlâya karşı gelmenin çok büyük felâket olduğunu anlatıyordu.
Hûd aleyhisselâm, neseb olarak Âd kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden onların hâllerini çok iyi biliyor, hangi husûslarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasîhat ediyordu. Fakat Âd kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan nasîhatleri kabûl etmiyor ve inkârda ısrâr ediyordu. Daha düne kadar, aklı, zekâsı, cesâret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hattâ kendisine “Emîn” lakabını verdikleri Hûd aleyhisselâmı, bu gün yalancı ve akılsız olmakla, ithâm ediyorlardı. Allahü teâlânın emirlerini kabûl edip, îmân etmek, O'nun peygamberine tâbi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu.
Mü’minun sûresi 31-42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâm)a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber (Hazret-i, Hûd'u) gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeğe inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. O (peygamber olduğunu söyleyen) kimse (risâlet dâvâsında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek husûsunda) Allahü teâlâya iftirâ ediyor. Biz ona inanıcı, onu tasdik edici değiliz, dediler.
(Onların bu sözlerine karşı, peygamberleri olan Hûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâya duâ edip); “Yâ Rabbî! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! (Beni yalanladıkları için, intikâmımı onlardan al!) dedi. Allahü teâlâ, az zamanda azâb geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar buyurdu. Nihâyet onları, müthiş bir sayha, (korkunç bir azâb gürültüsü) Allahü teâlâdan adâlet olarak yakalayıverdi. (Şirk ve isyânla nefslerine) zulmedenler, Allahü teâlânın rahmetinden uzak olsunlar.”
Burada meâlleri yazılan, Mü’minun sûresinin 31-42. âyet-i kerîmeleri için, bâzı müfessirler, Âd; bâzıları ise hem Âd hem de Semûd kavimleri hakkında nâzil olduğunu bildirmişlerdir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre, Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde onların şu üç kötü vasfını bildirdi. 1-Yaratanı inkâr, 2- Kıyâmet gününü inkâr, 3- Dünyâ sevgisine, dünyânın geçici lezzet ve zevklerine dalmak.
Hûd aleyhisselâm; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz.” (A’râf sûresi: 65) dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allah'a ibâdet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibâdet ederiz” diyerek putlarını gösterirlerdi. Ona karşı kaba ve inkârcı davranmaya devam ederlerdi. Hûd aleyhisselâm onlara, bu itikatlarının yanlışlığını, Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inâd ve ısrâr etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Âd kavminin insanları, hazret-i Hûd'un vâz ve nasîhatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binâlar yapmakta, garib, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte âdetâ birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişâmlı binâlardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hûd aleyhisselâmın evine giden misâfirlerle istihzâ (alay) ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mâni olmak isterlerdi. Hûd aleyhisselâm, çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok mânilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan onları îmâna dâvete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı.
Hazret-i Hûd'a ilk îmân eden, Cünâde bin Esam isminde bir zâttır. Bu zât, Hazret-i Hûd'un amcasının oğlu idi. Cünâde bir gün, akrabâlarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: “Ey kavmim! Defâlarca size, doğru saâdet yolu teklif edildiği hâlde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabûl etmiyorsunuz? Bâtılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terk etmiyorsunuz. Bu Hûd aleyhisselâm sizin yakın akrabânızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz onu, önce ve sonra, doğru, sâdık olarak tanırsınız. O size Allahü teâlâ tarafından vâiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp hakâret ediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkunuz ve ona itâat ediniz. Siz böyle inkâr ve inâtta ısrâr ederseniz, Nûh kavminin başına gelen felâketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.”
Âdlılar, Cünâde'nin bu sözlerine fenâ hâlde kızdılar. Üzerine hücûm edip, hakârete başladılar. Cünâde, ellerinden kurtulup Hûd'un (aleyhisselâm) yanına dönerek, olanları anlatınca, Hazret-i Hûd onu teselli ederek; “Üzülme! Âhırette senin için hüzün yoktur. Ecrini (mükâfâtını) Allahü teâlâ verir” buyurdu.
Hûd (aleyhisselâm) bir gün yolda giderken, Mersed bin Sa'd (veya Mes’ûd) isminde bir zât ile karşılaştı. Bu zâtın ismi, Mürsed bin Sa'îd şeklinde de bildirilmiştir. Mersed dedi ki: “Yâ Hûd! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben sana o işimi haber vermeden evvel, sen bana haber verirsen, sen Nebîsin (peygambersin). Hazret-i Hûd ona tebessüm edip şöyle buyurdu: “Dün gece yatarken hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; Yarın Hûd'a (aleyhisselâm) gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse o peygamberdir. Kendisine îmân edeceğim dedin. Mersed bunları duyunca, kelime-i şehâdeti söyleyip; “Ben şehâdet ederim ki, hak mâbud olarak, Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra; “Ey Allah'ın Nebîsi! Acabâ benim çocuğum olacak mı?” diye suâl etti. Hazret-i Hûd buna cevâben; “Hanımın şimdi hâmiledir. Bu hâmilelikten iki erkek çocuğun olur. (Hanımın ikiz doğurur). Ayrıca hanımının, senden, daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur.”
Hazret-i Hûd'dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hazret-i Hûd'a sarılıp, alnından öptü. Allahü teâlâya hamd ve senâ ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen îmân etti. Mersed, îmânını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hazret-i Hûd hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa, onlara; “Ey akrabâlarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek caydırırdı.
Hûd aleyhisselâm zamanında O'na îmân etmiş olan Nûheyl bin Halîl isminde bir zât vardı. Bu zât, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların îmân etmeleri için devamlı nasîhat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği hâlde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi îmân edenlerle birlikte bir köşede ibâdet ve tâat ile meşgûl olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmânî olan bu ses; “Ey Nûheyl! Başını kaldır. Semâya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azâb bulutunu seyredip, ibret al” diyordu. Hakikaten, Âd kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü.
Korkuyla uyanan Nûheyl, doğruca Amr bin Bâ'ıd (veya Bâ'ıs) bin Esam ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içersinde, gördüğü hâli ona anlattı. Daha önce kendisinin çok uğraştığını, bu azgın kavme söz geçiremediğini bu sebepten gidip bu hâli Âd kavmine haber vermesini söyledi. “Git! Âd oğullarına benim gördüğüm bu hâli anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış. Îmân etmeleri için gayret göster!” dedi. Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hûd aleyhisselâmın anlattıklarını kabûl etmeyen apaçık mûcizelerini gördükleri hâlde yine inkâr eden Âd kavmi, Amr bin Bâ'ıd'ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hattâ öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nûheyl'in yanına geldi ve olanları haber verdi.
Nûheyl de Hûd aleyhisselâma bildirdi. Bu hâli kavmine bizzât kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Vâdi-i gays isminde bir yere gelerek Âd kavmini yanına topladı. Nûheyl, Âd kavminin Benî Esam kolundan sözü dinlenir bir zât idi. Uykuda gördüğü hâli onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların îmân etmelerine gayret etti. Fakat, bu Âd kavmi idi ve hakkı, hakîkati kabûl etmemek husûsunda sanki ahdları vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kâr etmiyor, inanmıyorlardı. Nûheyl'in; sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. “Ey Esam oğlu! Zamânımızda peygamberlik işi size mi kaldı. Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azâbla korkutuyorsunuz. Ama hâlâ biz, o dediğiniz azâblardan, sıkıntılardan, güç hâllerden hiç bir şey görmedik. Eğer siz bizleri azâb ile korkuttuğunuz sözlerinizde sâdık iseniz, dediğiniz azâbları bize de gösterin” diyerek alay ettiler.
Hazret-i Hûd, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki îmân edip, Allahü teâlânın emirlerine itâatkar olurlar da, azâb ve cezâları, Cennet nîmetlerine ve sevâba dönüşür” diyordu.
Zaman ilerleyip, günler aylar birbirini tâkip ederek seneler geçiyor, Hazret-i Hûd da kavmini îmâna dâvete devam ediyordu. İnsanların, îtirâz ve muhâlefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftirâ etmelerine rağmen, o, bu kudsî vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vaz geçmeye, günahlardan tevbe etmeye yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve O'na şükretmeye dâvet ediyordu.
Âd kavmi, her defâsında, onun söylediklerine îtirâz ve onu tekzip ediyorlardı. Zamân ilerledikçe, bu îtirâz ve yalanlamaları alay ve hakârete dönüştü. Hattâ, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hâl o dereceye geldi ki, Hazret-i Hûd'u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabîatları ve aşağılık zevkleri icâbı sevinç kahkahaları atarlardı.
Hazret-i Hûd, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Hazret-i Nûh'un, vefâtından evvel oğlu Sâm'a vasiyetlerde bulunduğu Vâdi-i Nûh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp; Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara risâletimi (peygamberliğimi) tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azâbıyla korkuttum, fakat îmân etmiyorlar.
Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına, akıllarını başlarına toplamalarına vesîle olacak bir musîbet ver. Ümîd olunur ki îmân ederler. Şâyet yine îmân etmezlerse, onları öyle bir azâb ile helâk eyle ki, daha evvel ve daha sonra hiç bir kavim öyle bir azâb ile helâk edilmiş olmasın.” Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl etti. Azgın ve taşkın Âd kavminin sonu gelmişti.
Âd kavminin, nasîhat dinlememesi ve Hûd aleyhisselâmın bildirdiklerini kabûl etmemekte ısrârı üzerine; onlara Allahü teâlâ tarafından gönderilecek azâbın işâretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Âd kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhûr İrem bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlarda bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtâç hâle gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Âd kavminin insanları ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişân bir vaziyette bulunuyordu. Hâl böyle iken Hûd aleyhisselâm hiç durmadan sabır ve merhametle onları dîne dâvet ediyor, sıkıntıların, bu zor şartların daha büyük bir azâbın habercisi olduğunu söylüyor, bütün belâ ve musîbetlerin kendini (peygamberleri olan Hûd aleyhisselâmı) dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyor, küfür ve inâttan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu hâlde bile onlar Hûd aleyhisselâmın söylediklerini kabûl etmedikleri gibi, inâdla işkence etmeye, hattâ onu öldürmeye kalkışıyorlardı.
Rivâyet edildiğine göre, meydana gelen müthiş kuraklık sebebiyle, kavminin hepsi perişân oldu. Sonunda Hazret-i Hûd'a gelerek; “Sen doğru sözlü, duâsı makbûl, yardım sever, iyilik sâhibi, emîn bir zâtsın. Duâ et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin” diye yalvardılar. Hazret-i Hûd onlara cevâben; “Ben duâ edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde, îmân edip günahlarınıza tevbe eder misiniz?” buyurarak îmân etmeyi teklif etti. Bu durum karşısında hemen geri dönüp, bu teklifi kabûl etmediler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.