Yukarıda da anlatıldığı üzere; Âd kavminin, şiddetli rüzgâr ile helâk edilip, köklerinin kazınmasına sebep olan ahlâk ve amellerinden bâzıları maddeler hâlinde özetle şöyledir:
1- Âdlılar, Allahü teâlânın evliyâsından yüz çevirip onlara buğzediyorlar ve sevdiği peygamberine karşı geliyorlar, onlarla birlikte bulunmaktan kaçınıyorlardı. Kötülerle beraber olmayı üstün görüp onlara uyuyorlar, onların yaptıkları işlere meylediyorlardı.
Nitekim Hûd sûresi 59 ve 60. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “İşte Âd kavmi, Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler ve O'nun peygamberlerine isyân ettiler. Her inâdçı zorbanın emrine tâbi olup gittiler. Onlar bu dünyâda (rîh-ı akîm) ve âhırette (azâb-ı elîm ile) lânete (azâb ve cezâya) tâbi tutuldular. Dikkat edin. Âd kavmi, Rablerini (ve O’nun nîmetlerini) inkâr ettiler. Haberiniz olsun. Hûd'un kavmi olan Âd, Allahü teâlânın rahmetinden uzaktır.”
Âd kavmi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hazret-i Hûd'u tekzip etmişlerdir. Halbuki âyet-i kerîmede Allahü teâlânın peygamberlerine isyân ettikleri bildirilmiştir. Bu husûsu âlimler şöyle îzâh etmişlerdir: Bir peygamberi inkâr etmek, hepsini inkâr etmek olur. Onlar Hazret-i Hûd'u inkâr ettiklerine göre, peygamberlerin hiç birine inanmamışlardır. Hattâ şüpheli olarak söylemiş olsa yine böyledir.
Nitekim, ilmihal kitaplarında; “Bir kimse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) inandım. Fakat; Âdem aleyhisselâm peygamber midir bilmiyorum dese, îmânsız olur” buyurulmaktadır.
2- Allahü teâlânın peygamberi olan Hazret-i Hûd'a ve Allahü teâlânın evliyâsına, yâni Hazret-i Hûd'a tâbi olanlara eziyet ederler, kötülük yaparlardı. Onların kadr-ü kıymetlerini alçaltıcı hareketlerde bulunurlardı.
3- Putlara ibâdet ederler, onların fayda ve zarar vereceklerine inanırlardı.
4- Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği güç ve kuvvetlerini beğenirler, buna güvenirler ve bu hâlleriyle övünüp kibirlenirlerdi. Üstünlük husûsunda, daha doğrusu; övünmek, kibirlenmek, üstünlük taslamak gibi çok kötü olan şeylerde âdetâ yarış ederlerdi.
Nitekim, “Taberânî”de ve “Kıvam-üs-sünne'de İsfehânî’nin (rahmetullahi aleyh) “Tergib ve Terhib”inde Abdullah ibni Mübârek’in, Abbâs bin Abdülmuttalîb'den (radıyallahü anhüm) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu din zâhir olur. Hattâ, denizleri bile aşar. Allah yolunda denizlere atlarla girilir. Sonra Kur'ân-ı kerîm okuyan bir kavim gelir; Biz Kur’an-ı kerîmi okuduk. Bizden daha kârî (Kur’an-ı kerîmi daha iyi okuyan), bizden daha fakîh (fıkıh ilmini iyi bilen) ve bizden daha âlim kim var? derler. Onlarda hiç hayır var mıdır?” Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm; “Hayır, yâ Resûlallah! Onlarda hiç hayır yoktur” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Onlar bu ümmetin içersindedirler. Onlar, Cehennem’in yakacaklarıdır” buyurmuştur.
5- insanlara zulüm ve onlara karşı azgınlık ve taşkınlık yaparlar, mallarını cebr kullanarak (zorla) alırlar ve haksız yere döverler, hattâ öldürürlerdi. İnsanlara karşı büyüklenmekten, zorbalık yapmaktan zevk alırlardı.
6- Güç ve kuvvetlerine güvendikleri için aldanırlar, hiç ihtiyaçları olmadığı hâlde, yüksek yerlere muhteşem binâlar yapmakta bir birleriyle yarış ederlerdi.
7- Âd kavminin insanları gâyet dik kafalı, inâdçı ve çok kibirli olmalarının yanında, uzun emel sâhibi idiler. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla vakit geçirmeyi bilmediklerinden, bilseler de kabûl etmediklerinden, oyun ve eğlenceye dalıp boş ve uygunsuz işlerle zamanlarını ziyân ederlerdi. Garib ve zavallı kimselerle, yoldan gelip geçenlerle eğlenirler ve Allahü teâlânın lütfettiği nîmetlere nankörlük ederlerdi.
8- Hûd (aleyhisselâm), kavmine; hâllerini, gittikleri yolun iyi olmadığını, böyle devam ederse, akıbetlerinin pek fenâ olacağını haber verirdi. Onlara, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri hatırlatır, kendilerini Allahü teâlânın azâbı ile korkuturdu. Allahü teâlâya îmân etmelerini, O'ndan korkmalarını, O'na itâat ve ibâdet etmelerini söylerdi. Allahü teâlânın, çok mal, evlâd, bahçeler ve sular vererek ihsânda bulunduğunu, bütün bunlara nankörlük etmeye devam ederlerse, kendilerine, büyük bir azâbın gelmesinden korktuğunu bildirdikçe; Âdlılar gaflet ve cehâlet uykusuna tamâmen dalmış olduklarından, onun vâz ve nasîhatlerine kulak asmazlar hattâ; “Sen bize nasîhat etsen de etmesen de bizim için farketmez.” (Şuarâ sûresi: 136) Bu hal, bizden öncekilerin, baba ve dedelerimizin ahlâkıdır. Biz bunları terkedip de senin söylediklerine tâbi olacak değiliz derlerdi.
Hazret-i Hûd, tebliğ vazifesine devam ederek, kavmine Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri, bunlara karşı onların yaptıkları kötülükleri anlatır, maksadının, onları gafletten uyandırmak olduğunu bildirirdi. Bütün bunlara rağmen, Âdlıların gafleti, kalblerinin kör oluşundan, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmadıkları için âhırette, bu dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görmeyi inkâr etmeleri ve Hazret-i Hûd'u yalanlamaları, ebedî felâketlerine sebep oldu. Nitekim, Şuarâ sûresinin 139. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Böylece onu (Hûd peygamberi) tekzip ettiler (yalanladılar). Biz de onları helâk ettik. Muhakkak ki, onlara yaptığımız bu işte, sonrakiler için bir ibret vardır” buyruldu.
9- Âd kavmi mensuplarının kötü huylarından biri de, çok iftirâcı olmaları idi. Doğru yoldan o kadar ayrılmış, hak ve hakîkatten o kadar uzaklaşmışlardı ki, akıl ve kemâl sâhiplerini câhil görürlerdi, işlerinde doğru olup isâbet edenleri, hatâya düşmekle ve kusurlu olmakla ithâm ederlerdi.
Nitekim Hazret-i Hûd, Âd kavmini îmâna dâvet edip, onları, Allahü teâlânın azâbı ile korkuttuğu zaman, kabûl etmemişler; üstelik, A’râf sûresinin 66. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi; “...Gerçekten biz seni sefâhet (akıl azlığı, çılgınlık) içinde görüyoruz ve seni hakîkaten yalancılardan zannediyoruz” demişlerdi.
Kendilerini hak mâbud olan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet eden bir peygambere böyle söylemeleri, onların, büyüklere karşı, cür’etkâr davrandıklarını ve hitâb ederken edebi gözetmediklerini; bunun yanında, aklı kemâlde, irfânı zirvede olan Hazret-i Hûd'u sefih olmakla ithâm etmeleri, onların pek düşük, bayağı ve alçak kimseler olduğunu göstermektedir. Bir kimsenin, kendisinde bulunan aşağı ve bayağı bir vasfı, kâmil bir zâta isnât etmesi gülünç olmasının yanında ne kadar garib ve ne derece cür’etkâr bir davranıştır.
Hâl böyle iken Hûd (aleyhisselâm) onlara; “Hayır! Bilakis sefîhler sizlersiniz” veya; “Sefîhlik ancak sizde bulunur” diye cevap vermedi. Çünkü böyle cevap vermesi, onları tamâmen ürkütür ve uzaklaştırırdı. O yine, A’râf sûresinin 67 ve 68, âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi, kavmine şu hikmetli cevâbı verdi: “...Ey kavmim! Bende çılgınlık, akıl azlığı ve câhillik yoktur. Ben ancak, âlemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risâletini (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasîhat (ve sizi tevbeye dâvet) ediyorum. Ben, sizin için, güvenilir, emîn bir nasîhatçiyim. (Peygamberliğimde sâdık ve emînim).” Hûd (aleyhisselâm) kavminin karşı çıkmalarına, yalanlamalarına karşı, kendi hâline en uygun şekilde böyle cevap verirdi. Daha değişik bir tarzda cevap vermiş olsaydı, bu durum onlara ağır gelirdi. Hem böyle bir cevap, nasîhat edenin sabırsızlığına delâlet eder. Halbuki emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, sabır yolundan ayrılmaması lâzımdır.
Sefîhin sefîhliğine, câhilin câhilliğine, onun sözünün ve işinin benzeri ile karşılık vermek, akıllı kimseye yakışmaz. İşte, kötü kimselere cevap verirken öyle bir cevap vermelidir ki, verilen cevapla, hem onlar, Hakk'a ve hakîkate dâvet edilmiş; hem de kötülüklerden men edilerek, cehâletleri de en iyi şekilde yok edilmiş olsun.
10- Âd kavminin husûsiyetlerinden birisi de, çok şımarık, azgın, kendini beğenmiş, kibirli, hakkı, doğruyu kabûl etmeyen kimseler olmaları idi. Tamâmen oyun, eğlence ve kumara dalmışlar, böylece Hak ve hakîkatten büsbütün uzaklaşarak, söz dinlemeyen, nasîhat kabûl etmeyen bir hâle gelmişlerdi. Bu hal, onların şiddetli rüzgâr azâbı ile helâk edilmelerine sebep oldu.
11- Âdlılar, nefslerine uyarak yaptıkları bozuk amellerine îtimâd edip nefse güvenirler ve bu kötü işlerine cezâ verileceğini düşünmedikleri gibi, üstelik bu çirkin amellerine sevâb ve mükâfât beklerlerdi. Nitekim, Ahkâf sûresi 24. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Onlar, kendi vâdilerine karşı gelen azâbı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek ve birbirlerine müjde vererek; “İşte şu görünen şey bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler.”
İmâm-ı Şâfii (rahmetullahi aleyh) “El-Ümm” isimli eserinde, Abdullah ibni Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet ettiğini bildirmektedir: “Ne zaman bir rüzgâr esse, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek iki dizleri üzerine çöker; “Ey Allah'ım! Onu rahmet eyle. Onu azâb kılma. Allah'ım! Onu riyâh (nimet getirici) kıl, rîh (rîh-ı sarsar) kılma!” buyururdu. Nitekim, Fussilet sûresi 16 ve Kamer sûresinin 19. âyet-i kerîmelerinde; (Âdlıların) üzerlerine rîh-ı sarsar (çok soğuk bir rüzgâr) gönderdik” buyurulmaktadır.
Âlimlerin bildirdiğine göre; Âd kavmini helâk etti diye rüzgâra sebbetmek yâni onu lânetlemek mekrûhtur. Çünkü rüzgârı Allahü teâlâ gönderir. Rüzgâr, O'nun izni ve emri ile rahmet de olabilir, azâb da.
12- Âd kavminden olanlar, Allahü teâlânın âyetlerini gördükleri, kendilerine gelen azâbı ayân beyân bildikleri hâlde, günahlara tesmîm ederler, yâni günahları terk etmemeğe, kat’î karar vermiş gibi bir hâl ile bozuk işlerine devam ederlerdi. Kendilerinde bulunan, büyüklenmek, tekebbür sıfatları son haddine varmıştı. Hazret-i Hûd'un gösterdiği mûcizeleri gördükleri, böylece onun söylediklerinin doğru olduğu iyice anlaşıldığı hâlde yine inanmayıp, yalanlamışlardı. Kendi sözlerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, hasım saydıkları Hazret-i Hûd'un ise doğru söylediğini bildikleri hâlde, habis ve alçak tıynetleri îcâbı yine de kabûle yanaşmazlar, inâd ve muhâlefete devam ederlerdi. Tefekkür etmeyip hiç bir şeyden ibret almazlar, sâdece kuvvetlerine ve kalabalık olmalarına güvenirler ve bunda aşırı giderlerdi.
Meselâ, onları helâk eden rüzgâr, bir bulut şeklinde gelip esmeye başlayınca, âilelerini ortalarına alıp, kendileri onların etrâfında halka oldular. Elbiselerinin eteklerini birbirlerine bağlayarak, ayaklarını yere, kuvvetlice dayayıp, ellerini de birbirlerine kenetleyerek durdular. Güyâ, rüzgâr ne kadar kuvvetli ve şiddetli eserse essin, onlara bir şey yapamayacak, yerlerinden oynatamayacaktı. Nitekim bu hâlde iken Hazret-i Hûd'a; “Bizim ayaklarımızı buradan kim giderip, kaldırabilir” dediler. Biraz sonra rüzgâr bunları yerden alıp, havaya fırlattı ve her biri, içi boş, kof hurma kütükleri gibi yerlere atıldılar.
Akıllı insan, böyle hâller karşısında her şeyin sâhip ve mâlikinin yalnız Allahü teâlâ olduğunu anlar, O'ndan korkar. Dâima uyanık olur, hep O'nun râzı olduğu, beğendiği amelleri yapar.
İbn-i Ebî Şeybe (rahmetullahi aleyh), Şerh bin Havşeb'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Medîne-i münevverede zelzele olmuştu. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Muhakkak Rabbiniz sizden hoşnutluğunu (yani rızâsını kazanmanızı) istiyor, öyleyse Allahü teâlâdan râzı olduğu şeylere dönmeyi isteyiniz.”
İmâm-ı Ahmed, Buharî, Müslim, Nesâî ve Hâkim (rahmetullahi aleyhim), Abdullah bin Ömer'den (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet etmişlerdir:
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gök gürültüsü ve yıldırımları duyunca; “Allah'ım! Bizi gadabınla öldürme! Azâbınla helâk etme! Bundan önce bize âfiyet ver” diye duâ ederdi.
İbn-i Asâkir'in Sâlim bin Ebî Ca'd'dan (rahmetullahi aleyhima) rivâyet ettiğine göre, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda peygamberler zikrediliyordu. Hûd aleyhisselâm zikredilince; “O halîlullahdır (Allahü teâlânın dostudur) buyurdu.
Allahü teâlânın dostu olmak, Hazret-i İbrâhim’de açıkça görüldüğünden ona Halîl-ür-Rahmân denildi. Bu vasıf onda daha zâhir ise de, yalnız ona âit olmayıp, diğer peygamberler için de söylenmektedir.
Nitekim sahîh bir hadis-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi hakkında Eshâb-ı kirâma; “Sâhibiniz (yani ben) Allahü teâlânın halîliyim” buyurmuştur.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.