Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İbrâhim aleyhisselâm, Bâbil'den hicret ederken Nemrûd'a ve putperest Keldânî kavmine; “Ben, Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbim beni doğru yola ulaştırır.” (Saffât sûresi: 99) diyerek oradan ayrılmıştı. Bu hicretinde Allahü teâlâya niyâzda bulunarak kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesini istemişti. Bu duâsı üzerine Allahü teâlâ ona, evlâd olarak, İsmâil aleyhisselâmı verdi. Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: (İbrâhim aleyhisselâm); Ey Rabbim! Bana sâlihlerden bir oğul bağışla ki dâvet ve tâatta yardımcım ve gurbette mûnisim olsun (diye duâ etti). Biz de ona (küçüklüğünde âlim, büyüklüğünde) hâlim bir oğul müjdeledik. Vakta ki o çocuk İbrâhim'in yanında koşmak çağına yetişti. (yani yedi veya onüç yaşına bastı.) İbrâhim (aleyhisselâm) ona dedi ki: “Oğulcuğum! Ben rüyâmda seni boğazladığımı gördüm. Bu husûsta re’yin, kanaatin nedir?” Oğlu ona şöyle dedi: “Babacığım! Sana ne emrediliyorsa yap! İnşaallah beni (emrolunduğun şeye) sabredenlerden bulacaksın.” Vakta ki, bu sûretle ikisi de, (baba-oğul) Allahü teâlânın emrine teslim oldular. İbrâhim, çocuğu yüz üstü yatırdı. Biz ona şöyle nidâ ettik; “Ey İbrâhim! Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin. Şüphe yok ki biz (İbrâhim'i, oğluna kurban etmekten muaf tutup ve bol mükâfât verdiğimiz gibi) ihsân sâhiplerini de ihsânları sebebiyle işte böyle mükâfâtlandırırız. Muhakkak ki bu (muhlis ile muhlis olmayanı ayıran) açık bir imtihândır ve ona (İbrâhim'e) bir büyük kurbanlık (semiz koç) bedel verdik. Yine ona, sonradan gelenlerin İbrâhim'e selâm etmeleri olan güzel bir senâyı, övgüyü bıraktık. İhsân sâhiplerini işte böyle mükâfâtlandırırız.” (Saffât sûresi: 100-110)
Bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde müfessirler şu malûmatı vermişlerdir: İbrâhim aleyhisselâm hanımı hazret-i Hâcer ile henüz iki yaşında olan oğlu hazret-i İsmâil'i Mekke vâdisine bıraktıktan sonra diğer hanımı Hazret-i Sâre ile Şam'da ikâmet etti. Arada bir hazret-i Hâcer'i ve oğlu hazret-i İsmâil'i görmek için Şam'dan yanlarına gidip dönüyordu. Böylece aradan yıllar geçti. İsmâil aleyhisselâm yedi veya onüç yaşına girmişti. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye gitmişti. Orada bir rüyâ gördü. Rüyâsında ona; “Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana oğlun İsmâil'i kurban etmeni emrediyor” denildi. İbrâhim aleyhisselâm bu rüyâyı görünce, uyanıp tereddüt etmeye başladı. O gün hep; “Acabâ bu rüyâ rahmânî mi, şeytanî mi?” diye düşündü. Düşündüğü bu gün Zilhicce ayının sekizinci günü idi. Bu güne Terviye günü denildi. Aynı rüyâyı ikinci gece tekrar gördü ve rüyânın rahmânî olduğuna kanaat getirdi. Bu güne de Arefe günü denildi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı görünce artık bunun Allahü teâlânın emri olduğunu kesinlikle anlayıp, hiç şüphesi kalmadı. Bu gün, kurban bayramının birinci günü olan Zilhicce ayının onuna rastlıyordu. Bu güne de Nahr günü denildi.
Rivâyete göre, İbrâhim aleyhisselâm; “Allahü teâlâ bana bir oğul verirse kurban edeceğim” diye nezretmişti. Dileği hâsıl olunca, nezrini yerine getirmesi bildirildi. Bir rivâyette de, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı üç şeyle imtihân etmiştir. Birincisi canı, ikincisi malı, üçüncüsü de evlâdıyladır.
İbrâhim aleyhisselâm önce; bu emri nasıl yerine getireceğini ve biricik oğlu hazret-i İsmâil'e bu mes’eleyi nasıl açacağını ve onun tavrının ne olacağını düşündü. Bu işin Allahü teâlânın emri olduğunu kesin bir şekilde anladığından, yerine getirmek husûsunda hiç tereddüt etmedi. Hanımı hazret-i Hâcer'e; “İsmâil'i yıka, temiz elbiselerini giydir, gözlerine sürme çek ve güzel kokular sür, onu dostuma götüreceğim” dedikten sonra; İsmâil'e de; “Yanına iple bıçak al” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Bunları ne yapacağız?” diye sorunca; İbrâhim aleyhisselâm; “Allah rızâsı için kurban keseriz” cevâbını verdi. Sonra İsmâil'i yanına alıp, Mekke'den çıkarak Arafat ovasına doğru (hacıların kurban kestiği yere) götürdü.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir; İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil'i kurban edeceğinde, şeytan; “Eğer bugün İbrâhim'in (aleyhisselâm) evinde bir fitne çıkaramazsam, bundan sonra onları hiç fitneye düşüremem!” diyerek harekete geçti. İnsan kılığına girerek önce hazret-i Hâcer'in yanına gitti ve ona; “İbrâhim aleyhisselâm, oğlunu nereye götürdü biliyor musun?” dedi. Hazret-i Hâcer; “Bir dostunu ziyârete” diye cevap verdi. Bunun üzerine şeytan; “Hayır, yemîn ederim ki, onu boğazlamaya götürdü” dedi. Hazret-i Hâcer, şeytana; “İbrâhim aleyhisselâm onu pek çok sevmektedir. Bu sevgisi onu boğazlamasına mâni olur, boğazlayamaz” dedi. Bunun üzerine şeytan; “İbrâhim aleyhisselâm kendisine Allahü teâlânın böyle emrettiğini zannettiği için onu boğazlayacak” dedi. Hazret-i Hâcer, şeytanın bu sözüne de; “Eğer Allahü teâlâ ona böyle bir şey emretmişse Allahü teâlânın emrine uyması elbette en güzel iştir” diye cevap verdi. Şeytan, hazret-i Hâcer'i aldatamayınca hemen İsmâil aleyhisselâmın yanına gidip insan kılığında gözüktü. Hazret-i İsmâil babası Hazret-i İbrâhim'in peşinden yürüyordu. Şeytan yanına yaklaşarak; “Biliyor musun baban seni nereye götürüyor?” diye sorunca; Hazret-i İsmâil; “Dostunu ziyârete” cevâbını verdi. Şeytan: “Hayır, yemîn ederim ki, baban seni boğazlamaya götürüyor!” deyince, İsmâil (aleyhisselâm); “Niçin boğazlasın?” dedi. Bunun üzerine şeytan; “Baban Rabbinin kendisine böyle emrettiğini zannediyor” dedi. Hazret-i İsmâil şeytanın bu sözü üzerine; “Eğer Allahü teâlâ emretmişse O'nun emrini seve seve yerine getirir” dedi. Bir rivâyete göre de yanından kovup, arkasından taş attı. Şeytan onu da aldatamayacağını anlayınca, İbrâhim aleyhisselâmın karşısına çıkıp; “Ey ihtiyâr zât, böyle nereye gidiyorsun?” diye sordu. İbrâhim aleyhisselâm da; “Bir iş için şu tarafa doğru gidiyorum” cevâbını verdi. Şeytan ona; “Vallahi anlıyorum ki rüyânda şeytan gelip sana oğlunu boğazlamanı emretmiştir!” deyince, İbrâhim aleyhisselâm bunun şeytan olduğunu derhal anladı. Sonra; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Rabbimin emrini mutlak yerine getireceğim!” dedi. Böylece şeytanın hîleleri boşa çıktı, hiç birini aldatamadı. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) da şöyle rivâyet edilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâm, oğlu hazret-i İsmâil'i Allah için kurban etmeye götürürken, şeytan onu aldatmak için karşısına çıkınca, İbrâhim aleyhisselâm onu reddedip, yoluna devam etti. Cemret-ül-ûlâ denilen yere gelince, şeytan yine karşısına çıktı. İbrâhim aleyhisselâm ona yedi tâne küçük taş atarak kovdu, o da dönüp gitti. Cemret-ül-vustâ'ya vardıklarında şeytan tekrar geldi. İbrâhim aleyhisselâm yedi taş daha atarak şeytanı kovdu. Cemret-ül-kübrâ'ya vardıklarında şeytan aldatmak maksadıyla yeniden geldi. İbrâhim aleyhisselâm bu kere de yedi taş daha attı ve böylece şeytanı kovdu. Şeytana bu taşları İsmâil aleyhisselâmın attığı da rivâyet edilmiştir.
İbrâhim aleyhisselâm ile Hazret-i İsmâil, Minâ'ya yaklaştıkları vakit melekler; “Sübhânallah! Bir peygamber bir peygamberi boğazlamaya götürüyor” diyerek sızlandılar. Nihâyet İbrâhim aleyhisselâm durumu Hazret-i İsmâil'e açıp; “Ey oğlum! Bana rüyâmda seni kurban etmem emredildi. Sen ne dersin?” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm babasının bu teklifi karşısında hiç bir telâş göstermeden tam bir teslimiyet içerisinde; “Allahü teâlâ mı emretti?” dedi. Babası; “Evet” deyince; “Ey babacığım! Sana ne emrolunduysa onu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek, hâlim, selim, akıllı, sabırlı ve metânetli olduğunu gösterdi. Allahü teâlâ için canını fedâ etmeye hazır olduğunu bildirdi. İbrâhim aleyhisselâm oğlunun bu cevâbı üzerine sevinip, ferahladı.
Vehb bin Münebbih'den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir: İbrâhim aleyhisselâm, oğluna; “Seni kurban edeceğim” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ sana bunu emretti mi?” dedi. Karşılığında; “Evet emretti” cevâbını alınca o kadar çok sevindi ki, babası; “Ey oğlum! Seni kurban edeceğimi, boğazlayacağımı söylüyorum. Sen ise seviniyorsun” dedi. Hazret-i İsmâil; “Ey babacığım! Nasıl sevinmeyeyim? Benim yegâne arzum, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Böylece rahmetine ve Cennet’ine nâil olurum. Eğer dünyânın ömrü müddetince eziyet çeksem bu nîmet ve saâdete kavuşmak mümkün değildir. Şimdi ise, bu saâdet kolay ele geçecek. Ey babacığım! Emrolunduğun işi yap. Sana, Allah için oğlunu; bana da canımı fedâ eylemek düşer. Ey babacığım! Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin. Allahü teâlâ senden râzı oldu. Ben de Allah için kurban olmaya râzı olup, sabredeyim. Belki Allahü teâlâ benden de râzı olur. Eğer senden ayrılırsam, Rabbime; dünyâ nîmetlerinden ayrılırsam, Cennet nîmetlerine kavuşurum. Boğazlanmak acısı bir anlıktır ve ona sabretmek kolaydır! Emrolunduğun şeyi hemen yap; zirâ canım Rabbime kavuşmak için acele ediyor! Benim üzüntüm; kendi evlâdını elinle boğazlamanın acısını ve benim hasretimi ömrün boyunca unutamamandır. Ömrün boyunca bana hasret kalırsın. Babacığım! Bu işi önce haber verseydin, annemle vedalaşarak sarılıp ağlaşsaydık” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Senden veya annenden bir gevşekliğin hâsıl olmasından ve bu sebeple azarlanmamızdan çekindim” cevâbını verdi. Hazret-i İsmâil kurban edilmek üzere yatırılacağı sırada şöyle dedi: “Babacığım! Ben senin râzı olmanı isterim. Senin gibi bir babanın hakkını ödemek, saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer müsâde edersen bir kaç vasiyetim var, onları zâtıalinize söyleyeyim” deyince, babası; “Söyle ey saâdetli oğlum” buyurdu. Hazret-i İsmâil şöyle söze başladı: “Birincisi, iple ellerimi ve ayaklarımı bağla ki can acısı ile bir kusur etmeyeyim. İkincisi, mübârek eteğini topla ki üzerine kanım sıçramasın. Üçüncüsü, bıçağı iyice bile ki hemen kessin, can vermek kolay olsun ve senin işin çabuk görülsün. Dördüncüsü, bıçağı boynuma çalarken yüzüme bakma. Babalık şefkâtiyle dayanamayıp emri geciktirirsin” dedi. Hazret-i İbrâhim; “Ey benim oğulcuğum! Ne iyi yardımcısın.” buyurduktan sonra, hazret-i İsmâil vasiyetine devamla “Beşinci vasiyetim beni kurban etmeden önce, üzerimden gömleğimi çıkar. Beni kurban ettikten sonra bunu anneme götür. Ona benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Anneme; Oğlun sana şefâatçi olarak Hak teâlâya gitti de! Altıncı vasiyetim, her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen, beni hatırla!” İbrâhim aleyhisselâm, oğlu hazret-i İsmâil'in bu yürek parçalayıcı sözlerini dinlerken mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Çok ağladı ve; “Yâ Rabbî! Bana bu hâlimden dolayı ihtiyârlığım sebebiyle rahmet et” diye duâ etti. Hazret-i İsmâil de ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu işte bana sabır ve tahammül ver” diyerek niyâzda bulundu. Sonra yüzünü hazret-i İbrâhim'e dönüp; “Babacığım! Görüyor musun, gök kapıları açılmış melekler bize bakıp hayretlerinden Allahü teâlâya secde ediyorlar. Meleklerden bir kısmı, Allahü teâlâya münâcât edip; “Yâ Rabbî! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmek üzere! Senin rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor! Sen onlara merhamet eyle diye yalvarıyorlar” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu sözleri oğlundan duyunca ellerini yüzüne kapayıp çok ağladı. Melekler de onunla birlikte ağlaştılar.
İsmâil aleyhisselâm ise; “Muhabbetin şartı, emri yapmakta gecikmemektir” diyerek tam teslimiyetini gösterdi. İbrâhim aleyhisselâm bıçağı iyice biledi. Hazret-i İsmâil'in başı ucunda oturdu. Boğazını tutup; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum gözümün nûru, gönlümün sürûrüdür. Bunu kurban etmemi emir buyurdun. Şu anda emrini yerine getirmek üzere hâlis niyetle hazırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ve metanet ver” diyerek bıçağı hazret-i İsmâil'in boynuna dayadı. “Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrar görüşmek kıyâmet günü olur” dedi. Sonra bıçağı kuvvetle hazret-i İsmâil'in boğazına çaldı. O anda Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma; “Yetiş bıçağı çevir” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm Sidret-ül-müntehâdan bir anda gelip bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. İbrâhim aleyhisselâm bıçağı kuvvetlice bir daha çaldı, yine kesmedi. Sonra Allahü teâlâ; “Ey İbrâhim! Gerçekten rüyânı tasdik ettin, sadâkat gösterdin” diye vahyetti. Bundan sonra, Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlânın emri ile Cennet’ten bir koç getirdi. Cebrâil aleyhisselâm koçu indirince; “Allahü ekber, Allahü ekber” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu tekbiri işitince; “La ilâhe illallahü vallahü ekber” dedi. İsmâil aleyhisselâm da; “Allahü ekber velillahil hamd” dedi. Arefe günü sabah namazından kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar, yirmiüç vakit namazın farzını kıldıktan sonra böylece teşrik tekbiri getirmek, bu ümmete, yâni biz müslümanlara vâcib kılındı.
Cebrâil aleyhisselâm koçu yanlarına getirince; “Bu koç uzun zaman Cennet’te beslendi. Bu senin oğluna fedâdır, bunu kurban et” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâmCebrâil aleyhisselâmın Cennet’ten getirdiği bu koçu kurban etti. Bundan sonra oğlu hazret-i İsmâil ile birlikte Mekke'ye Hazret-i Hâcer'in yanına döndüler. Hazret-i Hâcer kapıda durup, hazret-i İbrâhim'i ve oğlu hazret-i İsmâil'i bekliyordu. İsmâil aleyhisselâm annesinin kapıda kendilerini beklemekte olduğunu görünce, ağladı. Annesi; “Ey oğlum! Niçin ağlarsın?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm olanları anlattı. Hazret-i Hâcer oğlu Hazret-i İsmâil'e sarılıp hem ağladı, hem de Allahü teâlâya şükretti. Bundan sonra İbrâhim aleyhisselâm Mekke'den Şam'a, yâni Hazret-i Sâre'nin yanına döndü.
İbrâhim aleyhisselâm üç şekilde imtihân edilmiştir. Nemrûd tarafından ateşe atıldığı zaman nefsi ve canı, oğlu hazret-i İsmâil'i Allah için kurban etmesi emredilince evlâdı, bir de malı ile imtihân edilmiştir. Malı ile imtihân edildiğinde de ovaları ve vâdileri dolduran sürülerini Allah için bağışlamıştır. “Mearic-ün nübüvve”de şöyle bildirilmiştir; “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı Halîl, dost edinince melekler; “Ey Rabbimiz! İbrâhim sana nasıl dost olabilir, nefsi, evlâdı ve malı vardır. Onun kalbinin bunlara bağlılığı da vardır” dediler. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm nefsi, canı ve evlâdı ile imtihân edildiği gibi malı ile de imtihân edildi. İbrâhim aleyhisselâmın onikibin sürüsü vardı. Sürüleri her tarafı kaplıyordu. Bu sürülerin her biri için koruyucu olarak bin köpeği bulunmaktaydı. Bu köpeklerin her birinin boynuna altın tasmalar takmıştı. Böylece dünyâ malının değersiz olduğunu ve buna kıymet vermediğini gösteriyordu. Bir gün İbrâhim aleyhisselâm sahrâya sürülerinin yanına gitmişti. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm insan kılığında yanına gitti. Selâm verdikten sonra; “Yâ İbrâhim! Bu sürüler kimindir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Allahü teâlânındır. Benim elimde emânet olarak bulunuyor” cevâbını verdi. “Bana birini satar mısın” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Allahü teâlânın ismini bir kere söyle, bu sürülerin üçte birini sana vereyim” dedi. Cebrâil aleyhisselâm bir kere “La ilâhe illallah” dedi. (Bir rivâyete göre de, Cebrâil aleyhisselâm; “Sübbûhun, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbül melâiketi verrûh” diyerek Allahü teâlâyı zikretti.) İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince pek ziyâde zevklenip; “Bir kere daha söyle, diğer üçte birini daha vereyim” diye teklifte bulundu. Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlânın mübârek ismini bir kere daha söyledi. İbrâhim, aleyhisselâm daha ziyâde zevklenip; “Bir kere daha söyle, sürülerin hepsini sana vereyim” dedi. Tekrar söyleyince bütün sürülerini verdi. İbrâhim aleyhisselâm iyice şevke gelip; “Bir kere daha söylersen, köpeklerin hepsini altın tasmalarıyla birlikte sana veririm” dedi. Cebrâil aleyhisselâm da; “La ilâhe illallah” dedi. İbrâhim aleyhisselâm sürülerini teslim etmek isteyince, Cebrâil aleyhisselâm durumu açıklayıp; “Ben, Allahü teâlânın emriyle seni imtihâna geldim. Bunların hepsini al, hepsi senindir” dedi. Rivâyet edilir ki, İbrâhim aleyhisselâm da o sürüleri satıp onların parası ile arâzi ve mülk satın alıp, insanların faydalanması için vakfetti.

İbrâhim aleyhisselâmın zevcesi hazret-i Sâre'den çocukları olmuyordu. Yaşları da gittikçe ilerliyordu. İbrâhim aleyhisselâm kavuştuğu nîmetlere şükredip, bir de evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya; “Ey Rabbim! Bana sâlihlerden bir oğul bağışla ki, dâvet ve tâatta yardımcım, ve gurbette mûnisim olsun” (Saffât sûresi: 100) diye niyâzda bulundu. Hazret-i Sâre de böyle istiyordu. Fakat çocuğu olmuyordu. Hazret-i Sâre Mısır'da kendisine hizmetçi olarak verilen Hazret-i Hâcer'i âzâd edip, İbrâhim aleyhisselâm ile evlenmesini istedi. “Belki ondan senin çocuğun olur” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ile evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm dünyâya geldi. Muhammed aleyhisselâmın nûru, İsmâil aleyhisselâma intikâl etti. İbrâhim aleyhisselâm onu çok sever ve hiç yanından ayırmazdı.
Hazret-i Sâre, nûrun kendisine intikâl edeceğini umuyordu. Bu sebeple hazret-i Hâcer'e karşı kalbinde gayret hâsıl oldu. İbrâhim aleyhisselâm ise hazret-i Sâre'yi hoş tutuyor, devamlı hatırını soruyor, gönlünü alıp, onu incitmemeğe gayret ediyordu. Nihâyet hazret-i Sâre'nin gayreti iyice arttı ve İbrâhim aleyhisselâmdan, hazret-i Hâcer ile oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) başka bir yere götürüp bırakmasını istedi. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma hazret-i Sâre'nin bu isteğini yerine getirmesini bildirdi. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın emriyle, Hâcer hâtun ve İsmâil'i (aleyhisselâm) yanına alıp Şam'dan ayrılarak, onları o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye götürdü. Bundan sonrası İmâm-ı Buharî'nin Abdullah ibni Abbâs hazretlerinden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle anlatılmaktadır:
“İbrâhim (aleyhisselâm), İsmâil'in anası Hâcer ve emzirmekte olduğu oğlu İsmâil ile beraber Mekke'ye geldi. Hâcer ile İsmâil'i Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Halbuki o târihte Mekke'de hiç bir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İşte İbrâhim (aleyhisselâm), Hâcer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de koydu. Sonra, İbrâhim (aleyhisselâmŞam'a gitmek üzere oradan döndü. İsmâil'in anası Hâcer, İbrâhim'in arkasını tâkip etti ve; “Ey İbrâhim! Görüp görüşecek bir ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vâdide bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” dedi. Hâcer, tekrar tekrar bu sözleri söylemesine rağmen, İbrâhim aleyhisselâm ona iltifât etmeyip yoluna devam etti. Nihâyet Hâcer ona; “Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu, İbrâhim; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap verince, Hâcer; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zâyi etmez ve korur” diyerek, oğlunun yanına döndü. İbrâhim (aleyhisselâmde ayrılıp Mekke'nin üst tarafında Hâcer ile İsmâil'in gözlerinden kayboldu. Seniyye mevkîine varınca, yüzünü Kâbe'ye çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak (meâlen) şöyle duâ etti: “Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını (İsmâil ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib olan mukaddes evinin (Kâbe'nin) yanına ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. (Kâbe'yi ziyârete gelsinler.) Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler. (İbrâhim sûresi: 37) Artık İsmâil'in anası, oğlu İsmâil'i emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Nihâyet testideki su tükenince, hem Hâcer, hem de çocuğu susadı. Hâcer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kâbe'ye en yakın dağ olan Safâ tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı. Fakat hiç bir kimseyi göremedi. Bu defâ Safâ tepesinden indi. Vâdiye varınca, ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı, fakat hiç bir kimse göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer, son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendi kendine hitâb ederek; “Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defâ daha işitti. Bunun üzerine Hâcer, sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses sâhibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et” dedi. Ve böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek, Cibrîl aleyhisselâm göründü. (Bir rivâyette) Cebrâil aleyhisselâm; “Kimsin?” diye sordu. Hâcer; “İbrâhim'in çocuğu olan İsmâil'in anası Hâcer'im” dedi. “Sizi kime emânet etti?” deyince; “Allahü teâlâya” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi her şeye kâdir olana emânet etmiş” dedi.” İbn-i Abbâs rivâyetine devam ederek şöyle dedi: Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzem'i) meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce), taşıp zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu. Allahü teâlâ, İsmâil'in anasına rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi hâline bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hâcer, bu sudan içti. Çocuğa süt olup emzirdi. Cibrîl aleyhisselâm Hâcer'e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah'ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allahü teâlâ, o beytin ehlini zâyi etmez” dedi. Beytullah'ın mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Zamanla) seller, sağını solunu kazıp aşındırmıştı.
Hâcer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabîlesinden veya onların ehl-i beytinden bir cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolaştığını görünce; Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk; (durumu) anlayalım diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcût olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, İsmâil'in anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim, de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsâde eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve bu sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz” dedi. Onlar da râzı oldular. Kadınlarla, muhabbetle sohbet etmeye muhtâç olduğu bir sırada, Cürhümîlerin gelişi, Hâcer'in arzusuna muvafık oldu. Böylece, Cürhümîler Mekke civârına yerleştiler. Sonra kabîlelerinden başka insanlara haber gönderdiler. Onlar da gelip Mekke'de yerleşerek ev-bark sâhibi oldular.”

Rivâyet edilmiştir ki, bir gün İbrâhim aleyhisselâm deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Denizin dalgaları yükselince, balıklar ve denizde yaşayan diğer canlılar, dalgalar çekilince de karadaki canlılardan kuşlar ve yırtıcı hayvanlar bu leşten yiyorlardı. Böylece bu leşin her bir parçası bir canlının karnına gidiyordu. İbrâhim aleyhisselâm bu manzarayı görünce, Allahü teâlânın, canlıların parça parça yiyerek tükettiği bu hayvanın zerreler hâlinde dağılan cesedini, nasıl bir araya getirip dirilteceğini gözüyle görmek istedi. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın dirilttiğini ve öldürdüğünü yâni yaratanın da öldürenin de Allahü teâlâ olduğunu kesin, olarak biliyor ve inanıyordu. Nitekim daha önce Nemrûd'a; “Benim Rabbim diriltir ve öldürür.” demişti. Bu husûsta aslâ şüphesi yoktu. Bu hâdiseyi görerek; “Yâ Rabbî! Ölüyü nasıl diriltirsin bana göster?” demesi, İlm-el-yakîn bildiği şeyi ayn-el-yakîn derecesinde yâni bizzât görerek bilmek istemesi sebebiyledir. Bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; “Sen benim kudretimle ölüleri dirilteceğime îmân ettin, bu sana kifayet etmez mi?” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Ben muhakkak îmân ettim ki, sen ölüleri diriltmeye kâdirsin. Bunu kesin olarak biliyorum. Fakat, senin kudretinin tecellisini dünyâda iken gözümle de görmüş olayım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma dört kuş tutup, bu kuşları iyice görüp tanımasını emretti. Bu kuşların ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. İbrâhim aleyhisselâm bunları iyice tanıyıp, özelliklerini öğrendi. Sonra keserek tüylerini yoldu. Her birini inceden inceye parçalayıp, parçalarını da birbirine iyice karıştırdı. Başlarını yanında bıraktı. Karıştırdığı parçaları ise dörde ayırıp, dört ayrı dağın üzerine koydu. Bundan sonra her birini ismiyle yanına çağırdı. Parçalar havada birbirinden ayrılıp, aynı cinsten olanlar birleştiler. Böylece her hayvanın kendi parçası toplanıp, bir araya geldi. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın yanında başlarıyla birleşip dirildiler. Bu husûs, Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirildi; “Ey Habîbim! Hatırla ki, İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle demişti: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.” Allahü teâlâ; “Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı?” buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin (gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun istedim dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kuşlardan dört cins tut ve bu kuşları iyice tanıdıktan sonra kendi elinle parçala ve her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları; Allahü teâlânın izniyle yanıma gelin diye kendine çağır; onlar sür’atle sana geleceklerdir. Bil ki Allahü teâlâ azîzdir, irâde ettiği şeyi yapmaya kâdirdir. Her işinde hikmet sâhibidir.” (Bakara sûresi: 260)
Bu hâdisenin sebebi, Sa’îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şu şekilde olduğu da rivâyet edilmiştir: Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı kendisine, halîl yâni dost edinince, Azrâil aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile bunu müjdelemek için İbrâhim aleyhisselâma geldi. Bu müjdeyi verince, İbrâhim aleyhisselâm; “Bunun alâmeti nedir?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ senin duânı kabûl eder, duân ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm“Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!” diye duâ etti. Bu sebeple duâsı kabûl olunup, kuşların diriltilmesi hâdisesi vukû buldu.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget