Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Rivâyet edilmiştir ki, bir gün İbrâhim aleyhisselâm deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Denizin dalgaları yükselince, balıklar ve denizde yaşayan diğer canlılar, dalgalar çekilince de karadaki canlılardan kuşlar ve yırtıcı hayvanlar bu leşten yiyorlardı. Böylece bu leşin her bir parçası bir canlının karnına gidiyordu. İbrâhim aleyhisselâm bu manzarayı görünce, Allahü teâlânın, canlıların parça parça yiyerek tükettiği bu hayvanın zerreler hâlinde dağılan cesedini, nasıl bir araya getirip dirilteceğini gözüyle görmek istedi. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın dirilttiğini ve öldürdüğünü yâni yaratanın da öldürenin de Allahü teâlâ olduğunu kesin, olarak biliyor ve inanıyordu. Nitekim daha önce Nemrûd'a; “Benim Rabbim diriltir ve öldürür.” demişti. Bu husûsta aslâ şüphesi yoktu. Bu hâdiseyi görerek; “Yâ Rabbî! Ölüyü nasıl diriltirsin bana göster?” demesi, İlm-el-yakîn bildiği şeyi ayn-el-yakîn derecesinde yâni bizzât görerek bilmek istemesi sebebiyledir. Bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; “Sen benim kudretimle ölüleri dirilteceğime îmân ettin, bu sana kifayet etmez mi?” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Ben muhakkak îmân ettim ki, sen ölüleri diriltmeye kâdirsin. Bunu kesin olarak biliyorum. Fakat, senin kudretinin tecellisini dünyâda iken gözümle de görmüş olayım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma dört kuş tutup, bu kuşları iyice görüp tanımasını emretti. Bu kuşların ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. İbrâhim aleyhisselâm bunları iyice tanıyıp, özelliklerini öğrendi. Sonra keserek tüylerini yoldu. Her birini inceden inceye parçalayıp, parçalarını da birbirine iyice karıştırdı. Başlarını yanında bıraktı. Karıştırdığı parçaları ise dörde ayırıp, dört ayrı dağın üzerine koydu. Bundan sonra her birini ismiyle yanına çağırdı. Parçalar havada birbirinden ayrılıp, aynı cinsten olanlar birleştiler. Böylece her hayvanın kendi parçası toplanıp, bir araya geldi. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın yanında başlarıyla birleşip dirildiler. Bu husûs, Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirildi; “Ey Habîbim! Hatırla ki, İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle demişti: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.” Allahü teâlâ; “Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı?” buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin (gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun istedim dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kuşlardan dört cins tut ve bu kuşları iyice tanıdıktan sonra kendi elinle parçala ve her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları; Allahü teâlânın izniyle yanıma gelin diye kendine çağır; onlar sür’atle sana geleceklerdir. Bil ki Allahü teâlâ azîzdir, irâde ettiği şeyi yapmaya kâdirdir. Her işinde hikmet sâhibidir.” (Bakara sûresi: 260)
Bu hâdisenin sebebi, Sa’îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şu şekilde olduğu da rivâyet edilmiştir: Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı kendisine, halîl yâni dost edinince, Azrâil aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile bunu müjdelemek için İbrâhim aleyhisselâma geldi. Bu müjdeyi verince, İbrâhim aleyhisselâm; “Bunun alâmeti nedir?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ senin duânı kabûl eder, duân ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm“Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!” diye duâ etti. Bu sebeple duâsı kabûl olunup, kuşların diriltilmesi hâdisesi vukû buldu.

İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emri üzerine Bâbil'den Harrân'a hicret etti. (Harrân, Urfa'nın güneyinde bir yerdir.) Hicret etmeden önce Nemrûd'a ve Keldânî kavmine son tebliğini yaptı. Onları son olarak, bir kere daha îmâna çağırdıysa da kabûl etmediler. Daha sonra kendisine îmân eden hazret-i Lût ve zevcesi olan hazret-i Sâre ile birlikte hicret ettiler. Bir rivâyete göre îmân edenlerden az bir topluluk da onlarla beraberdi. Hazret-i Lût, İbrâhim aleyhisselâmın kardeşi Hârân'ın oğlu, Hazret-i Sâre de amcasının kızı idi.
İbrâhim aleyhisselâm Irak sınırları içinde bulunan Bâbil şehrinin Kûsâ köyünden hicret etti. Nemrûd'un onunla mücâdelesi Kûsâ'da vukû bulmuştu. Kûsâ'dan Harrân'a gelip, bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, oradan da Filistin'e geçti. Buradan da Mısır'a gitti. Mısır'da bir müddet kalıp, tekrar Şam'a (Filistin'e) döndü. Lût aleyhisselâm ise Mü’tefike'ye (Sedûm'a) yâni Lût kavminin yaşadığı ve isyânları sebebiyle alt-üst edilip helâk edildikleri yere gitti. (Altı üstüne çevrildiği için bu bölgeye Mü’tefike denilmiştir. Bugün Lût gölünün bulunduğu bölgedir.) Lût aleyhisselâma da orada peygamberlik verilmiştir, (Bkz. Lût aleyhisselâm)
İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra hicret etmek üzere hazırlanıp, kavmine; “Bu küfür diyârından ayrılıp, Allahü teâlânın emir buyurduğu bir yere gitmek üzereyim. Rabbim elbette beni doğru bir yola iletir. Orada ibâdet ve tâatlarımı emniyet içinde yaparım” dedi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: (Ateşten kurtulduktan sonra) İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle dedi: Ben Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbim beni doğru yola ulaştırır.” (Saffât sûresi: 99)
Hicret ederken de: “Ey Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve (taatla) sana yöneldik ve âhırette de dönüşümüz ancak sanadır.” diye duâ ettikleri, Mümtehine sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde bildirildi. Yâni duâlarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Her işimizde sana güvenerek bizi muvaffakiyete kavuşturman niyâzında bulunduk. Senin râzı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca da (öldükten sonra dirilince) senin tâyin buyuracağın yere gideceğiz. Âkıbetimizi hayr eyle yâ Rabbî!”
İbrâhim aleyhisselâm Harrân'da, bir müddet de Filistin'de kaldı. Daha sonra ise zevcesi hazret-i Sâre ile birlikte Mısır'a gitti. Rivâyete göre bu zamanda otuzsekiz yaşında idi. O zaman Mısır'da fir’avn ünvânı verilen hükümdârlar hüküm sürüyordu. İbrâhim aleyhisselâmın Mısır'a gittiği sırada ise, bu fir’avnlardan çok zâlim ve cebbâr, Sinân bin Ulvân adlı, Dahhâk'ın kardeşi olan pek kibirli, büyüklük taslayan bir hükümdâr bulunuyordu. Ayrıca isminin Sâruk olduğu da söylenmiştir. İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a girince, hükümdârın adamları, bir kimsenin yanında çok güzel bir kadınla şehre geldiğini haber verdiler. Gerçekten hazret-i Sâre çok güzel olup, bir benzeri ve eşi bulunmaz derecede hüsn-ü cemâl sâhibi idi. Gelişleri Mısır hükümdârına haber verilince, bu zâlim ve zorba melik, hazret-i Sâre'yi almak istedi. İbrâhim aleyhisselâma; “Yanındaki bu kadın kimdir?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm onun musallat olmasını engellemek için din bakımından kardeşi olduğuna niyet ederek; “Kız kardeşimdir” dedi. Sonra, hazret-i Sâre'nin yanına gelip; “Sakın beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için kız kardeşimdir dedim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yerde benden ve senden başka Allahü teâlâya inanan, îmân etmiş hiç bir mü’min yoktur. Yâni sen benim din bakımından kardeşimsin” dedi.
Pek zâlim olan bu hükümdâr, hazret-i Sâre'yi almak isteyip sarayına çağırttırdı. Fakat musallat olmak isteyince nefesi kesilip, elleri, ayakları tutmaz oldu. Yere yıkılarak debelenmeye başladı. Allahü teâlâ hazret-i Sâre'yi onun şerrinden korudu. Hükümdâr bu durum karşısında korkusundan Hazret-i Sâre'ye musallat olmaktan vazgeçip, hazret-i İbrâhim'in yanına gönderdi. Bu hâdise, Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle zikredilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İbrâhim (aleyhisselâmSâre ile hicret edip, bir şehre gelmişti. Orada meliklerden bir melik veya cebbârlardan bir cebbâr hükümdâr idi. Bu zâlime denildi ki; İbrâhim, çok güzel bir kadınla şehre geldi. Melik; “Yâ İbrâhim! Bu seninle birlikte olan kadın kimdir (neyindir)? diye haber gönderdi. İbrâhim (aleyhisselâm) (din cihetinden) kız kardeşimdir, diye cevap verdi. Sonra dönüp Sâre'nin yanına geldi ve; “Sakın sözümü tekzip etme, yalanlama! Ben onlara senin için kız kardeşimdir, dedim. Vallahi yeryüzünde (burada) benden ve senden başka îmân eden hiç bir kişi yoktur.” dedi. (Melik'in zorbalıkla istemesi üzerine mecbûren) Sâre'yi melike gönderdi. (Hazret-i Sâre saraya varınca) melik Sâre'ye kıyam etti (musallat olmak istedi). Sâre de hemen abdest alıp namaza durdu. (Namazdan sonra); Yâ Rabbî Ben sana îmân ettimse (sana îmân ettim) ve senin peygamberine îmân ettimse, (ettim) ben kadınlığımı zevcimden (kocamdan) başkasına karşı ebedî muhâfaza eyledimse, (eyledim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme! diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi kesildi, yere düştü. Horlamaya, hattâ ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı.” Ebû Hüreyre rivâyetine şöyle devam etmiştir;
“Sâre; Allah'ım! Eğer bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik) kurtarıldı. (Nefesi açılıp rahatladı.) Sonra melik, Sâre'ye (ikinci defâ) musallat olmaya kalkıştı. Sâre de derhal abdest alıp namaza durdu. Sonra; Allah'ım! Ben sana ve senin peygamberine îmân ettimse; ben kadınlık şerefimi, zevcim müstesnâ olmak üzere, herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme! diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi tıkandı, horlamaya hattâ ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı. (Ebû Hüreyre rivâyetine devam ederek dedi ki;) “Sâre; “Yâ Rabbî! Bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik tutulduğu sara gibi hâlden) ikinci yâhut üçüncüde de kurtarıldı. Bundan sonra melik, saraydaki yakınlarına; Siz bana (insan değil) muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını, İbrâhim'e (aleyhisselâmgeri gönderiniz. Hâcer'i de ona veriniz dedi, Sâre İbrâhim'e (aleyhisselâmdönüp geldi. Ve ona (hadiseyi anlatarak); Allah, kâfiri zillete düşürdü. Bir câriyeyi de (bize) hizmetçi verdi dedi.” Sahîh-i Müslimde, Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyuruldu: “...İbrâhim, Sâre yanında olduğu hâlde cebbâr (zalim) bir hükümdârın memleketine geldi. Sâre, insanların en güzeli idi. İbrâhim, Sâre'ye; Şu cebbâr hükümdâr senin, benim zevcem (hanımım) olduğunu bilirse, senin için bana galebe çalar (seni benden alır!) Eğer sana sorarsa benim kız kardeşim olduğunu söyle. Muhakkak ki, sen benim İslâm'da kız kardeşimsin (din kardeşimsin). Çünkü ben yeryüzünde (burada, bizim îmân ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka îmân eden hiçbir Müslüman kişi bilmiyorum dedi. O zâlim melikin memleketine girdiklerinde, onun adamlarından biri Sâre'yi gördü. Zâlim hükümdâra gelip; Senin memleketine öyle bir kadın geldi ki, senden başka hiç bir kimseye lâyık değildir dedi. Zâlim hükümdâr hemen Sâre'yi getirtmek için adam gönderdi. Ve onu getirtti. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâmkalkıp namaza durdu. Sâre, yanına girince, zâlim hükümdâr kendine hâkim olamayıp, ona elini uzattı. Eli şiddetli bir tutuluşla tutuldu. Bunun üzerine Sâre'ye; “Elimin serbest bırakılması için Allah'a duâ et. Ben de sana hiç bir zarar yapmayacağım” dedi. Sâre duâ etti, eli salındı (eli açıldı). Tekrar el uzattı ve eli birincisinden daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Yine, duâ et bir şey yapmayacağım dedi. Sâre duâ etti. Fakat gene el uzattı. Bu sefer birinci ve ikincisinden daha da şiddetli bir şekilde eli tutuldu. Zâlim hükümdâr, Sâre'ye; “Elimin salınıvermesi için Allah'a duâ et. Allah şâhid olsun ki sana zarar vermeyeceğim” diye yemîn etti. Sâre tekrar duâ etti, eli salınıverdi. Sâre'yi getiren adamı çağırıp; “Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bu kadını benim arâzimden dışarı çıkar ve kendisine Hâcer'i ver” dedi. Sâre, zâlimin şerrinden kurtulunca, yürüyerek, İbrâhim'in (aleyhisselâmyanına geldi. İbrâhim (aleyhisselâmSâre'yi görünce; “Hâlin nicedir?” diye sordu. Sâre; “Hayırdır. Allah, fâcirin (zalim hükümdârın) elini men etti. Bana da bir hizmetçi ihsân etti.” dedi.”
Bu husûsta “Sahîh-i Buhârî”de bildirilen hadîs-i şerîf, Buhârî şerhi “Feth-ul-Bârî”de açıklanırken; Müslim'deki hadîs-i şerîften de bahsedilerek şu îzâhlar yapılmıştır: İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a girdiğinde, oraya hâkim olan zâlim hükümdâra, zevcesi hazret-i Sâre için kız kardeşim demesinin ve Hazret-i Sâre'ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih etmesinin sebebi şu idi: O zâlim hükümdâr evli kadınlara musallat oluyor ve sâhip olmak istediği kadının kocasını da öldürüyordu. Yine onun inancına göre, kızları almak hakkı, önce kızların oğlan kardeşlerine aitti. İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle onun zararından kurtulmak istedi. Ayrıca; “Kız kardeşimdir” derken görünüşteki mânâyı değil, din kardeşliği sebebiyle olan mânâyı kastetmiştir. İbrâhim aleyhisselâmın, zevcesi Hazret-i Sâre'ye: “Yeryüzünde senden ve benden başka mü’min yoktur” demesinden maksadı da şu anda bulunduğumuz bu yerde, yâni Mısır'da yoktur, şeklinde idi. Çünkü o sırada onlardan ayrılarak Mü’tefike'ye (Sedûm'a) giden Hazret-i Lût'un da îmân edenlerden olduğu Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir.
Zâlim hükümdâr, hazret-i Sâre'ye musallat olmak istediğinde; ellerinin tutulup, nefesi kesilerek sara hastalığına tutulmuş bir kimsenin hâline benzer bir duruma düştüğü, hattâ sarayının sallandığı zaman hazret-i Sâre'den, kurtulması için duâ etmesini istemişti. O da duâ etmişti. Hazret-i Sâre'nin, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için duâ etmesinin sebebi; bu hükümdârı, bu kadın öldürdü diye üzerine suç atılmasından korktuğu içindir. Zâlim hükümdârın güç, kuvvetten düşüp âciz kalınca; “Bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz” demesi; hazret-i, Sâre'ye ilişmek istediği sırada saralı bir hasta durumuna düşmesi ve onu cin zannetmesi yüzündendir. Çünkü onlar buna benzer fevkalâde hâdiselerin cin ve şeytandan olduğunu zannederlerdi. Hazret-i Sâre'ye bir câriye, hizmetçi hediye etmesinin yâni Hâcer'i (radıyallahü anhâ) vermesinin sebebi; onu cin zannedip, zararından ancak böyle kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hazret-i Sâre'nin; “Yâ Rabbî! Sana ve senin peygamberine îmân ettimse... Şu kâfirin bana musallat olmasına müsâde etme” diye duâ etmesi; Allahü teâlânın inâyetine tam itimadını ifâde içindir. Yâni; “Yâ Rabbî! Ben sana îmân ettim, sana sığındım, beni koru” mânâsında söylemiştir.
Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm, Hazret-i Sâre ve ona hediye edilen hazret-i Hâcer ile birlikte Mısır'dan ayrılıp Filistin'e gittiler. Hazret-i Hâcer asîl bir âileden idi. Onlara katılmakla lâyık olduğu yere kavuşmuştu.
İbrâhim aleyhisselâm Mısır'dan Filistin'e dönüp, Filistin topraklarında o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu’ denilen yere yerleşti. Hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile birlikte bir müddet burada ikâmet etti. Sebu’ denilen bu yerde hiç su yoktu. İbrâhim aleyhisselâm burada bir kuyu kazdı. Buradan gâyet hoş ve tatlı bir su çıkıp, çeşme gibi akmaya başladı. Zamânla bu sudan insanlar ve hayvanlar faydalandı. Rivâyet edilir ki, buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm, yiyecek getirmek niyetiyle eline bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahraya düşüp bir müddet yol aldı. Şehir uzak olduğu gibi, şehre varsa bile, buğday alacak parası da yoktu. Bu hâlde iken çâresiz geri dönüp, hazret-i Sâre'nin ve hazret-i Hâcer'in yanına geldi. Onlara teselli olsunlar diye elindeki boş çuvala da bir miktar kum ve çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrâhim aleyhisselâm uykuda iken hazret-i Sâre, Hâcer'e (radıyallahü anhâ) “Çuvalı aç bakalım, içinde ne var?” dedi. Çuvalı açınca buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu. Hemen buğdayın bir kısmını un hâline getirip hamur yaptılar ve ekmek pişirdiler. İbrâhim aleyhisselâmı da uyandırıp; “Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye!” dediler. İbrâhim aleyhisselâm sıcak ekmeği görünce; “Unu nereden buldunuz?” dedi. “Senin getirdiğin buğdaydan yaptık!” cevâbını verdiler, İbrâhim aleyhisselâm, bunun, Allahü teâlânın kudreti ve ihsânı ile olduğunu anladı ve O'na şükretti. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın, bu buğdayın bir kısmını ekip biçerek rençberlik yaptığı rivâyet edilmiştir. Hazret-i İbrâhim, zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları; ovaları, vâdileri doldurdu. Çok zengin oldu. Bu sebeple duâlarda; “Allahü teâlâ Halîl İbrâhim bereketi versin” denilmektedir.
İbrâhim aleyhisselâmın yerleştiği Sebu’, zamanla meskun bir yer hâline geldi. Çevreden insanlar gruplar hâline gelerek oraya yerleştiler ve nüfusları çok arttı. İbrâhim aleyhisselâmın açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu. Buraya sonradan gelenler yüzsüzlükte bulunarak İbrâhim aleyhisselâma, kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mâni olmaya başladılar. İbrâhim aleyhisselâm onlardan çok incindi. Sebu’dan ayrılıp oraya yakınlığı ile bilinen “Kıst” adlı yere göçtü. Onun Sebu’dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce hep birlikte, İbrâhim aleyhisselâmın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu’ya dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya gitmedi. Gelen cemâat, İbrâhim aleyhisselâmın geri dönmeyeceğini anlayınca; “Mâdem gelmeye râzı değilsiniz, bize duâ edin de suyumuz eksilmesin” diye ricâda bulundular, İbrâhim aleyhisselâm da onlara nasîhat edip, dîninden bâzı husûslar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre hareket etmelerini sıkı sıkıya tenbih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi aktı. Fakat zamanla tenbih ettiği husûslara uymadıkları ve doğru yolu bıraktıkları için su çekilip, kuyu tamâmen kurudu… Başka, bir rivâyete göre, İbrâhim aleyhisselâm Kıst'ta da bir kuyu kazdı. Malı ve davarları bütün o bölgeyi kapladı. Bu ülkede onun malından istifâde etmeyen ve servetinden yemeyen kimse kalmadı.
Malı, serveti yemekle bitmezdi. Hattâ İbrâhim aleyhisselâm dört-beş saatlik mesâfedeki uzak yerlere gidip misâfir arar ve adamlar gönderip, insanları yemeğe dâvet ettirirdi. İbrâhim aleyhisselâma bu vasfından dolayı Ebüd-dayfân (misafirlerin babası) denmiştir. Lût aleyhisselâmın bulunduğu ve peygamber olarak gönderildiği yer de oraya yakın idi.
İbrâhim aleyhisselâm, bir defâsında, büyük bir ziyâfet vermişti. Ziyâfette ikiyüz mecûsî vardı. Ziyâfetten sonra mecûsîler, hazret-i İbrâhim'e teşekkür edip, bir miktar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. İkrâmlarına karşı onlar da onun bir işini görmek istediler. Bu arzularını söylediklerinde, kendilerine bir iş gösterir, çalıştırır zannettiler. “Bize ne emredersen yapalım” dediler. “Sizden bir dileğim var” buyurdu, “O nedir?” dediklerinde; “Benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum” dedi. Onlar böyle şeyi beklemiyorlardı. Çünkü daha evvel kendilerini îmâna dâvet etmiş, onlar ise kabûl etmemişlerdi. Aralarında konuştular ve; “Bu zâtın ihsânları, ziyâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilâhlarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyâfetlerinden mahrûm kalmamış oluruz. İtirâz edersek, bundan sonra bize ziyâfet vermeyi kesebilir” dediler. Kabûl edip secdeye kapandılar. Bunlar secdede iken, İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları hidâyete, saâdete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara müslümanlık nasîb eyle!” dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi müslüman oldu.

Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan îtibâren insanlara îmân etmelerini bildirdi. Saâdet yolunu gösterdi. Dünyâdaki hayatlarının her safhasında nasıl yaşayacaklarını, nelere uyup nelerden sakınacaklarını ve ebedî saâdete nasıl kavuşacaklarını, emîn ve sâdık resûllerle, peygamberleri vâsıtası ile bildirdi. Servetine ve saltanatına bakıp, şımarıp kibre ve gurura kapılan ve böylece ilâhlık iddia edip, insanları kendine taptıran Nemrûd'a ve yıldızlara, putlara tapan azgın Keldânî kavmine de İbrâhim aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Fakat Nemrûd ve Keldânî kavmi, İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmediler. Şeytana ve nefislerine uydular. İbrâhim aleyhisselâma karşı direndiler, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. İbrâhim aleyhisselâmın kendilerine yaptığı açık uyarmalarla da sapıklıktan vazgeçmediler. Onu öldürmeye kastedip, ateşte yakmaya kalkıştılar. Bir mûcize olarak yanmadığını gördükleri hâlde bile îmân etmediler. Nihâyet tıpkı îmân etmedikleri için helâk edilen Âd ve Semûd kavmi ve Nûh aleyhisselâm zamanında helâk edilen azgın insanlar gibi Nemrûd ve Keldânî kavmi de, isyânları sebebiyle helâk edildi.
Nemrûd ve Keldânîlerin, İbrâhim aleyhisselâma yapmak istedikleri zarar ve öldürme teşebbüsleri boşa çıktı, mağlûb ve perişân oldular. Bu husus, Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “İbrâhim'e bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık.” (Enbiyâ sûresi: 70)
İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd ve Keldânî kavmini son bir defâ daha îmâna dâvet ettikten sonra Bâbil'den hicret etti. Son dâvetle de îmâna gelmeyen Nemrûd ve putperest Keldânî kavmi, üzerlerine sürüler hâlinde gökyüzünü tamâmen kaplayan sivrisinekler gönderilerek helâk edildiler. Sivrisinekler onların kanlarını emip, kupkuru bir hâlde bıraktılar.
Nemrûd'a sivrisineklerden bir tanesi musallat olup, peşini bırakmadı. Ne tarafa kaçsa ve nereye saklansa sinek hemen karşısına çıkıyor, üzerine, yüzüne ve başına konuyordu. Nemrûd bu sineği öldürmek istediği hâlde âciz kalmıştı. Saltanatına ve servetine bakarak kibirlenen ve ilâhlık iddia eden bu azgın hükümdâr, küçücük bir sinek karşısında âciz ve çâresiz kalmıştı! Nemrûd kendisine musallat olan bu sinekten kurtulmak için çâre ararken, sivrisinek, burnuna girip beynine kadar ilerledi. Sinek beynini kurcaladıkça Nemrûd deliriyor ve başına bir tokmakla vurdurarak sineğin hareket etmesine mâni olmaya çalışıyordu. Bu hâl uzun müddet devam etti. Artık Nemrûd için en makbûl kimse, tokmakla başına vuran idi. Çünkü o, bir an da olsa beynindeki sineğin vereceği acıdan kurtulma yolları arıyordu. Nihâyet sivrisinek onun çâresizlik ve ızdıraplar içinde ölmesine sebep oldu. Bir rivâyete göre, Nemrûd'un başına tokmakla yavaş yavaş vuran hizmetçi, artık bu işten usanıp, tepesine şiddetli bir darbe indirerek başını parçalamıştır. Defalarca dâvet edilmesine rağmen îmân etmeyen, başkalarının da îmân etmesine mâni olan Nemrûd'un hayatı, saltanatı, serveti, mülkü, hâsılı nesi varsa hepsi bu şekilde hebâ olup gitti. Böylece hem kendisi hem de ona tâbi olanlar için dünyâ hayatı sona ererken, ebedî felâkete ve Cehennem azâbına düçâr oldular.
Allahü teâlânın, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur! Fakat bu zâlimlerden hiç biri îmânı yok edememiştir. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lânet ile anılmış veya unutulmuştur. Allahü teâlâ, bir peygamber veya bir âlim göndererek, îmân ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır. Beyt:
Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzûr,
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur.
Nemrûd'un azmasına ve ilâhlık iddia etmesine, sonunda da helâk olmasına sebep cebbârlık yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan, hakkı kabûl etmekte inâd eden, haddi aşan, zorba ve isyânkar insana cebbâr denir.
Şu işleri yapan kişi cebbâr kimselere benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi faydasına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüşünü ve hareketlerini beğenmek. Meselâ, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakîr ve aşağı gördüğü için insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek.
İnsanların âzâlarında ve zâhirînde görülen bütün bu tecebbür ve tekebbür hareketleri kalbin inanmaması ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hâllerin insanda ve âzâlarında görünmesi tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür eden ilk kral Nemrûd'dur.
Ebû Nuaym'ın, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ceberût (kahır), kalbdedir.”
Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir.”
Tirmizî'nin bildirdiği bir hadîs-i şerîf de Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kişi kibirlene kibirlene cebbârlardan yazılır. Cebbârların başına gelen azâb onların başına da gelir.”
Hâkim, Beyhekî ve Tirmizî şöyle rivâyet ettiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kibirlenen kul ne kötü kuldur. Cebbâr olan Allahü teâlâyı unutup, tecebbür ve zulmeden ne kötü kuldur. Kabri ve orada çürüyeceğini unutup, gaflette bulunan, oyun ve eğlenceye dalan kul ne kötü kuldur. Başlangıcını ve sonunu unutup, haddi aşan kul ne kötüdür. Dünyâsını dînine tercih eden kul ne kötüdür. Şüphelileri yapmak sûretiyle dînine halel (bozukluk) getiren kul ne kötüdür. Tamâın peşinden giden kul ne kötüdür. Hevâsı kendini saptıran (doğru yoldan çıkaran) kul ne kötüdür. Vermekten korkan kul ne kötüdür.”
Hadîs-i şerîfte: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e girmez.” buyruldu. Kibrin aksine tevâdu denir. Tevâdu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevâdu, iyi huylardandır. Hadîs-i şerîfte; “Tevâdu edene müjdeler olsun” buyruldu. Tevâdu sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskin olmaz. Malını helâlden kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle, fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerîflerde; “Tevâdu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevâdu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyruldu.
Nemrûd ve Fir’avn gibi kibir ve tekebbür gösterenlerin tekebbürleri, âciz, zayıf, elinden bir şey gelmeyen, hattâ kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmayan kulun, kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblis de, böyle tekebbür etti. İblise, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca; “Toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın” diyerek, Allahü teâlânın emrine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil, tevâdu göstermektedir. Cennet’te toprak vardır ve misk gibi kokacaktır. Cennet’te ateş yoktur. Ateş, Cehennem’de azâb vâsıtasıdır. Ateş, harâb etmeye, toprak, binâ yapmaya yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamaktadır. Hazîneler, defineler toprakta bulunur. Kâbe topraktan yapılmıştır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, topraktan çiçekler, meyveler hâsıl olmaktadır. Kâinatın, varlıkların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri topraktır.
Götürmez aşk işin pâk olmayanlar,
Bitirmez şâh-ı gül hâk olmayanlar.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kibriyâ, (üstünlük) ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olan Cehennem’e atarım, hiç acımam.”
Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhipleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennem’in en derin ve azâbı en şiddetli olan bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs (ümitsiz) oldukları için, bolis denilmiştir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennem’dekilerin irinleri verilecektir” buyruldu.
Hadîs-i şerîfte; “Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” buyruldu.
Tekebbür etmek, kibirlenmek haramdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesâret edemez. Bunun için, peygamberler (aleyhimüsselâm), tevâdu sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucb gibi kötü huylar hiç olmamıştır. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibirli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce; bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden daha çok ibâdet etti, demelidir. Gençleri görünce, bunların günahı az, benim günahlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkir etmek lâzımdır, demelidir. Bir bid’at sâhibini veya kâfiri görünce, insanın hâli son nefeste belli olur. Acabâ benim hâlim ne olacak demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir.
Nemrûd'un kibirlenmesi; malı mevkîi ve saltanatı sebebi ile idi. Mal, evlâd, mevkî ve rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar; ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mal, şeref vesîlesi olsaydı, hırsızların, az zamanda bile olsa şerefli kimseler olmaları lâzım gelirdi.
Kibirden kurtulmak veya kibre düşmeyip, tevâdu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıdâ olacaktır. Îdam odasına sokulmuş olup, îdâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür yakışır mı? Tevâdu sâhibi olması, kibirlenmemesi lâzımdır. İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ; tekebbür edenleri sevmediğini, tevâdu edenleri sevdiğini haber vermektedir. Âciz, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı insana, bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan; aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi aleyh); “Bütün insanlar, beni, olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum” diyerek, üstün bir tevâdu göstermiştir. İnsan, kendini herkesten, hattâ iblisten, Nemrûd'dan, Fir’avn'dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü bunlar ve bunlara benzeyenler kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gadab etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise, merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah, yapmadı. Bununla beraber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günah işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum, diyerek tevâdu yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Allahü teâlâ, tevâdu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!”

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget