İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emri üzerine Bâbil'den Harrân'a hicret etti. (Harrân, Urfa'nın güneyinde bir yerdir.) Hicret etmeden önce Nemrûd'a ve Keldânî kavmine son tebliğini yaptı. Onları son olarak, bir kere daha îmâna çağırdıysa da kabûl etmediler. Daha sonra kendisine îmân eden hazret-i Lût ve zevcesi olan hazret-i Sâre ile birlikte hicret ettiler. Bir rivâyete göre îmân edenlerden az bir topluluk da onlarla beraberdi. Hazret-i Lût, İbrâhim aleyhisselâmın kardeşi Hârân'ın oğlu, Hazret-i Sâre de amcasının kızı idi.
İbrâhim aleyhisselâm Irak sınırları içinde bulunan Bâbil şehrinin Kûsâ köyünden hicret etti. Nemrûd'un onunla mücâdelesi Kûsâ'da vukû bulmuştu. Kûsâ'dan Harrân'a gelip, bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, oradan da Filistin'e geçti. Buradan da Mısır'a gitti. Mısır'da bir müddet kalıp, tekrar Şam'a (Filistin'e) döndü. Lût aleyhisselâm ise Mü’tefike'ye (Sedûm'a) yâni Lût kavminin yaşadığı ve isyânları sebebiyle alt-üst edilip helâk edildikleri yere gitti. (Altı üstüne çevrildiği için bu bölgeye Mü’tefike denilmiştir. Bugün Lût gölünün bulunduğu bölgedir.) Lût aleyhisselâma da orada peygamberlik verilmiştir, (Bkz. Lût aleyhisselâm)
İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra hicret etmek üzere hazırlanıp, kavmine; “Bu küfür diyârından ayrılıp, Allahü teâlânın emir buyurduğu bir yere gitmek üzereyim. Rabbim elbette beni doğru bir yola iletir. Orada ibâdet ve tâatlarımı emniyet içinde yaparım” dedi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: (Ateşten kurtulduktan sonra) İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle dedi: Ben Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbim beni doğru yola ulaştırır.” (Saffât sûresi: 99)
Hicret ederken de: “Ey Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve (taatla) sana yöneldik ve âhırette de dönüşümüz ancak sanadır.” diye duâ ettikleri, Mümtehine sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde bildirildi. Yâni duâlarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Her işimizde sana güvenerek bizi muvaffakiyete kavuşturman niyâzında bulunduk. Senin râzı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca da (öldükten sonra dirilince) senin tâyin buyuracağın yere gideceğiz. Âkıbetimizi hayr eyle yâ Rabbî!”
İbrâhim aleyhisselâm Harrân'da, bir müddet de Filistin'de kaldı. Daha sonra ise zevcesi hazret-i Sâre ile birlikte Mısır'a gitti. Rivâyete göre bu zamanda otuzsekiz yaşında idi. O zaman Mısır'da fir’avn ünvânı verilen hükümdârlar hüküm sürüyordu. İbrâhim aleyhisselâmın Mısır'a gittiği sırada ise, bu fir’avnlardan çok zâlim ve cebbâr, Sinân bin Ulvân adlı, Dahhâk'ın kardeşi olan pek kibirli, büyüklük taslayan bir hükümdâr bulunuyordu. Ayrıca isminin Sâruk olduğu da söylenmiştir. İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a girince, hükümdârın adamları, bir kimsenin yanında çok güzel bir kadınla şehre geldiğini haber verdiler. Gerçekten hazret-i Sâre çok güzel olup, bir benzeri ve eşi bulunmaz derecede hüsn-ü cemâl sâhibi idi. Gelişleri Mısır hükümdârına haber verilince, bu zâlim ve zorba melik, hazret-i Sâre'yi almak istedi. İbrâhim aleyhisselâma; “Yanındaki bu kadın kimdir?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm onun musallat olmasını engellemek için din bakımından kardeşi olduğuna niyet ederek; “Kız kardeşimdir” dedi. Sonra, hazret-i Sâre'nin yanına gelip; “Sakın beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için kız kardeşimdir dedim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yerde benden ve senden başka Allahü teâlâya inanan, îmân etmiş hiç bir mü’min yoktur. Yâni sen benim din bakımından kardeşimsin” dedi.
Pek zâlim olan bu hükümdâr, hazret-i Sâre'yi almak isteyip sarayına çağırttırdı. Fakat musallat olmak isteyince nefesi kesilip, elleri, ayakları tutmaz oldu. Yere yıkılarak debelenmeye başladı. Allahü teâlâ hazret-i Sâre'yi onun şerrinden korudu. Hükümdâr bu durum karşısında korkusundan Hazret-i Sâre'ye musallat olmaktan vazgeçip, hazret-i İbrâhim'in yanına gönderdi. Bu hâdise, Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle zikredilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İbrâhim (aleyhisselâm) Sâre ile hicret edip, bir şehre gelmişti. Orada meliklerden bir melik veya cebbârlardan bir cebbâr hükümdâr idi. Bu zâlime denildi ki; İbrâhim, çok güzel bir kadınla şehre geldi. Melik; “Yâ İbrâhim! Bu seninle birlikte olan kadın kimdir (neyindir)? diye haber gönderdi. İbrâhim (aleyhisselâm) (din cihetinden) kız kardeşimdir, diye cevap verdi. Sonra dönüp Sâre'nin yanına geldi ve; “Sakın sözümü tekzip etme, yalanlama! Ben onlara senin için kız kardeşimdir, dedim. Vallahi yeryüzünde (burada) benden ve senden başka îmân eden hiç bir kişi yoktur.” dedi. (Melik'in zorbalıkla istemesi üzerine mecbûren) Sâre'yi melike gönderdi. (Hazret-i Sâre saraya varınca) melik Sâre'ye kıyam etti (musallat olmak istedi). Sâre de hemen abdest alıp namaza durdu. (Namazdan sonra); Yâ Rabbî Ben sana îmân ettimse (sana îmân ettim) ve senin peygamberine îmân ettimse, (ettim) ben kadınlığımı zevcimden (kocamdan) başkasına karşı ebedî muhâfaza eyledimse, (eyledim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme! diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi kesildi, yere düştü. Horlamaya, hattâ ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı.” Ebû Hüreyre rivâyetine şöyle devam etmiştir;
“Sâre; Allah'ım! Eğer bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik) kurtarıldı. (Nefesi açılıp rahatladı.) Sonra melik, Sâre'ye (ikinci defâ) musallat olmaya kalkıştı. Sâre de derhal abdest alıp namaza durdu. Sonra; Allah'ım! Ben sana ve senin peygamberine îmân ettimse; ben kadınlık şerefimi, zevcim müstesnâ olmak üzere, herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme! diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi tıkandı, horlamaya hattâ ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı. (Ebû Hüreyre rivâyetine devam ederek dedi ki;) “Sâre; “Yâ Rabbî! Bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik tutulduğu sara gibi hâlden) ikinci yâhut üçüncüde de kurtarıldı. Bundan sonra melik, saraydaki yakınlarına; Siz bana (insan değil) muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını, İbrâhim'e (aleyhisselâm) geri gönderiniz. Hâcer'i de ona veriniz dedi, Sâre İbrâhim'e (aleyhisselâm) dönüp geldi. Ve ona (hadiseyi anlatarak); Allah, kâfiri zillete düşürdü. Bir câriyeyi de (bize) hizmetçi verdi dedi.” Sahîh-i Müslimde, Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyuruldu: “...İbrâhim, Sâre yanında olduğu hâlde cebbâr (zalim) bir hükümdârın memleketine geldi. Sâre, insanların en güzeli idi. İbrâhim, Sâre'ye; Şu cebbâr hükümdâr senin, benim zevcem (hanımım) olduğunu bilirse, senin için bana galebe çalar (seni benden alır!) Eğer sana sorarsa benim kız kardeşim olduğunu söyle. Muhakkak ki, sen benim İslâm'da kız kardeşimsin (din kardeşimsin). Çünkü ben yeryüzünde (burada, bizim îmân ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka îmân eden hiçbir Müslüman kişi bilmiyorum dedi. O zâlim melikin memleketine girdiklerinde, onun adamlarından biri Sâre'yi gördü. Zâlim hükümdâra gelip; Senin memleketine öyle bir kadın geldi ki, senden başka hiç bir kimseye lâyık değildir dedi. Zâlim hükümdâr hemen Sâre'yi getirtmek için adam gönderdi. Ve onu getirtti. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm) kalkıp namaza durdu. Sâre, yanına girince, zâlim hükümdâr kendine hâkim olamayıp, ona elini uzattı. Eli şiddetli bir tutuluşla tutuldu. Bunun üzerine Sâre'ye; “Elimin serbest bırakılması için Allah'a duâ et. Ben de sana hiç bir zarar yapmayacağım” dedi. Sâre duâ etti, eli salındı (eli açıldı). Tekrar el uzattı ve eli birincisinden daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Yine, duâ et bir şey yapmayacağım dedi. Sâre duâ etti. Fakat gene el uzattı. Bu sefer birinci ve ikincisinden daha da şiddetli bir şekilde eli tutuldu. Zâlim hükümdâr, Sâre'ye; “Elimin salınıvermesi için Allah'a duâ et. Allah şâhid olsun ki sana zarar vermeyeceğim” diye yemîn etti. Sâre tekrar duâ etti, eli salınıverdi. Sâre'yi getiren adamı çağırıp; “Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bu kadını benim arâzimden dışarı çıkar ve kendisine Hâcer'i ver” dedi. Sâre, zâlimin şerrinden kurtulunca, yürüyerek, İbrâhim'in (aleyhisselâm) yanına geldi. İbrâhim (aleyhisselâm) Sâre'yi görünce; “Hâlin nicedir?” diye sordu. Sâre; “Hayırdır. Allah, fâcirin (zalim hükümdârın) elini men etti. Bana da bir hizmetçi ihsân etti.” dedi.”
Bu husûsta “Sahîh-i Buhârî”de bildirilen hadîs-i şerîf, Buhârî şerhi “Feth-ul-Bârî”de açıklanırken; Müslim'deki hadîs-i şerîften de bahsedilerek şu îzâhlar yapılmıştır: İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a girdiğinde, oraya hâkim olan zâlim hükümdâra, zevcesi hazret-i Sâre için kız kardeşim demesinin ve Hazret-i Sâre'ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih etmesinin sebebi şu idi: O zâlim hükümdâr evli kadınlara musallat oluyor ve sâhip olmak istediği kadının kocasını da öldürüyordu. Yine onun inancına göre, kızları almak hakkı, önce kızların oğlan kardeşlerine aitti. İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle onun zararından kurtulmak istedi. Ayrıca; “Kız kardeşimdir” derken görünüşteki mânâyı değil, din kardeşliği sebebiyle olan mânâyı kastetmiştir. İbrâhim aleyhisselâmın, zevcesi Hazret-i Sâre'ye: “Yeryüzünde senden ve benden başka mü’min yoktur” demesinden maksadı da şu anda bulunduğumuz bu yerde, yâni Mısır'da yoktur, şeklinde idi. Çünkü o sırada onlardan ayrılarak Mü’tefike'ye (Sedûm'a) giden Hazret-i Lût'un da îmân edenlerden olduğu Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir.
Zâlim hükümdâr, hazret-i Sâre'ye musallat olmak istediğinde; ellerinin tutulup, nefesi kesilerek sara hastalığına tutulmuş bir kimsenin hâline benzer bir duruma düştüğü, hattâ sarayının sallandığı zaman hazret-i Sâre'den, kurtulması için duâ etmesini istemişti. O da duâ etmişti. Hazret-i Sâre'nin, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için duâ etmesinin sebebi; bu hükümdârı, bu kadın öldürdü diye üzerine suç atılmasından korktuğu içindir. Zâlim hükümdârın güç, kuvvetten düşüp âciz kalınca; “Bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz” demesi; hazret-i, Sâre'ye ilişmek istediği sırada saralı bir hasta durumuna düşmesi ve onu cin zannetmesi yüzündendir. Çünkü onlar buna benzer fevkalâde hâdiselerin cin ve şeytandan olduğunu zannederlerdi. Hazret-i Sâre'ye bir câriye, hizmetçi hediye etmesinin yâni Hâcer'i (radıyallahü anhâ) vermesinin sebebi; onu cin zannedip, zararından ancak böyle kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hazret-i Sâre'nin; “Yâ Rabbî! Sana ve senin peygamberine îmân ettimse... Şu kâfirin bana musallat olmasına müsâde etme” diye duâ etmesi; Allahü teâlânın inâyetine tam itimadını ifâde içindir. Yâni; “Yâ Rabbî! Ben sana îmân ettim, sana sığındım, beni koru” mânâsında söylemiştir.
Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm, Hazret-i Sâre ve ona hediye edilen hazret-i Hâcer ile birlikte Mısır'dan ayrılıp Filistin'e gittiler. Hazret-i Hâcer asîl bir âileden idi. Onlara katılmakla lâyık olduğu yere kavuşmuştu.
İbrâhim aleyhisselâm Mısır'dan Filistin'e dönüp, Filistin topraklarında o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu’ denilen yere yerleşti. Hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile birlikte bir müddet burada ikâmet etti. Sebu’ denilen bu yerde hiç su yoktu. İbrâhim aleyhisselâm burada bir kuyu kazdı. Buradan gâyet hoş ve tatlı bir su çıkıp, çeşme gibi akmaya başladı. Zamânla bu sudan insanlar ve hayvanlar faydalandı. Rivâyet edilir ki, buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm, yiyecek getirmek niyetiyle eline bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahraya düşüp bir müddet yol aldı. Şehir uzak olduğu gibi, şehre varsa bile, buğday alacak parası da yoktu. Bu hâlde iken çâresiz geri dönüp, hazret-i Sâre'nin ve hazret-i Hâcer'in yanına geldi. Onlara teselli olsunlar diye elindeki boş çuvala da bir miktar kum ve çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrâhim aleyhisselâm uykuda iken hazret-i Sâre, Hâcer'e (radıyallahü anhâ) “Çuvalı aç bakalım, içinde ne var?” dedi. Çuvalı açınca buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu. Hemen buğdayın bir kısmını un hâline getirip hamur yaptılar ve ekmek pişirdiler. İbrâhim aleyhisselâmı da uyandırıp; “Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye!” dediler. İbrâhim aleyhisselâm sıcak ekmeği görünce; “Unu nereden buldunuz?” dedi. “Senin getirdiğin buğdaydan yaptık!” cevâbını verdiler, İbrâhim aleyhisselâm, bunun, Allahü teâlânın kudreti ve ihsânı ile olduğunu anladı ve O'na şükretti. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın, bu buğdayın bir kısmını ekip biçerek rençberlik yaptığı rivâyet edilmiştir. Hazret-i İbrâhim, zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları; ovaları, vâdileri doldurdu. Çok zengin oldu. Bu sebeple duâlarda; “Allahü teâlâ Halîl İbrâhim bereketi versin” denilmektedir.
İbrâhim aleyhisselâmın yerleştiği Sebu’, zamanla meskun bir yer hâline geldi. Çevreden insanlar gruplar hâline gelerek oraya yerleştiler ve nüfusları çok arttı. İbrâhim aleyhisselâmın açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu. Buraya sonradan gelenler yüzsüzlükte bulunarak İbrâhim aleyhisselâma, kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mâni olmaya başladılar. İbrâhim aleyhisselâm onlardan çok incindi. Sebu’dan ayrılıp oraya yakınlığı ile bilinen “Kıst” adlı yere göçtü. Onun Sebu’dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce hep birlikte, İbrâhim aleyhisselâmın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu’ya dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya gitmedi. Gelen cemâat, İbrâhim aleyhisselâmın geri dönmeyeceğini anlayınca; “Mâdem gelmeye râzı değilsiniz, bize duâ edin de suyumuz eksilmesin” diye ricâda bulundular, İbrâhim aleyhisselâm da onlara nasîhat edip, dîninden bâzı husûslar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre hareket etmelerini sıkı sıkıya tenbih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi aktı. Fakat zamanla tenbih ettiği husûslara uymadıkları ve doğru yolu bıraktıkları için su çekilip, kuyu tamâmen kurudu… Başka, bir rivâyete göre, İbrâhim aleyhisselâm Kıst'ta da bir kuyu kazdı. Malı ve davarları bütün o bölgeyi kapladı. Bu ülkede onun malından istifâde etmeyen ve servetinden yemeyen kimse kalmadı.
Malı, serveti yemekle bitmezdi. Hattâ İbrâhim aleyhisselâm dört-beş saatlik mesâfedeki uzak yerlere gidip misâfir arar ve adamlar gönderip, insanları yemeğe dâvet ettirirdi. İbrâhim aleyhisselâma bu vasfından dolayı Ebüd-dayfân (misafirlerin babası) denmiştir. Lût aleyhisselâmın bulunduğu ve peygamber olarak gönderildiği yer de oraya yakın idi.
İbrâhim aleyhisselâm, bir defâsında, büyük bir ziyâfet vermişti. Ziyâfette ikiyüz mecûsî vardı. Ziyâfetten sonra mecûsîler, hazret-i İbrâhim'e teşekkür edip, bir miktar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. İkrâmlarına karşı onlar da onun bir işini görmek istediler. Bu arzularını söylediklerinde, kendilerine bir iş gösterir, çalıştırır zannettiler. “Bize ne emredersen yapalım” dediler. “Sizden bir dileğim var” buyurdu, “O nedir?” dediklerinde; “Benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum” dedi. Onlar böyle şeyi beklemiyorlardı. Çünkü daha evvel kendilerini îmâna dâvet etmiş, onlar ise kabûl etmemişlerdi. Aralarında konuştular ve; “Bu zâtın ihsânları, ziyâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilâhlarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyâfetlerinden mahrûm kalmamış oluruz. İtirâz edersek, bundan sonra bize ziyâfet vermeyi kesebilir” dediler. Kabûl edip secdeye kapandılar. Bunlar secdede iken, İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları hidâyete, saâdete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara müslümanlık nasîb eyle!” dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi müslüman oldu.