İbrâhim aleyhisselâm ülü’l-azm peygamberlerin ikincisidir. Ülü’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmek, bildirmek husûsunda gayret ve azm sâhibi, bu husûsta insanlardan gelen işkence ve sıkıntılara sebâtla, yılmadan katlanan demektir. İbrâhim aleyhisselâm, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstünüdür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir. Bu bakımdan Ebü'l-enbiya yâni peygamberler babası diye isimlendirilmiştir. Kur’an-ı kerîmde, şu sıfatlarla anılmıştır: Halîm (yumuşak huylu); Reşîd (doğru yolda giden, doğru yolu gösteren); Evvâh (çok duâ eden, merhametli, ince kalbli, îmânı kuvvetli); Münîb (Hakk'a bağlanan); Kânit (itaat eden, boyun eğen); Şâkir (şükür ve hamd edici); Sıddîk (sıdkı, doğruluğu tam); Sâlih (iyilik ve salâh sâhibi); İctibâ ve İstıfâ (seçilmiş).
İbrâhim aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapması, sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da medhedilmiştir.
Kur’an-ı kerîmde Bakara sûresi 124. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Bir vakit Rabbi İbrâhim'i bir takım kelimeler (emirler ve yasaklar) ile imtihân etti. İbrâhim onları tamâmen yerine getirdi. Allahü teâlâ; “Ben seni insanlara imâm (dinde önder, rehber) yapacağım.” buyurdu...” Hazret-i İbrâhim'in imâmlığı umûma olup ve ebedîdir. Zirâ sonra gelen peygamberler onun neslindendir. Ayrıca, ondan sonra gelen peygamberler, dinlerinin îmân edilecek temel esaslarında ve insana âit bütün kemâllerde, ona uymakla, bereketli ve emîn olan yolundan gitmekle emrolunmuşlardır. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlâya, sonra gelecek ümmetler içinde hayırla yâd edilmesi için duâ etti. Bu duâsı kabûl olundu. Allahü teâlâ onu bütün insanlara imâm kıldı. Kıyâmete kadar bütün dinlerdeki insanlar, dağınık tâifeler din ve mezhepte bâzıları, hesap ve nesepte ise hepsi, İbrâhim aleyhisselâma mensup olduklarını söylediler. Bütün dünyâ milletleri İbrâhim aleyhisselâma karşı muhabbet ve tâzime riâyet ettiler. Kıyâmete kadar insanlar arasında, kalblerin mahbubu, azîzi ve mergûbudur. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti her namazda salavât okurken; “Yâ Rabbî! İbrâhime ve İbrâhim'in âline salât (rahmet) ettiğin gibi Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve âline de salât et” demektedir. Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Gerçekten İbrâhim, hak dîne yönelen, Allah'a itâat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir imâm idi (rehberdi).” (Nahl sûresi: 120) İmâm (rehber) buyrulması çok ümmetlerde toplu olarak bulunmayan üstünlükleri, fazîletleri, kemâl dereceleri kendinde topladığı içindir. Veya zamanında bütün insanlar küfr üzere olup, ondan başka îmân eden olmadığı içindir. “Fevâyîh-i Mıskiyye” de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü bütün insanlar kabirlerinden kalkınca, melekler, İbrâhim aleyhisselâm elbisesiz olarak ateşe atıldığı için, Cennet’ten getirdikleri hullelerden ilk önce ona giydirirler.” buyruldu.
Kur’an-ı kerîmde İbrâhim aleyhisselâmın vasıflarını bildiren bâzı âyet-i kerîmeler meâlen şöyledir:
“Hakîkaten İbrâhim bir ümmetti. Allah'a itâatkardı. (Bâtıl dinlerden uzak ve) Hanîf idi (muvahhid bir müslümandı.)” O (hiçbir zaman) müşriklerden olmamıştır. O (Allah'ın) nîmetlerine şükredendi. Allahü teâlâ onu beğenip seçmiş, kendisini doğru yola iletmişti. Biz ona dünyâda bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki o, âhırette de sâlihlerdendir. (Ey Muhammed!) Sonra biz sana bütün bâtıl dinlerden uzak olan İbrâhim'in dînine (tevhidde, yumuşaklık ve mudâra ile hak dîne dâvette, müşriklere deliller getirmekte ona) tâbi ol. “O, müşriklerden olmadı diye” vahyettik (O, tevhid dîninde olanların başı idi).” (Nahl sûresi: 120-123)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrini müfessirler şöyle bildirmiştir:
1- Âyet-i kerîmede İbrâhim aleyhisselâmın tek başına bir ümmet olduğu bildirilmiştir. Bunun tefsîrinde birkaç husus vardır: 1- İbrâhim aleyhisselâm hayır yolu gösterir, bunu öğretirdi. Bir ümmette bulunan güzel hasletler yalnız onda toplanmıştı. Bu sebeple başlı başına bir ümmet olmuştu.
2- Mücâhid (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: O zaman insanlar küfür üzere iken, sâdece İbrâhim aleyhisselâm mü’min idi. Bu sebeple yalnız başına bir ümmet olmuştur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyd bin Ömer bin Nüfeyr hakkında; “Allahü teâlâ onu tek başına bir ümmet olarak gönderir.” buyurdu.
3- Tevhid ve hak dîni üzere bir ümmetin meydana gelmesine vesîle olduğu için, ona başlı başına bir ümmet buyrulmuştur.
2- “Allahü teâlâya itâatkar idi.” Emirlerini yerine getirirdi. Ebü’d-Derdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki: İbrâhim aleyhisselâm namaz kılarken kalbinin cızırtısı çok uzak mesâfeden duyulurdu.
3- “Hanîf idi.” Hanîf, tam olarak İslâm’a meyleden, yönelen demektir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İlk önce İbrâhim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar hanîfliğin husûsiyetlerindendir.
4- “O müşriklerden değildi.” Yâni, İbrâhim aleyhisselâm küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid îtikâdı üzere idi. Kureyş müşrikleri kendilerinin İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere olduklarını söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrâhim aleyhisselâm müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid (kelâm) ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamânın kralına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. “Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir” dedi. Sonra; “Ben batanları (kaybolanları) sevmem” buyurarak putlara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları diriltmek sûretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi.
5- Az olsun, çok olsun Allahü teâlânın bütün nîmetlerine şükredici idi ve misâfirsiz yemek yemezdi.
6- Allahü teâlâ, onu peygamber olarak seçti.
7- Allahü teâlâ, onu doğru yola yâni tevhid dîni olan İslâm’a hidâyet etti.
8- Allahü teâlâ, ona dünyâda hasene verdi. Bu hasene, Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi, kendisini halîl (dost) kılması, ihtiyârlığında evlâd ihsân etmesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrâhim aleyhisselâma da salât okumasıdır. Yâni namazlarda; “Allahümme salli alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhim...” demeleridir.
Katâde (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı bütün mahlûkâta sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları ondan memnun idiler, onu çok severlerdi.”
Allahü teâlânın İbrâhim aleyhisselâmı, Halîl (hâlis bir dost) edinmesi, onu ilâhî sırlara vâkıf kılarak ihsân buyurmasıdır.
İbrâhim aleyhisselâma “Halîl” isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivâyetler yapılmış olup, en mûteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyâde muhabbeti olması ve Allahü teâlânın rızâsını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve tâatları yapması sebebiyledir.
İbrâhim aleyhisselâm İbranîce konuşurdu. İbrânice Arapça'ya benzerdi. İbrâhîm ismi, İbrânice olup, mânâsı; “Ebî rahîm” yâni merhametli baba demektir. İbrâhim aleyhisselâm peygamberler babası olup, bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrâhim aleyhisselâmın kumaş tüccarlığı ve zirâatla de meşgûl olduğu rivâyet edilmiştir. İnsanları doyurmak, misâfirlere ziyâfet vermek için zirâat yapardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların menfaatine harcamıştır. Köy, kasaba ve şehirler îmâr etmiştir.
İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma çok mal ve zenginlik verdi. İbrâhim aleyhisselâm misâfir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misâfirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve dâimâ yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtâc kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misâfirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı.” Onun bu işteki sadâkatinden dolayı mezârının bulunduğu Halîlurrahmân'da (bugün İsrâil işgalindeki Hebron), onun vefâtından sonra da, oraya gelen misâfirlere kusursuz ikrâmda bulunulurdu. (Osmanlı Devleti zamanında ve daha önceki devirlerde buraya gelen misâfirlere ikrâmı karşılamak için, gelir olarak köyler vakfedilmişti.)
İbrâhim aleyhisselâmın sünneti olan misâfirperverlik ve cömertlik, her dinde çok öğülmüş, hadîs-i şerîf de; “Misâfirperver olmayanda hayır yoktur.” buyrulmuştur. Ancak bu hususta da ölçüyü gözetmek lâzımdır.
Dinimizde esas olan, misâfir gelince; tekellüf etmemeli, kendisini sıkıntıya sokmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Misâfir için tekellüf etmeyiniz. Sonra ona düşman olursunuz. Misâfire düşman olan, Allahü teâlâya düşman olmuş olur. Allahü teâlâya düşman olana da, Allahü teâlâ düşman olur.” buyrulmuştur. Garib bir misâfir gelirse, onun için borç yapmak ve tekellüf etmek câizdir. Fakat birbirlerini ziyârete gelen dostlar için sıkıntıya girmemelidir. Gidip gelmemeye sebep olur. Ebû Râfi’ anlatır: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: “Filan yahudiye söyle, Receb ayına kadar borç un versin. Misâfirim gelmiştir.” Yahudi; Teminat vermeyince vermem dedi. Döndüm ve; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Teminat istiyor dedim. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Vallahi ben gökte emînim, yerde emînim. Eğer verirse, geri veririm. Şimdi zırhımı te’minat göster.” buyurdu. Götürdüm ve te’minat verdim.
Bir dostunu, bir sevdiğini misâfir edip, yemek vermek; birçok sadakadan daha üstündür. Hadîs-i şerîfte; “Üç şeyden suâl yoktur: Kulun sahurda yediğinden, iftar ettiğinden, misâfirlerle yediğinden.” buyruldu. Ca'fer bin Muhammed buyurdu ki: “Din kardeşlerinle sofraya oturduğun zaman, acele etme ki uzun sürsün. Çünkü bu zaman ömürden sayılmaz.” Hasen-i Basrî hazretleri; “Kendine, babasına, annesine sarf ettiğinin hesâbı vardır. Ama misâfirlere ikrâm edilen yemekten suâl yoktur” buyurdu. Büyüklerden bâzıları misâfir gelince sofraya çok yemek koyarlar ve; Hadîs-i şerîfte; “Misâfirlerden artan yemeği yiyene, bu yediğinden suâl yoktur.” buyruldu. Bunun için, sizin önünüzden kaldırıldıktan sonra, bunları yiyeceğim derlerdi.
Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanların önüne çeşitli ve fazla fazla yemek koymayı, bir köle âzâd etmekten daha çok severim.” Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ kıyâmet gününde; “Ey insanoğlu! Dünyâda acıktım, bana yemek vermedin buyurur. Bütün âlemlerin sâhibi iken, Sen nasıl acıkırsın? derler. Bir din kardeşin aç idi. Ona yedirseydin, Bana yedirmiş olurdun buyurur.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir din kardeşine doyuncaya kadar yemek ve su vereni, Allahü teâlâ Cehennem’den yedi hendek uzaklaştırır. Her bir hendek arasında beşyüz senelik yol vardır.” buyurdu ve yine buyurdu ki: “Sizin hayırlınız, yemeği çok vereninizdir.”
Dinimize uygun olarak bir kardeşine misâfir gitmenin ve gelen misâfire ikrâm etmenin nasıl olacağını, İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklamıştır: Birbirine ziyârete giden dostların şu dört edebe dikkat etmeleri lâzımdır:
1- Çağrılmadığı yere yemek vaktinde gitmemelidir. Hadîs-i şerîfte;
“Çağrılmadan bir kimseye yemeğe giden, giderken günah işler, yemekte ise haram yemiş olur.” buyruldu. Ama tesâdüfen giderse, izinsiz yememelidir. Buyurun, yiyin denirse, kalbden söylenmediğini bilirse, yine yememelidir. Bir sebep, söyleyerek güzellikle el çekmelidir. Fakat güvendiği bir dostunun evine giderse, kalbinden geçeni bilirse câizdir. Hattâ dostlar arasında bu sünnettir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer acıktıkları zaman, Ebû Eyyûbe’l-Ensârî ve Ebül-Heysem-i Tehyân'ın evlerine giderler, yemek isterlerdi. Ev sâhibinin böyle bir şeyi çok sevdiği bilinince, böyle davranmakla onun iyilik yapmasına yardım edilmiş olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Berîre'nin (radıyallahü anh) evine gider, o evde olmasa da yemeğinden yerdi. Çünkü buna sevineceğini bilirdi. Muhammed ibni Vasi' (rahmetullahi aleyh) verâ sahiblerinin büyüklerindendi. Talebesi ile Hasen-i Basrî'nin (rahmetullahi aleyh) evine gider ve bulduklarını yerlerdi. Hasen-i Basrî eve gelince, buna sevinirdi. Bâzı insanlar, Süfyân-ı Sevrî’nin evinde böyle yaptılar. “Bizden öncekilerin âdetini bana hatırlattınız, çünkü onlar böyle yaparlardı.” buyurdu.
2- Arkadaşı misâfirliğe gelince hazırda olanı getirmeli, tekellüf ve zahmet etmemelidir. Bir şeyi yoksa borç almamalıdır. Çoluk-çocuğuna yetecek kadardan fazla bir şeyi yoksa, onlara vermemelidir, yâni çoluk-çocuğun ihtiyâcına öncelik vermelidir. Hazret-i Ali'yi bir kimse yemeğe dâvet etti. Buyurdu ki: “Üç şartla gelirim: Pazardan bir şey getirmeyeceksin, evinde olandan başka bir şey almayacaksın, çoluk-çocuğunun nasîbini kısmadan vereceksin.” Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Birbirinden kesilen insanlar, tekellüf sebebiyle kesilmişlerdir. Tekellüf (zahmet) aradan kalkarsa, çekinmeden birbirlerine gidip gelebilirler” buyurdu. Büyüklerden birine, bir dostu tekellüfte bulundu. Buyurdu ki: “Yalnız yesen böyle yemezsin, ben de yalnız olsam böyle yemem. Bir araya gelince, niçin bu tekellüfe lüzum görülüyor? Ya tekellüfü aradan kaldır, yâhut bundan sonra bir daha gelmem.” Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh); “Bize, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tekellüf etmememizi ve hazır olanı misâfire ikrâmdan kaçınmamamızı söylerdi” buyurdu. Enes bin Mâlik ve diğer Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) birbirlerinin önüne ekmek ve kuru hurma getirirler; “Hazır olanı aşağı görüp misâfirin önüne koymamak mı; yoksa önüne geleni beğenmeyerek, aşağı görüp yememek mi, daha çok günahtır, bilmiyoruz” derlerdi. Yûnus aleyhisselâm, misâfirlerin önüne ekmek ve kendi ektiği tere otundan getirir ve; “Allahü teâlâ tekellüf edenlere (yani misâfire hazır olandan başka şeyler ikrâm edenlere) lânet etmeseydi, tekellüf eder, size çok şey ikrâm ederdim” buyururdu. Buradan, işlerde tekellüf etmektense, doğruluk üzere ve olduğu gibi görünmenin daha iyi olduğu anlaşılmaktadır.
3- Ev sâhibini zorlamamalıdır. İki şey arasında onu serbest bırakırsa, kolayını seçmelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün işlerde böyle yapardı. Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh) yanına birisi geldi. Önüne bir parça arpa ekmeği ve tuz getirdi. O kimse; “Eğer kekik olsaydı, bu tuzla iyi giderdi” dedi. Selmân'ın (radıyallahü anh) bir şeyi yoktu. Hemen gidip su kabını rehin bırakarak kekik satın atıp geldi. O kimse yemeği yiyince de; Allahü teâlâya hamd olsun ki, verdiği rızka bizi kanaat edici eyledi dedi. Selmân (radıyallahü anh) “Sende kanaat olsa, su kabım rehinde olmazdı” buyurdu. Zor olmadığını, hattâ ev sâhibinin memnun olacağını bildiği yerde, misâfirin ev sâhibinden istemesi câizdir. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh) Bağdat'ta Za’ferânî'nin evinde idi. Za’feranî her gün, çeşit çeşit, yemekler pişirirdi. Bir gün İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) kendi yazısıyla bir kâğıda istediği yemeği yazdı. Za’ferânî hizmetçisinin elinde bu yazıyı görünce çok sevindi ve bu nîmete şükür olarak hizmetçisini âzâd eyledi.
4- Ev sâhibi gelenlere; “Cânınız ne ister, ne seversiniz?” demelidir. Onların istediklerine kalben râzı olursa, bunun sevâbı daha çok olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bir müslüman kardeşinin arzusunu yerine getirene, milyon sevâb yazılır ve milyon günahı silinir, milyon derece kazanır. Firdevs, Adn ve Huld Cennetlerinden nasîb alır.” buyurdu. Bir şey getireyim mi, getirmeyeyim mi? diye sormak, mekruh ve çirkindir. Hazırda ne varsa getirilir, yemezse geri götürülür.