Yemen'den gelip Mekke ve civârında yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. İbranîcede adı, Allahü teâlâya itâat edici mânâsına gelen İşmuyel'di. Arablar, İsmâil dediler. Kur’an-ı kerîmde de İsmâil olarak geçmektedir. İsmâil aleyhisselâm Hazret-i İbrâhim'in büyük oğlu olup, Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir. Annesi Hâcer hâtun, asîl bir soydan gelmekteydi.
İsmâil aleyhisselâmın babası olan Hazret-i İbrâhim, Allahü teâlânın emriyle yurdundan ayrılıp, hanımı Sâre ile birlikte Mısır'a gitti. Irz düşmanı olan Fir’avn'un adamları, Sâre hâtunu Fir’avn'a götürdüler. Fir’avn ona karşı üç defâ harekete yeltendi ise de üçünde de nefesi kesilip, horlayarak yere yığılıp debelenmeğe başladı ve her defâsında Sâre hâtunun duâsıyla kurtuldu. Üçüncüsünde çok korkup kötü niyetlerinden vaz geçti. Sâre hâtunun zarar vermesinden korkarak, Hâcer'i câriye olarak ona verdi ve tekrar yurtları olan Filistin'e döndüler. Yaşı bir hayli ilerleyen Sâre hâtunun çocuğu olmuyordu. Mısır'dan döndükten on sene sonra, câriyesi Hâcer'i İbrâhim'e (aleyhisselâm) verip, “Cenâb-ı Hak, belki sana bundan bir evlât ihsân eder” diyerek nikâh etmesini istedi. İbrâhim aleyhisselâm Hazret-i Hâcer'i nikâhladı ve o sene İsmâil aleyhisselâm dünyâya geldi. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle, Hâcer hâtun ve İsmâil'i (aleyhisselâm) yanına alıp Şam'dan ayrılarak, onları susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye götürdü. Bundan sonrası İmâm-ı Buharî'nin Abdullah ibni Abbâs hazretlerinden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle anlatılmaktadır:
“İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil'in anası Hâcer ve emzirmekte olduğu oğlu İsmâil ile beraber Mekke'ye geldi. Hâcer ile İsmâil'i, Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Halbuki o târihte Mekke'de hiç bir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İşte İbrâhim aleyhisselâm, Hâcer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de koydu. Sonra İbrâhim Şam'a gitmek üzere oradan döndü. İsmâil'in anası Hâcer, İbrâhim'in arkasını tâkip etti ve; “Ey İbrâhim! Görüp görüşecek bir ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vâdide bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” dedi. Hâcer, tekrar tekrar bu sözleri söylemesine rağmen, İbrâhim aleyhisselâm ona iltifât etmeyip yoluna devam etti. Nihâyet Hâcer ona; “Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu. İbrâhim; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap verince; Hâcer; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zâyi etmez ve korur” diyerek, oğlunun yanına döndü. İbrâhim aleyhisselâm da ayrılıp Mekke'nin üst tarafında Hâcer ile İsmâil'in gözlerinden kayboldu. Seniyye mevkîine varınca, yüzünü Kâbe'ye çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak (meâlen) şöyle duâ etti: “Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını (İsmâil ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib olan mukaddes evinin (Kâbe'nin) yanına, ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. (Kâbe'yi ziyârete gelsinler.) Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler.” (İbrâhim sûresi: 37) Artık İsmâil'in anası, oğlu İsmâil'i emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Nihâyet testideki su tükenince, hem Hâcer hem de çocuğu susadı. Hâcer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kâbe'ye en yakın dağ olan Safâ tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup: “Bir kimse görebilir miyim” diye baktı. Fakat hiç bir kimseyi göremedi. Bu defâ Safâ tepesinden indi. Vâdiye varınca, ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı, fakat hiç bir kimse göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer, son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendi kendine hitâb ederek; “Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defâ daha işitti. Bunun üzerine Hâcer, sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses sâhibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et” dedi. Ve böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek, Cibrîl aleyhisselâm göründü. (Bir rivâyette) Cebrâil aleyhisselâm; “Kimsin?” diye sordu. Hâcer; “İbrâhim'in çocuğu olan İsmâil'in anası Hâcer'im” dedi. “Sizi kime emânet etti?” deyince; “Allahü teâlâya” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm; ”Sizi her şeye kâdir olana emânet etmiş” dedi. İbn-i Abbâs rivâyetine devam ederek şöyle dedi:”Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzemi) meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce), taşıp zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu. Allahü teâlâ, İsmâil'in anasına rahmet etsin! O, Zemzemi kendi hâline bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hâcer, bu sudan içti. Çocuğa süt olup emzirdi. Cibrîl aleyhisselâm Hâcer'e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah'ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allahü teâlâ, o beytin ehlini zâyi etmez” dedi. Beytullah'ın mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Zamânla) seller sağını solunu kazıp aşındırmıştı.
Hâcer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabîlesinden veya onların ehl-i beytinden bir cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolaştığını görünce; “Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vâdide su bulunmadığını biliyorduk; (durumu) anlayalım” diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcût olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, İsmâil'in anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsaade eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve bu sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddiâ edemezsiniz” dedi. Onlar da râzı oldular. Kadınlarla muhabbetle sohbet etmeye muhtâç olduğu bir sırada, Cürhümîlerin gelişi, Hâcer'in arzusuna muvâfık oldu. Böylece Cürhümîler Mekke civârına yerleştiler. Sonra kabîlelerinden başka insanlara haber gönderdiler. Onlar da gelip Mekke'de yerleşerek ev-bark sâhibi oldular.
Hâcer'in oğlu İsmâil, Cürhümîler arasında büyüdü ve Arapça öğrenip iyi hâlleriyle kıymet kazandı, onların takdir ve dikkatlerini çekti. Buluğ çağına erişince, onu kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Günün birinde İsmâil'in anası vefât etti. İsmâil evlendikten sonra, İbrâhim aleyhisselâm, bıraktığı Hâcer'i ve oğlunu görmeğe geldi. İsmâil o sırada evde yoktu. İsmâil'in hanımına; “Nereye gitti?” diye sordu. O da; Rızkımızı (bir rivâyette av eti) tedârik etmek üzere gitti diye cevap verdi. Sonra İbrâhim ona, maîşetlerinden ve durumlarından sordu. İsmâil'in zevcesi; “Gayet fenâ bir hâldeyiz, şiddetli darlık ve sıkıntı içindeyiz” diye şikâyette bulundu. İbrâhim aleyhisselâm; “Kocan geldiğinde benden ona selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin” dedi. İsmâil avdan dönünce, hanımına; “Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. O da; “Evet, şu şekilde yaşlı bir adam geldi, seni sordu. Ben de ava çıktığınızı haber verdim. İdâre ve maîşetimizden sordu. Çok sıkıntılı bir durumda bulunduğumuzu söyledim” deyince, İsmâil; “Sana bir şey tavsiye etti mi?” diye sordu. Âilesi de; “Evet, sana selâm söylememi ve kapının eşiğini değiştirsin, dememi tembih etti” dedi. İsmâil hanımına; “O gelen ihtiyâr, babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen, âilenizin evine gidebilirsin” dedi ve onu boşayıp Cürhümîlerden başka bir kızla evlendi. İbrâhim (aleyhisselâm), Allahü teâlânın dilediği bir müddet oradan uzak kaldı. Tekrar geldiği vakit aynı şekilde İsmâil'i evde yine bulamadı. Bunun üzerine İsmâil'in hanımının yanına geldi. Aynı şekilde ona da, İsmâil'in nereye gittiğini sordu. O da; “Maişetimizi tedârik etmeye çıktı” diye cevap verdikten sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Ne hâldesiniz, idâreniz, maîşetiniz nasıldır?” diye sordu. “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun, hayır ve bolluk içinde mes’ûd yaşıyoruz” diye cevap verince, İbrâhim aleyhisselâm; “Ne yiyor, ne içiyorsunuz?” diye tekrar sordu. Kadın; “Av eti yiyor ve Zemzem içiyoruz” deyince, İbrâhim (aleyhisselâm); “Allah'ım. Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bereket ihsân buyur” diye duâ etti. Hazret-i İbrâhim zamanında, Mekke'de hubûbat nâmına bir şey yoktu. Eğer olsaydı, hazret-i İbrâhim, hubûbat için de duâ ederdi. İbrâhim'in bu duâsı bereketiyle, et ile su, Mekke'den başka muhîtlerde, oradaki kadar, hiç bir kimsenin sıhhatine muvâfık düşmez.”
Buhârî’nin bir rivâyetinde; “İbrâhim, Mekke'ye gelip; “İsmâil nerededir?” diye sordu. İsmâil'in hanımı; “Ava gitti. Buyursanız da, yemek yiyip su içseniz” dedi. İbrâhim; “Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?” deyince, İsmâil'in hanımı; “Taâmımız av eti, meşrûbâtımız da Zemzem suyudur” dedi. İbrâhim de; “İlâhî! Bunların yiyip içeceklerini mübârek kıl!” diye duâ etti.” buyrulmuştur.
“İbrâhim, İsmâil'in hanımına hitâben; “Kapının eşiğini iyice tutsun” diye emretti ve yine Şam'a gitti. İsmâil avdan geldiğinde, haremine; “Evimize gelen oldu mu?” diye sorunca; “Evet, güzel yüzlü bir ihtiyâr geldi” dedi ve İbrâhim'i medh-ü senâ etti. Sonra hanımı sözüne devamla; “Seni sordu. Ben de haber verdim” “Geçiminiz nasıl?” dedi. Ben de; “Hayır ve saâdet içindeyiz” dedim dedi. Sonra İsmâil; “Sana bir şey tavsiye etti mi?” diye sordu. O da; “Evet, sana selâm söyledi ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi” dedi. Bunun üzerine İsmâil, hanımına; “İşte o zât, babam İbrâhim aleyhisselâmdır. Sen de evimizin eşiğisin. Babam bana, seni hoş tutup iyi geçinmemi emreylemiş” dedi.
Sonra İbrâhim, Allahü teâlânın dilediği bir müddet daha İsmâil ve âilesinden uzakta yaşadı. Ondan sonra, Mekke'ye geldi. O sırada İsmâil, Zemzem kuyusunun civârında büyük bir ağacın altında okunu düzeltiyordu. İsmâil babasını görünce, hemen kalkıp karşıladı. Her ikisi de çoktan beri hasret çeken bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına karşı ne yapmaları gerekirse, en uygun şekilde sevgi ve saygıda bulundular. Sonra İbrâhim oğluna; “Yâ İsmâil! Allahü teâlâ bana şerefli bir iş emretti” deyince, İsmâil; “Rabbin ne emretti ise onu yerine getir” diye cevap verdi. İbrâhim; “Oğlum, bu işte sen de bana yardım edeceksin” deyince, İsmâil; “Babacığım! Ben sana her bakımdan yardım ederim” dedi. Bunun üzerine Hazret-i İbrâhim, etrâfında bulunan yüksekçe bir tepeye işâret ederek; “Allahü teâlâ, burada bir beyt yapmamı emir buyurdu” dedi. Orada baba-oğul, Kâbe'nin esas temelini bulup duvarlarını yükselttiler. İsmâil taş getirir, İbrâhim de binâ ederdi. Nihâyet Beyt-i şerîfin binâsı ilerleyip duvarları epeyce yükselince, İsmâil, (şimdi Makâm-ı İbrâhim namıyla ziyâretgah olan) taşı getirdi. Hazret-i İbrâhim de onu ayağının altına (iskele olarak) koydu, üzerinde inşaata devam etti. İsmâil aleyhisselâm taş taşır, İbrâhim aleyhisselâm binâyı yapardı.
Binanın yapımı bitirildikten sonra, her ikisi de Allahü teâlâya (şu meâlde) duâ ve niyâzda bulundular: ”Ey Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabûl buyur. Şüphe yok ki, duâmızı duyan, niyetimizi bilen sensin.” (Bakara sûresi: 127)