YÛSUF ALEYHİSSELÂM
Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. İsrâiloğullarından (Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden) gelen ilk peygamberdir. Yüzünün ve ahlâkının güzelliği ile meşhûrdur. Babası, Hazret-i İbrâhim'in oğlu İshak'ın (aleyhisselâm) oğlu olan Ya’kûb'dur (aleyhisselâm). Babası Ya’kûb'un (aleyhisselâm), kendisini çok sevmesi, kardeşlerinin Yûsuf'u (aleyhisselâm) kıskanmasına sebep oldu. Onu götürüp kuyuya attılar. Daha sonra bir Mısır kervanına köle diye sattılar. Sonra da, Mısır Azîzi'ne yâni mâliye nâzırına satıldı. Nâzırın hanımı Züleyhâ'nın yüzünden zindana düştü. Uzun zaman zindanda kaldıktan sonra Mısır'a mâliye nâzırı oldu. Babasını ve kardeşlerini Mısır'a getirdi. Orada, yıllarca berâber yaşadılar. Babası vefât etti. Kardeşleri orada yerleştiler. Yûsuf (aleyhisselâm) da orada vefât etti.
Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssası, başına gelen hâdiseler geniş olarak bildirilmiş; Yûsuf sûresi ile En’âm ve Gâfir (Mü’min) sûrelerinde ondan bahsedilmiştir.
Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, birçok ibretleri, hikmetleri, incelikleri; âlimlerin, devlet adamlarının ve onların emirlerinde olanların hâllerini; kadınların erkeklere hîlelerini, düşmanın eziyetine sabretmeyi gücü yettiği hâlde düşmanından intikâm almamayı; iffet, tevhîd, rüyâ tâbiri, idârecilik, iktisâdî tedbirlerle alâkalı dünyâ ve âhırete dâir pek çok faydaları ihtivâ etmektedir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, târih kitaplarında ve başka eserlerde de yer verilmiştir. Ancak, Kur'ân-ı kerîmde, eşsiz bir ifâde; benzeri olmayan bir fesâhat ve belâgatla anlatılmıştır. Böylece başka kitapların anlatışları, Kur'ân-ı kerîmin yüksek fesâhat ve belâgatı yanında pek sönük kalmıştır. Bu yüzden Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssasının anlatıldığı Yûsuf sûresine, bizzât Allahü teâlâ tarafından; meâlen; “(Ey Habîbim!) Bu sûre-i celileyi sana vahyetmemizle ahsen-ül-kasası (kıssaların en güzelini) anlatacağız. (Yûsuf'un kıssasını biz sana en güzel bir şekilde beyân ettik). Halbuki, sen daha önce bundan (Yûsuf aleyhisselâmın kıssasından) aslâ haberdâr değildin” (Yûsuf sûresi: 3) buyrulmuştur. Bir kısım âlimler de muhib ile mahbûbdan (seven Hazret-i Ya’kûb ve sevilen Hazret-i Yûsuf'tan) bahsedildiği için; “Ahsen-ül-kasas” buyrulduğunu söylemişlerdir.
Hâlid bin Ma'den (rahmetullahi aleyh); “Cennet ehli, Cennet’te Yûsuf ve Meryem sûrelerini birbirine anlatmak sûretiyle neşelenirler” buyurdu. İbn-i Atâ da (rahmetullahi aleyh); “Yûsuf sûresini dinleyen üzüntülü bir kimse, rahatlar” buyurdu.
Bu sûre-i celîlede, Yûsuf aleyhisselâmın başına gelenler ile kavuştuğu ihsânlardan bahsedilir. Hasedin, noksanlık ve Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalmaya; sabrın ise, sıkıntı ve gamlardan kurtulmaya sebep olduğu; Ya’kûb'un (aleyhisselâm) sabrettiği için maksûduna kavuştuğu, Yûsuf aleyhisselâmın sabredenlerden olduğu anlatılmaktadır.
Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem), suâl sorarak sıkıntı vermek, O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) zor durumda bırakmak için, Medîne yahudilerine adam gönderip, çeşitli suâller öğrendiler. Bu suâllerden biri de; “Ya’kûb aleyhisselâmın evlâdı ve âilesi neden Mısır'a göç etmiştir? Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssası nedir?” şeklindeki sözlerdi. Mekkelilerin bu soruları üzerine Allahü teâlâ, Yûsuf sûresini inzâl buyurdu. Böylelikle, Yûsuf aleyhisselâm hakkında en doğru ve en güzel bilgileri müslümanlar öğrenmiş oldular.
Ayrıca, bu sûrenin gelmesi ile, Yûsuf aleyhisselâmı kardeşlerinin çekemeyip hased ettikleri, ezâ ve cefâda bulundukları, Yûsuf'un (aleyhisselâm) bütün bu sıkıntılara sabrettiği, buna karşılık Allahü teâlânın ona ikrâm ve ihsânda bulunduğu bildirilmektedir. Böylece Yûsuf (aleyhisselâm) da çok sıkıntılar çektiği anlatılarak, kavminin verdiği sıkıntı ve eziyetlere karşı Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmektedir.
Ya’kûb aleyhisselâm dayısının kızları ile ayrı ayrı zamanlarda evlenmiş, birinden; Robîl, Şem’ûn, Lâvî, Yehûda, Îsâhâr, Zablûn adlarında altı, diğerinden Yûsuf ve Bünyamin adlarında iki oğlu dünyâya gelmiştir. Dân, Neftâli, Câd ve Âşir adlarındaki dört oğlu da iki câriyesinden dünyâya gelmişti. Bunlardan Yûsuf (aleyhisselâm) ile kardeşi Bünyamin, Hazret-i Ya’kûb'un en küçük oğulları idi. Anneleri de Ya’kûb'un (aleyhisselâm) dayısının kızı olan Râhil idi.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf (aleyhisselâm) doğunca, alnındaki nübüvvet nûrunu görmüş, bu yüzden ona diğer oğullarından daha fazla ihtimâm gösterir olmuştu. Bilhassa annesi Râhil'in, Bünyamin'in doğumundan sonra vefâtı ve Yûsuf ile kardeşinin öksüz kalması, babalarının onlara karşı olan ilgisini daha da arttırdı. Diğer kardeşler, onları kıskanmaya başladı. Babası, Yûsuf'u (aleyhisselâm), küçük olduğu için, halasının yanına bıraktı. Ama ayrılığına dayanamadı. Bir müddet sonra geri istedi. Bu defâ da halası Yûsuf'tan ayrılamıyor, onun güzelliklerinden, bereketlerinden uzakta kalmak istemiyordu. Bir rivâyette, Yûsuf'tan ayrılmaya bir türlü râzı olmayan halası, dedesi İbrâhim aleyhisselâmdan kalan kemeri veya kuşağı, Yûsuf'un uyuduğu sırada gömleğinin içine bağladı. Bu işi, ağabeyi Ya’kûb aleyhisselâm gelmeden önce yapmıştı. Ya’kûb aleyhisselâm gelip, çocuğu götüreceği sırada kızkardeşini çok üzgün gördü. Sebebini sorunca, İbrâhim aleyhisselâmdan kalan kuşağın kayıp olduğunu söyledi. Berâberce her tarafı aradılar. Hiç bir yerde bulamayınca, Ya’kûb aleyhisselâmın ısrârı üzerine kızkardeşi, Yûsuf'un (aleyhisselâm) üzerini de aradı. Kuşağı orada buldu. İbrâhim aleyhisselâmın dînînin hükümlerine göre, bir şeyi çalan yakalanınca, mal sâhibine belirli bir süre hizmet ederdi. Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşinin Yûsuf'u bu kadar çok sevmesi ve böyle bir hîleye başvurması üzerine, onu bir müddet daha halasının yanında bıraktı. Kız kardeşinin vefâtından sonra kendi yanına alıp bir an bile ayrı kalamaz oldu. Yûsuf aleyhisselâm Allahü teâlânın lütfuyle gittikçe güzelleşiyor, ahlâk ve yüz güzelliği ile insanların sevgisini cezbediyordu. Çünkü onda Allahü teâlânın verdiği ayrı bir güzellik vardı ve gerçekten çok güzeldi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mîrâç gecesi semâya götürüldüğünde Yûsuf'u (aleyhisselâm) gördü. Cebrâil'e (aleyhisselâm); “Bu kimdir?” diye sordu. Cebrâil aleyhisselâm; “Yûsuf'tur (aleyhisselâm)” dedi. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Onu nasıl gördün?” diye suâl ettiler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ondördüncü gecedeki ay gibi” buyurdular.
Yûsuf (aleyhisselâm), oniki yaşlarında iken bir rüyâ gördü. Rüyâsında; onbir yıldız ile birlikte, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini gördü. Rivâyete göre, Yûsuf (aleyhisselâm), bir Cumâ gecesi, babasının yanında yatıyordu. Ansızın, heyecanla uyandı. Babası Ya’kûb aleyhisselâm; “Ne oldu, bir şey mi var?” diye sorunca, şöyle anlattı: “Yüksek bir dağın tepesinde imişim. Etrâfta ırmaklar, yeşil ağaçlar vardı. Bu sırada gökten, onbir yıldız, güneş ve ay gelip bana secde ettiler” dedi.
Nitekim âyet-i kerîmede bu durum meâlen şöyle haber verildi:
“(Habîbim!) Yûsuf'un, babasına (Ya’kûb'a); Ey babacığım! Rüyâmda onbir yıldız, güneş ve ayı bana secde eder gördüm dediği vakti hatırla!” (Yûsuf sûresi: 4) Yûsuf'un (aleyhisselâm) anlattıklarını dinleyen Ya’kûb aleyhisselâm, onbir yıldızın Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşleri, güneşin kendisi ve ayın da zevcesi olduğu şeklinde tâbir etti. Ya’kûb aleyhisselâm, ilerde diğer oğullarının Yûsuf'a itâat edeceklerini, hattâ Yûsuf'un kendisini bile geçeceğini anladı. Rüyâ tâbirinde mâhir olan evlâtlarının, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâsını duydukları takdirde onu kıskanacaklarını, hattâ şeytanın vesvesesi ile ona bir kötülük bile yapmaya kalkışacaklarını düşündü. Yûsuf'a (aleyhisselâm) tenbih edip, rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını söyledi. Sonra; gelecekte, kendisine itâat olunacağını, Allahü teâlânın, ona peygamberlik vereceğini, rüyâ tâbirini öğreteceğini, nîmetini ona tamamlayacağını bildirdi.
Âyet-i kerîmede bu husûs meâlen şöyle bildirildi: “(Ya’kûb, oğlu Yûsuf'a); Ey oğulcuğum! Sakın rüyânı kardeşlerine anlatma! Sonra (şeytanın vesvesesi ile helâkin için) sana kötülük yapıp, tuzak kurarlar. Muhakkak ki şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (Yûsuf sûresi: 5)
Çünkü, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri rüyânın tâbirini (yorumunu) iyi bilirlerdi. Bu sebeple Ya’kûb aleyhisselâm onların Yûsuf'u hased etmelerinden korktuğu için hased ederler dedi. Bir baba evlâdının hayırlı olmasını ister fakat, kardeş kardeşin kendinden hayırlı ve daha iyi olmasını istemez. Yûsuf aleyhisselâm gördüğü rüyâyı kardeşlerine anlatsaydı, bu onların hoşuna gitmeyecekti. Çünkü rüyânın insan üzerinde te’siri vardır. Bir çok insanın gördüğü rüyâ, gam ve kedere sebep olur. Hattâ bu yüzden hasta olanlar bile vardır. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır; “Rüyây-ı sâlihadan (salih, iyi rüyâdan) kalb sevinir. Bu rüyâ Allahü teâlâdandır. Kötü rüyâ hulmdür, hayâldir, kalb onu istemez. Böyle rüyâ şeytandandır. Biriniz, hoşuna giden bir rüyâ görürse, onu sevdiği kimseye anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüyâ görürse, onu kimseye anlatmasın. Sol tarafına üç defâ tükürsün. Şeytandan ve gördüğü rüyânın şerrinden, kötülüğünden Allahü teâlâya sığınsın. Böyle yaparsa, o rüyâ ona zarar vermez.”
İster uyanık, ister uyku hâlinde olsun, insanın kalbine gelen şeyleri yaratan Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfte; “Hulm şeytandandır” buyrulması, mecazdır. Hakikatte, şeytanın yaptığı bir şey yoktur. Hadîs-i şerîfte; “Hoşa giden rüyâlar Allah'tandır” buyrulması, görülen rüyânın şerefini ve kıymetini bildirmek içindir. Hoşa gitmeyen rüyâların şeytana nispet edilmesi ise, onun, böyle olmadığını bildirmektedir. Fakat, her iki rüyâyı yaratan, irâde ve tedbir eden Allahü teâlâdır.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadis-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sizden biriniz, hoşuna gitmeyen bir rüyâ gördüğünde, kalksın, namaz kılsın” buyurdu.
Âlimlerimiz buyurdular ki: “Namaz kılmak, hoşa gitmeyen rüyâ görüldüğü zaman, görenin yapması lâzım gelen husûsların hepsini içine alır. Çünkü, namaz kılmak için ayağa kalkıldığı zaman, önceki bulunduğu taraftan dönmüş olur. Ağzına su alıp dökünce, tükürmüş olur. Duânın kabûl vakitlerinden olan seher vaktinde namaz kılmaya kalktığı vakit, gördüğü rüyânın şerrinden Allahü teâlâya sığınmış ve yalvarmış olur.”
Hadîs-i şerîfte, hoşa gitmeyen rüyâlara karşı tavsiye edilen, “E'ûzü okumak ve sol tarafa üç defâ tükürmek” o rüyânın şerrinden korunmaya sebep kılınmıştır. Nitekim, sadaka da mal ve can gibi şeyleri zarardan ve belâdan korumaya sebep kılınmıştır.
“Kurtubî Tefsîri”nde yukarda meâli verilen Yûsuf sûresi 5. âyet-i kerîmesi tefsîr edilirken şöyle buyrulmaktadır: Bu âyet-i kerîme, rüyâyı, şefkâtli ve kendisine nasîhat edenden başkasına, rüyâyı güzel tevil edemeyen kimselere anlatmamak lâzım geldiğini göstermektedir. Nitekim Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Rüyâ, sâhibi onu anlatmadığı müddetçe, bir kuşun ayağına bağlıdır. Rüyâyı anlatırsa, düşer. Rüyâyı sâdece akıllı veya (kendisini) seven veya nasîhatçi kimseye anlatın!” buyrulmuştur.
Yine bu âyet-i kerîme, müslümanın, din kardeşini, ona zarar vereceğinden korktuğu kimselerden sakındırmasının mubâh olduğuna, bunun gıybet olmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşlerinin hîle yapmalarından korktuğu için Yûsuf'u (aleyhisselâm) rüyâsını onlara anlatmaktan men etti.
Ayrıca bu âyet-i kerîme, nîmeti hased etmesinden ve bu sebeple hîle yapmasından korkulan kimsenin yanında, nîmeti açıklamamanın, göstermemenin câiz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîflerinde; “İhtiyaçlarınızın giderilmesine, onları gizlemekle yardım isteyiniz. Çünkü, her nîmet sâhibi hased olunur.” buyurmuşlardır.
Yine bu âyet-i kerîme, Ya’kûb aleyhisselâmın rüyâyı nasıl tâbir ettiğini açıkça göstermektedir. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâm, rüyâyı tevil ederek, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine gâlip geleceğini bildi. Fakat, içinde, Yûsuf aleyhisselâmın bu hâlini istememe durumu aslâ hâsıl olmadı. Çünkü insan, evlâdının kendisinden daha iyi olmasını ister. Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşlerinin Yûsuf aleyhisselâmı kıskandıklarını ve ona buğzettiklerini biliyordu. Bu sebeple, zarar vermek için ona hîle yapmalarından korktu ve rüyâsını onlara anlatmamasını söyledi.
Buharî'nin Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Nübüvvetten, mübeşşirâttan, başkası kalmadı” buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Mübeşşirat nedir?” diye suâl edince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “O, rüyây-ı sâdıkadır” buyurdular. Bu hadîs-i şerîf, zâhiri ile rüyânın, mutlak olarak, her zaman müjde olduğuna delâlet ediyorsa da, böyle değildir. Çünkü, rüyây-ı sâdıka ile bâzan, Allahü teâlâ tarafından korku verilir. Bu rüyâyı gören kimsede sevinç hâsıl olmaz. Allahü teâlânın mü’mine böyle rüyâ göstermesi, başına gelecek belâ ve musîbete, vukuundan önce, hazırlanması için, mü’mine merhametindendir. Böyle bir rüyânın te’vilini kişi kendisi bilmezse, bilen birisine sorar. İmâm-ı Şafiî hazretleri, Mısır'da bulunuyordu. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in başına gelecek belâ ve musîbetlere dâir, bir rüyâ gördü. Hazırlıklı olması için, ona bunu mektupla bildirdi.
Sonra, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâma meâlen şöyle dedi; “Rabbin, seni (bu rüyâda olduğu gibi, kardeşlerine üstünlüğün ile seçtiği gibi, peygamberlik ve pâdişahlık ile de) seçecek.” (Yûsuf sûresi: 6)
Allahü teâlânın bir kulunu seçmesi, husûsi olarak ona ilâhî feyzler vermesidir. Bu ilâhi feyzden, kulun hiç bir te’siri olmadan yüksek hâller meydana gelir. Bunlar, peygamberler (aleyhimüsselâm), sıddîklar, şehidler ve sâlihlerden bâzısına mahsustur.
Aynı âyet-i kerîmede Ya’kûb aleyhisselâmın sözlerinin nakline devam edilerek meâlen; “Sana, (insanların gördükleri) rüyâları tâbir ilmini öğretecek” dediği bildirildi. Bâzı müfessirler de şöyle açıklamışlardır: “İlimden murâdın, kâinatın yaratıcısı olan Allahü teâlânın kudretine, hikmetine ve yüceliğine delâlet eden mahlûkâtın ilminin Yûsuf aleyhisselâma öğretilmesidir.”
Ya’kûb aleyhisselâm bu rüyânın tâbiri ile Yûsuf aleyhisselâmın ileride iki zindan arkadaşının ve Mısır sultânının rüyâlarını tâbir edeceğine, bu tâbirinden sonra Mısır'a sultân olacağına işâret etmiştir. Ya’kûb aleyhisselâm bunu, nübüvvet nûru ile tâbir etmiştir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de güzel rüyâ tâbir ederdi. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) da rüyâ tâbirinde mâhir idi. İbn-i Sîrîn ve Sa'îd bin Müseyyib gibi Tabiînden bâzı zâtlar da rüyâ tâbirinde pek derinleşmişlerdi.
İbn-i Sîrîn (rahmetullahi aleyh), rüyâyı; hadis-i nefs, (nefsânî söz), tahvîf-i şeytan (şeytan korkutması), tebşîr-i Rahmân (Rahmân'ın müjdesi) olmak üzere üçe ayırırdı. Bir kimse rüyâda gördüğü hoş olmayan bâzı şeyleri İbn-i Sîrîn'e (rahmetullahi aleyh) anlatıp, tâbirini ve kendisine zararı dokunup dokunmayacağını sorunca, ona şu cevâbı verdi: “Uyanık iken, Allahü teâlânın emirlerini yapmakta titiz ve takvâ sâhibi ol. Böyle olursan uykuda gördüğün kötü rüyâların sana zararı dokunmaz.” Biri; “Rüyâmda, elimdeki bir mühür ile erkeklerin ve kadınların ağızlarını mühürlediğimi gördüm. Acabâ bu nedir?” diye sorunca; "Sen Ramazân ayında müezzinlik yaptın ve imsak vakti sabah ezânı okudun mu?” deyince, adam; “Evet, doğru söylüyorsun. Öyledir” dedi ve İbn-i Sîrîn, rüyâsının tâbirini yaptı. Yine birisi; “Rüyâmda zeytinyağını zeytinlerin üzerine döktüğümü gördüm. Acabâ bu nedir?” diye sorunca; “Zeytinyağı zeytinden olmadır, aslına gidiyor. Sen câriyelerini araştır. Belki de bunlardan biri, genç yaşta esir edilen bir yakının olabilir” cevâbını verdi. Adam, araştırınca hakîkaten câriyelerinden birinin yakını olduğunu anladı. Yine bir başkası; “Rüyâmda incileri domuzların boynuna astığımı gördüm. Acabâ bu nedir?” deyince; “Sen ehli olmayanlara hikmet öğretiyorsundur” cevâbını verdi. Adam, talebelerini araştırınca, öyle olduklarını tespit etti. Yine bir adam gelip; “Ben rüyâda bir kuşun mescidden güzel bir taş alıp, gittiğini gördüm” deyince; “O hâlde Hasen-i Basrî vefât etti” buyurdu. Hakikaten çok sevdiği Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) vefât etmişti. İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) rüyâda, güyâ, Peygamber efendimizin mübârek kabrini açıp, mübârek kemiklerini göğsünden topladığını gördü. Bu rüyâdan korkup İbn-i Sîrîn'e (rahmetullahi aleyh) gitti ve kendisini tanıtmadan rüyâsını anlattı. Rüyânın anlatılmasından sonra İbn-i Sîrîn; “Bu rüyâ senin değil, Ebû Hanîfe'nindir. Böyle rüyâyı ancak o görebilir” buyurdu. Ebû Hanîfe kendini tanıttı. İbn-i Sîrîn; “Sırtınızı açın göreyim” dedi. İmâm-ı âzam sırtını açınca, iki omuzu arasında bir ben olduğunu gördü. Bunun üzerine; “Sen o kimsesin ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) senin hakkında; “Ümmetimden bir kimse gelir. İki omuzu arasında bir ben bulunur. Allahü teâlâ benim dînîmi, onun eli ile diriltir” buyurmuştur” dedi. Sonra; “Bu rüyâdan korkma! Muhakkak ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ilmin şehridir. Sen de ona kavuşursun” buyurdu. Gerçekten de öyle oldu. İmâm-ı âzam, Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinin en büyüğünün kurucusudur. Bugün müslümanların büyük çoğunluğu, Hanefî mezhebindedir.
“Sana, (insanların gördükleri) rüyâları, tâbir ilmini öğretecek” meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bâzı İslâm âlimleri; “Sana, daha önce indirilen kitapları, peygamberlerin aleyhimüsselâm sünnetlerini, hikmet sâhibi olanların sözlerini ve tevhîdin delillerini öğretir” şeklinde açıklamışlar ve; “Bu âyet-i kerîmede, Yûsuf'un (aleyhisselâm) peygamberliğine işâret vardır” buyurmuşlardır. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Daha önce ataların İbrâhim (aleyhisselâm) ve İshak'a (aleyhisselâm) nîmetlerini (peygamberlik vermek sûretiyle) tamamladığı gibi, sana ve Ya’kûb'un (aleyhisselâm) soyuna da nîmetlerini (peygamberlik ile) tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin bu nîmetlere müstehak olanları bilir. Lâzım olan işlerde hikmetini icra eder” buyrulmuştur. (Yûsuf sûresi: 6)
Ya’kûb aleyhisselâm bu rüyâyı üç şeyle tâbir etti. 1-Yûsuf aleyhisselâma peygamberlik verileceği, 2-Rüyâ tâbiri ilminin öğretileceği, 3-Allahü teâlânın, onun üzerindeki nîmetlerini tamamlayacağı...
Bu rüyâ hâdisesinden sonra, Ya’kûb'un (aleyhisselâm) Hazret-i Yûsuf'a karşı olan muhabbeti daha da arttı. Elinde olmadan ona ve dolayısıyla Hazret-i Yûsuf'la anneleri aynı olan kardeşi Bünyamin'e daha çok ilgi göstermeye başladı. Ya’kûb'un (aleyhisselâm) diğer oğulları, babalarının Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşine olan bu sevgisini görüp, kıskanıyorlardı. “Onlar daha küçükler, bir faydaları, iş yapabilecek durumları yok. Halbuki biz, güçlü kuvvetli kimseleriz. Geçim işlerini biz görüyoruz. Babamıza daha faydalıyız. Buna rağmen babamız, onu bizden fazla seviyor” diyorlardı. Bu sebeple, Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan sevgisini kendileri açısından hatâlı buluyorlardı. Fakat, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmı elinde olmayarak ister istemez kalben seviyordu. Tabiî ki, bütün bunlarda ve Yûsuf aleyhisselâmın başına gelecek diğer hâllerde, Allahü teâlânın nice hikmetleri gizlidir. Geçmişi ve geleceği ancak her şeyi yoktan var eden Allahü teâlâ bilir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşlerinin kıssasında, ondan suâl edenler (ve başkaları için) Allahü teâlânın kudret ve hikmetine (veya Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğine) deliller vardır” buyrulmuştur. (Yûsuf sûresi: 7)
Yûsuf aleyhisselâmın kıssasında, onu soranlar ve onun kıssasını bilenler için, Allahü teâlânın kudretine ve hikmetine deliller vardır. Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşlerinin kıssalarında, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûsuf kıssasını soran yahudiler için de, Peygamber efendimizin peygamberliğine deliller vardır. Çünkü, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç bir kitabdan okumadığı, hiç bir kimseden dinlemediği hâlde, Yûsuf aleyhisselâmın kıssasını doğru olarak onlara haber verdi. Ayrıca bu kıssada Hazret-i Yûsuf'a haksızlık yapanların âkıbetleri, rüyâsının ve yaptığı rüyâ tâbirlerinin doğruluğu, mahzûn olduktan sonra sevindiği ve daha başka husûslar da bildirilmiştir.
Ayrı bir husûs da, Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, küçük kardeşlerini hased ettiler. Bu husûsta ellerinden geleni yaptılar. Ancak Allahü teâlâ, Yûsuf'u (aleyhisselâm) korudu. Mısır'a sultân yaptı. Kendisini hased eden kardeşlerine de âmir kıldı. İşte ibret alınacak husûslardan birisi de budur ki, Allahü teâlânın kudretini ve hikmetini göstermektedir.
İbn-i Atiyye; “Âyet-i kerîmede; “Soranlara” buyrulması, böyle haberleri öğrenmeye teşvik olup, insanların bu kıssaları (arayıp) sorması lâzım geldiğini bildirmek içindir. Çünkü bu kıssalarda ibretler ve nasîhatler vardır” buyurmuştur.
“Hani kardeşleri bir araya gelip şöyle demişlerdi: Yûsuf ve (ana-bir) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki, biz (birbirimizi destekleyen, kuvvetli) bir cemâatiz. (Biz on tane oğluyuz. Hiç birimize onlar kadar îtibâr ve himmet etmez.) Babamız (onları bizim üzerimize tercih etmekle) açık bir yanlışlık içindedir.” (Yûsuf sûresi: 8)
Aslında, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf (aleyhisselâm) ile kardeşini sevmekte, ikisini diğer kardeşlerine tercih etmedi. Bilindiği gibi, kalb bir kimseyi sevince, onun sevgisini kişinin kalbinden atması, kendi elinde olan bir şey değildir. Allahü teâlâ, Ya’kûb'u (aleyhisselâm) Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşine böyle bir sevgiyle bağlamıştı. Ayrıca Yûsuf ve kardeşinin anneleri, daha onlar çocuk iken öldüğü için onlara sevgi ve şefkât göstermişti. Bir de Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'ta (aleyhisselâm), diğer oğullarında görmediği rüşd ve asâleti görmüştü. Sevgisinin bir sebebi de bu idi. Buna ilâveten Yûsuf (aleyhisselâm), babasının rızâsını celbedici güzel hizmetler yapıyordu.
Yûsuf (aleyhisselâm) rüyâsını babasına anlattıktan bir müddet sonra, kardeşleri de bu işten haberdâr oldular. (Nasıl haberdâr olduklarına dâir kesin bir bilgi yoktur). Babaları kadar olmasa da, rüyâ tâbirinde bir hayli bilgilere sâhip olan Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, babalarının tahmin ettiği gibi, rüyâyı duyunca, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendilerinden üstün olacağını anladılar. Şeytanın da vesvesesiyle Yûsuf'u (aleyhisselâm) kıskandılar. Zâten öteden beri babalarının ona gösterdiği sevgi ve verdiği kıymet, onları yakıp bitiriyor, babalarının sevgisini, Yûsuf'un üzerinden alıp, kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Bunda başarılı olamadıkları gibi, birde üstüne rüyâ mes’elesi eklenince, hased ve kıskançlıkları had safhaya ulaştı. Toplanıp aralarında konuştular. Yûsuf'u babalarından uzaklaştırmaya karar verdiler. Bunun, için de iki yol düşündüler. “Yâ öldürürüz, veya onu babamıza ulaşamayacağı çok uzak bir yere bırakırız. Burada onu yırtıcı hayvanlar yer veya ölür” dediler. Böyle yaparak Yûsuf'u uzaklaştırmakla, babalarının sevgisini kendilerine çekeceklerini zannediyorlardı.
Ancak yaptıkları işin büyük günâh olduğunu bilmiyor da değillerdi. Fakat onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan kurtulduktan sonra, Allahü teâlâya tevbe edip, güzel ameller işleyerek sâlihlerden olmakla, günâhlarını affettirmeyi düşünüyorlardı. Ayrıca babalarına da güzel hizmetlerde bulunacaklar, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yokluğunda, onun sevgisini kendi üzerlerine çekeceklerdi. Ayet-i kerîmede onların bu hâli, meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “(İçlerinden biri dedi ki): “Yûsuf'u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki, babanızın teveccüh ve iltifâtı yalnız size olsun. Bundan (Yûsuf'u öldürdükten veya uzak bir yere bıraktıktan) sonra da (işlediğiniz bir cinayetten dolayı Allahü teâlâya tevbe eder, babanıza güzel muâmelede bulunarak) sâlihlerden bir topluluk olasınız.” Onlardan birisi (Yehûda veya Robîl) dedi ki: “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yûsuf'u öldürmeyin. (Zirâ o büyük günâhtır.) Onu bir kuyunun dibine bırakın ki, (oraya uğrayanlardan) yolculardan biri çıkarıp başka bir yere götüre... (Münasibi budur.)” (Yûsuf sûresi: 9-10)
Onların hepsi, Yûsuf aleyhisselâmı kuyuya atmakta ittifâk ettiler. Atmaya kararlaştırdıkları kuyu, bilinen bir kuyu idi. Ona gidip-gelen çok olurdu. Kuyuya uğrayan yolcuların onu çıkarıp götüreceklerini, dolayısıyla kuyuya attıklarında, hemen ölmeyeceğini, oradan kurtulacağını kuvvetle umuyorlardı. Tabiîn'den Katâde (rahmetullahi aleyh), bu kuyunun Kudüs'te bir kuyu olduğunu söylemiş, Tebe-i Tabiîn'den Mukâtil (rahmetullahi aleyh) ise, Ürdün'de, Ya’kûb aleyhisselâmın evine üç fersah (yaklaşık 17 km.) mesâfede olduğunu zikretmiştir. İşte, gelip-geçen bir kâfilenin onu alıp götürmesi için oraya attılar. Onların maksatları da, zâten onu, babalarından uzaklaştırmaktı. Kuyuya atmakla hem bu maksatları hâsıl olacak, hem de onu öldürmek günâhından kurtulacaklardı. Müfessirler; bu sözü söyleyenin, bu işe aslâ râzı olmadığını, ancak kardeşleri vaz geçmeyeceği için, açıkça bu işi yapmayın demedi. “Onu öldürmeyin. Zirâ bu büyük bir günâhtır. Onu uzak bir yere bırakın. Maksadınız onun babanızdan uzaklaşması ise, bu, bu şekilde de tahakkuk etmektedir” dedi. “Eğer benim sözümü tutarsanız” demesi bunu göstermektedir buyurmaktadırlar.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları bu kararı verdikten sonra, Yûsuf aleyhisselâmı babasından istemek işini Yehûda'ya havâle ettiler. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm oğulları içinde ençok Yehûda'nın sözüne îtibâr ederdi. Ancak Yehûda, Yûsuf'un öldürülmesine râzı değildi. Kardeşlerinin ona bir kötülük yapmalarından korktu.. Onlardan, öldürmeyip kuyuya atacaklarına dâir kesin söz aldı. Hep birlikte Ya’kûb aleyhisselâmın huzûruna vardılar. Ondan, Yûsuf'la berâber kırlara gitmek için izin istediler.
Onlar, babalarının, Yûsuf aleyhisselâmı kendilerine emânet etmeyeceğini hissediyorlardı. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâmın, onların Yûsuf'a (aleyhisselâm) hased ettiklerini öteden beri bildiğinin farkındaydılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, yanlarında götürebilmek için hîleye başvurdular. Babalarının yanına Yûsuf'u (aleyhisselâm) çok sevdiklerini, ona karşı şefkâtli ve merhametli olduklarını gösteren tavırlarla vardılar. Babalarını iknâ edip, Yûsuf'u elinden almanın yollarını aradılar. Ona diller döktüler. Her zaman yaptıkları gibi, ertesi gün de koyunlarını otlatmak için kıra giderek, çayır ve çimenler üzerinde istirâhat edip, koşu ve ok atma yarışı yapacaklarını ve yanlarında Yûsuf'u da götürmek istediklerini söylediler. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, meâlen, babalarına; “Ey babamız! Sen Yûsuf'u bize (emanet husûsunda) niye inanmıyorsun? (Onun hakkında bizden niçin korkuyorsun?) Halbuki biz ona karşı şefkâtliyiz ve onun hayrını (iyilik ve faydasını) istiyoruz dediler. Yarın onu bizimle kıra gönder, bizimle (meyve) yesin, (ok atmak ve koşmak sûretiyle) oynasın. Biz onu zarardan muhâfaza ederiz dediler.” (Yûsuf sûresi: 11-12)
Ya’kûb aleyhisselâm, rüyâsında on tâne kurdun Yûsuf'a (aleyhisselâm) hücûm edip, öldürmeye kastettiklerini görmüştü. O kurtlardan biri onu himâye etmiş, bu sırada yer yarılarak Yûsuf aleyhisselâm oraya girmiş, üç gün sonra tekrar ortaya çıkmıştı. Ya’kûb aleyhisselâm, bu rüyâdan sonra kardeşlerinin Yûsuf'a bir şey yapmalarından korkar olmuştu. Âyet-i kerîmede oğullarına meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “(Babaları onlara); Onu götürmeniz beni mahzûn eder. Siz ondan habersiz iken onu kurt (gelip) yemesinden korkarım dedi. (Bunun üzerine oğulları); Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse, âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz dediler.” (Yûsuf sûresi: 13-14)
Ya’kûb aleyhisselâm; “Onu kurt yemesinden korkarım” sözü ile oğullarına ipucu verdi. Yûsuf'un başına getirdikleri işlerinden dönüşlerinde, babalarına verecekleri cevâbı onun ağzından aldılar. Çünkü onlar, o zamana kadar, kurdun insanı yiyebileceğini bilmiyorlardı. Âlimlerimiz buradan kişinin hasmına hüccet, ipucu telkin etmesinin uygun olmadığını anlamışlardır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır” buyruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “İnsanlara hüccet telkin etmeyiniz (ipucu vermeyiniz), sonra yalan söylerler” buyruldu.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u (aleyhisselâm) vermemek için oğullarına iki şeyi mâzeret olarak gösterdi. Birinci olarak, ondan ayrılmanın kendisini mahzûn edeceğini, hattâ onun ayrılığına tahammül edemeyeceğini söyledi. İkinci olarak, aralarında yarış yaparken unutup, lâzım gelen ihtimamı, gösteremeyerek onu kurda yedirmelerinden korktuğunu söylemesi idi. Babalarının bu sözlerine karşı oğulları, ondan ayrılığının fazla sürmeyeceğini, kısa bir müddet sonra döneceklerini hissettirdiler. Bu sebeple, babalarının; “Onu götürmeniz beni mahzûn eder” sözü üzerinde durmadılar. Yûsuf aleyhisselâmı berâberlerinde götürmelerine en kuvvetli mâni olan kurt yemesi mevzûuna geçtiler. Babalarını bu husûsta iknâ etmeleri lâzımdı. Bu sebeple, babalarına yemîn ederek; “Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse, âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerinin böyle bir işi yapmaya kalkışmaları bir çok günâhları ihtivâ etmektedir. Onlar, akrabâ ile alâkayı kesmek, ana-babaya karşı gelmek, günâhsız bir kimseye (Yûsuf'a) merhamet etmemek, emânete hıyânet etmek, verilen sözde durmamak, babalarına yalan söylemek gibi günâhları işlediler. Ancak Allahü teâlâ, hiç kimsenin rahmetinden ümîd kesmemesi için onların bütün bu günâhlarını affeyledi. Nitekim “Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-pütî hazretleri; “Belki, Allahü teâlânın onların bütün bu günâhlarını af ve mağfiret buyurmasının sebebi, onların babalarına (Ya’kûb aleyhisselâma) aşırı derecedeki sevgilerindendir. Onların babalarına karşı sevgileri, onun bir başkasına teveccüh ve iltifât etmesine bile tahammül edemeyecek kadar çoktu. Zâten onların böyle günâhlara düşmeleri de, babalarına karşı olan bu aşırı sevgilerinden idi” buyurdu.
Bâzı âlimler de şöyle buyurdular: “Onlar, Yûsuf aleyhisselâmı öldürmeye karar vermişlerdi. Ancak Allahü teâlâ, bu kötü işi yapmaktan onları muhâfaza eyledi. Şâyet Yûsuf aleyhisselâmı öldürselerdi, hepsi helâk olurlardı.”
Bir rivâyete göre: Ya’kûb aleyhisselâm oğullarının ısrârlarını hiç dikkate almadı. Ancak onlar, hîle yolunu yine bulmuşlardı, Yûsuf'u (aleyhisselâm), kendileri ile kıra gitmeye iknâ edip, heveslendirmişlerdi. Babalarına, onunla berâber gidip izin istediler. Yûsuf'un da (aleyhisselâm) kendileri ile berâber gelmek istediğini söylediler. Yûsuf'tan sorup da gitmek isteğini öğrenince Ya’kûb aleyhisselâm takdire râzı oldu. Çünkü Yûsuf'u (aleyhisselâm) kırmazdı. Onun arzusunu yerine getirir, gönlünü hoş ederdi. Ertesi gün elbiselerini giydirip, kardeşleri ile birlikte Yûsuf'u da (aleyhisselâm) gönderdi. Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmı alıp, gâyet izzet ve ikrâm ile kıra doğru götürdüler. Babalarından uzaklaşınca ona eziyet etmeye başladılar. “Ey yalancı rüyâ sâhibi! Hani sana secde ettiklerini söylediğin o yıldızlar! Seni, bugün bizim elimizden kurtarsın” dediler. Yehûda (veya Robîl) onu öldüreceklerinden korktu. Onlara; “Bana, onu öldürmeyeceğinize dâir söz vermiştiniz” dedi. Az sonra, atmayı kararlaştırdıkları kuyunun yanına vardılar. Bu kuyunun üst tarafı dar, altı ise genişti. Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmı kuyunun başına getirdiler. Elbiselerini soydular, ipe bağlayıp, kuyuya sarkıttılar. Kuyunun yarısına kadar varınca, ipi kestiler. Kuyuda su vardı. Yûsuf aleyhisselâm suyun içine düştü. Bu sırada Yûsuf aleyhisselâm şu duâyı okudu: “Yâ şâhiden gayre gâibin veya karîben gayre baîdin veya gâliben gayre mağlubin. İc'al lî min emrî ferecen ve mehrecâ.” (Ey gâib olmayan Şâhid! Ey uzak olmayan Karîb! Ey mağlûb olmayan Gâlib! Beni bu musîbetten kurtar. Bunun için bana bir çıkış yolu nasîb et.)
Bir rivâyete göre, bu sırada Allahü teâlâdan Cebrâil aleyhisselâma; “Kuluma yetiş ey Cebrâil!” hitâbı geldi. Cebrâil aleyhisselâm onu, suyun içindeki bir kayanın üstüne oturttu. Yûsuf aleyhisselâma duâ etmesini, Allahü teâlâya yalvarmasını, Allahü teâlânın yapılan duâları kabûl edeceğini söyledi. Şöyle duâ etmesini bildirdi: “Allahümme yâ kâşife külli kürbetin veya mucîbe külli dâvetin, veya câbire külli kesîrin veya müyessire külli asîrin veya sâhibe külli garîbin veya mûnise külli vâhidin veya lâ ilâhe illâ ente es'elüke en tec'ale lî ferecen, mahrecen ve en takzife hubbeke fî kalbi hattâ lâ yekûne lî hemmün ve lâ zikru gayrike ve en tehfezanî ve terhamenî yâ Erhamerrâhimîn”
(Ey her belâyı kaldıran, her duâyı kabûl eden, kırık kalbleri saran, iyileştiren, her güçlüğü kolaylaştıran, her garîbin sâhibi, yalnızların teselli edicisi, ey kendisinden başka ilâh olmayan! Beni (içinde bulunduğum sıkıntıdan) kurtarmanı, onun için bana bir çıkış yolu nasîb etmeni, muhabbetini kalbime koymanı, böylece benim için senden başka bir düşünce ve zikir olmamasını, her türlü (günah ve musîbetten) muhâfaza buyurmanı, bana merhametinle muâmele etmeni isterim. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım!)
Yûsuf aleyhisselâm kuyuda duâ edip, Allahü teâlâyı zikretmeye başladı. Allahü teâlânın isimlerini, esmâ-ül-hüsnâyı söyledi. Melekler, Yûsuf aleyhisselâmın zikrini duyup, çevresine toplandılar. Yûsuf aleyhisselâmla ünsiyet (yakınlık) peydâ ettiler. Mü'minler de, Allahü teâlâyı anmak üzere bir araya geldiklerinde, melekler, Allahü teâlânın izniyle gelip Yûsuf'un (aleyhisselâm) etrâfını çevirdikleri gibi mü’minlerin de etrâfını çevirerek onlarla ünsiyet peydâ ederler. Mukarrebînden olan bu meleklerin, böyle zikir meclislerine inmesi, Allahü teâlâyı anmanın pek şerefli ve kıymetli bir iş olmasından dolayıdır. Allahü teâlâyı anmak, kalbi yumuşatır. Kalbin canlı kalmasına sebep olur. Kalb Allahü teâlâyı zikretmediği, anmadığı zaman, ona, nefsin harâreti, şehvetlerin ateşi dokunur. Bunlarla kalb katılaşır, onda huşû, merhamet ve yumuşaklık kalmaz. Kalb kurur, canlılığını kaybeder. Uzuvlar, ibâdet ve tâattan uzaklaşır. Sonunda (kuruduğunda), sâdece kesilip yakılmaya yarayan kuru bir ağaç olur.
Başka bir rivâyete göre Yûsuf (aleyhisselâm) kuyuya atılınca suya düştü. Daha sonra orada bulunan bir kaya parçasının üstüne çıktı. Allahü teâlâya yalvarmaya ve ağlamaya başladı. Hasen'in (radıyallahü anh) rivâyetine göre; Yûsuf aleyhisselâm kuyuya atılınca, su tatlılaştı. Onun için yiyecek ve içecek yerine geçti. Cebrâil aleyhisselâm ona arkadaşlık etti. Cebrâil aleyhisselâm ayrılmak isteyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Sen gidince yalnız kalacağım” dedi. Cebrâil aleyhisselâm ona; “Yâ sarîhal müstesrihîn! Yâ gavselmüstegîsîn! Yâ müferrice kürebil mekrûbîn!” şeklinde duâ etmesini söyledi. Yûsuf aleyhisselâm bu şekilde duâ edince, çevresi meleklerle doldu. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâm kuyuda yalnızlık çekmedi.
Allahü teâlâ; teselli ve sükûn bulması için, Yûsuf aleyhisselâma, içinde bulunduğu mihnetten kurtulacağını, onların, günün birinde huzûrunda durup kendisine muhtâç olacaklarını, kendisinin Yûsuf aleyhisselâm olduğunu hatırlarından geçirmedikleri bir sırada, onlara yaptıklarını haber vereceğini ilhamla bildirdi.
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri tarafından kuyuya atıldığı ve Allahü teâlâ tarafından vahiyle teselli edildiği, Yûsuf sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Nihâyet onu (Yûsuf'u, kardeşleri alıp) götürdüler. Onu kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdılar. (Yûsuf'a, gam çekme! Şu zor durumdan elbette kurtulacaksın) onlar (senin, mevkinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin diye vahyettik.”
Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmın sırtından çıkardıkları gömleği, kana buladılar ve Ya’kûb aleyhisselâma götürdüler. Yûsuf'u kurt yedi. İşte onun kanlı gömleği diye göstereceklerdi. Babalarının yanına akşam vakti geldiler. Çünkü, onlar için bu zaman Yûsuf'u getiremediklerine dâir gösterecekleri mâzeret için en müsâit vakitti. Eve yaklaşırken, her biri yalancıktan ağlamaya, bağrışıp çığrışmaya başladı. Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “Akşam olunca, ağlaya ağlaya babalarına geldiler” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 16) Ya’kûb aleyhisselâm onların ağlamalarını işitip dışarı çıktı, hepsini üzüntülü bir hâlde gördü. Onlara; “Sürülerinize mi bir şey oldu? Ne var?” dedi. Onlardan; “Hayır!” cevâbını alınca, Yûsuf’un (aleyhisselâm) nerede olduğunu sordu. Onlar da getirdikleri kanlı gömleği âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Ey bizim babamız! Hakikaten biz gittik, yarış edecektik. Yûsuf'u da eşyalarımızın ve elbiselerimizin yanına bırakmıştık. (Bir de ne görelim) onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da (biliyoruz ki), sen bize inanmazsın dediler. (Bir de) üstüne yalan bir kana bulaştırılmış olan gömleğini getirdiler. (Ya’kûb aleyhisselâm) onlara; “Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim” dedi.” (Yûsuf sûresi: 17-18) buyruldu. Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un kanına bulanmış olduğu söylenen gömleği yüzüne gözüne sürdü, gömleğe baktı. Kana bulanan gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görünce; “O kurdun Yûsuf'uma karşı şefkâti sizden fazla imiş. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylusunu görmedim. Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleğini bile yırtmamış” dedi ve takdire râzı olup, sabr-ı cemilin kendisi için en güzel yol olduğunu söyledi.