Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine; Fir’avn ise insanların îmân etmelerine mâni olmaya devam ederken, yukarıda zikredildîği gibi zaman zaman onlara çeşitli musîbetler geldi. Buna rağmen onlar îmân etmeyip her defâsında karşı çıktılar. Nihâyet onlarda cild hastalıkları ve üç gün süren karanlık oldu. Fir’avn bunları ve mallarının helâk olduğunu görünce korktu. Hazret-i Mûsâ'nın, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan gitmesine izin verdi. Hazret-i Mûsâ da bütün İsrâiloğullarına haber verdi. Mısır'dan çıkacaklarını ve hazırlıklı olmalarını bildirdi.
Âlimler dediler ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı ve İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın şerrinden, zarar vermesinden kurtarmak ve onlara gâlib getirmek dileyince ve bunun vakti gelince, Hazret-i Mûsâ'ya vahyedip, İsrâiloğullarından dört evin fertlerini bir evde toplamasını, her toplanan evde birer kuzu kesip kanının kapılara sürülmesini vahyetti ve buyurdu ki: “Düşmanlarınıza azâb göndereceğim, bunun için melekler gelecek. Kapısında kan olan eve girmeyecekler. Taze ekmek pişirin. Bu sizin için kolaylıktır. Sonra kullarımı gece yola çıkar. Onları denize kadar götür. Orada emrim sana ulaşır.” Mûsâ aleyhisselâm, bunları kavmine söyledi ve bildirdiği gibi yaptılar. Böylece İsrâiloğullarına âit olan bütün evlerin kapıları kanla işâretlendi. Kıptîler, İsrâiloğullarına; “Niçin kapılarınıza bu kanı sürersiniz?” diye sordular. Onlarda; “Allahü teâlâ size azâb gönderecek, biz kurtulacağız, siz helâk olacaksınız” cevâbını verdiler. Kıptîler; “Rabbiniz size yalnız bu alâmeti mi bildirdi” deyince; “Peygamberimiz bize böyle emretti” dediler.
Sabah olunca gördüler ki, Fir’avn âilesindeki (avânesindeki) bütün kızlar tâûn hastalığına yakalanıp, bir gecede ölmüşler. Kıptîler onların defni ve gelen musîbetin üzüntüsü ile meşgûl oldular. Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, işte o zaman, denize, yâni Süveyş'e doğru geceleyin hareket ettiler.
Bu husûsta Şuarâ sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (İsrâiloğulları) ile gece Mısır'dan çık, git! (Fir’avn ve askeri, çıkmanıza mâni olmak için ardınıza düşecek,) sizi tâkib edeceklerdir.”
Tâhâ sûresinin 77 ve 78. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece Mısır'dan çık git! (Asânı denize vurmakla) denizde kullarımın geçmeleri için kuru yol aç. (Asânı denize vurunca, bizim kudretimizle denizde kuru yol açılır.) Böylece, Fir’avn’ın size yetişmesinden ve denizde boğulmaktan korkunuz kalmasın, diye vahyettik.
Hemen, Fir’avn ordularıyla onları tâkib etti. Derken (Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için açılmış olan yollara onlar da girip ilerlediler. Sonra Hak teâlânın emriyle) duran su onların üzerlerine yıkılıverdi. Su onları kaplayıverdi. Hepsi boğulup helâk oldular. Mûsâ da (aleyhisselâm) kavmiyle berâber kurtuldu.”
Mûsâ aleyhisselâmın, yanındakilerle birlikte çıkıp gittikleri gece, Kıptîlerin her birinin evlerinde çeşitli hâdiseler oldu. Kızları öldü. Yâni Allahü teâlâ onların her birine çeşitli musîbetler ve sıkıntılar verdi. Herkes başının derdine düşüp, hiç kimse, İsrâiloğullarının ayrılıp gitmelerini fark edemedi. Kıptîler o gece vefât eden kızlarını defnetme işlerini bitirdikten sonra, ortalarda İsrâiloğullarından hiç kimsenin görünmemesiyle vaziyeti anladılar. Gittikleri belli olunca, daha evvel izin vermiş olmasına rağmen, Fir’avn çok pişman oldu. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, askerini toplayıp onları tâkib etmeye, arkalarına düşmeye karar verdi. Kızgınlığı son haddinde idi. Üstelik kızlarının ölümüne de onların sebep olduklarını iddiâ ediyordu. “Bunu Mûsâ ve kavmi yaptı. Kızlarımızı öldürdü. Sonra da çıkıp gitti. Hem de sâdece kendilerinin gitmesine râzı olmayıp, bizim mallarımızı, eşyalarımızı da yanlarında götürdüler” dedi. Ve hemen kavminin toplanmasını emretti. İsrâiloğullarının gitmelerine müsâde etmeyeceklerini ve onlarla harb edeceklerini söyledi.
Bu sırada İsrâiloğulları, önlerinde Hârûn ve arkalarında Mûsâ (aleyhimesselâm) olmak üzere yollarına devam ediyorlardı. Kaynaklarda bildirildiğine göre, yetmiş yaşından büyükleri ve yirmi yaşından küçükleri hesâba katılmamak üzere yâni hepsi harb edebilecek şekilde olanların sayısı oldukça yüksekti. Fakat harb edecek silâh ve malzemeleri yoktu.
Fir’avn, her tarafa adamlar gönderip, memleketin dört bir köşesinde bulunan askerinin toplanmasını emretti. “Tefsîr-i Tibyan”da diyor ki: “O zamanda Mısır'da bin şehir ve onikibin de köy vardı. Bütün bunlarda bulunan askerleri toplanıp geldi. Bu husûsta Şuarâ sûresinin 53-56. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “(Askerlerini toplayıp, İsrâiloğullarının arkalarına düşebilmek için) Fir’avn derhal şehirlerine vazifeliler gönderdi. (Toplanan askerlere dedi ki:) İşte firâr eden Benî İsrâil, bize nispetle sayıları daha az olan bir cemâattir. Fakat, böyle yapıp, bize muhâlefet etmekle bizi darıltıp, gadaba getirdiler. Fakat biz hasmımızın zararından sakınan, ihtiyatlı bulunan (harb âletlerini iyi kullanan) bir topluluğuz.”
Âyet-i kerîmelerde de bildirildiği gibi, Fir’avn, İsrâiloğullarının gizlice ayrılıp gitmelerine fenâ hâlde kızdı. Derhal adamlarını ve askerlerini toplayarak, onların moralini kuvvetlendirmek için çeşitli sözler söyledi. Onlara dedi ki: “Firar edip (kaçıp) gidenler, bize nispetle az bir topluluktur. Yâni kuvvet bakımından bize karşı koyacak hâlde değillerdir. Hemen az bir zaman içinde işlerini bitirir, geri döneriz. Gerçi tâkib etmesek, nereye giderlerse gitsinler desek de olur. Fakat, onlar bize muhâlefet etmekle, görüşümüzü almadan kendi başlarına çekip gitmekle bizi gadaplandırdılar.” Fir’avn böylece kavmine yalan söylemiş oluyordu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâma, kavmini alıp gitmek üzere izin vermişti.
Fir’avn sözlerine devamla; “Eğer bize muhâlefet edenleri, ırklarını, nesillerini kesmek sûretiyle cezâlandırmazsak, hâkimiyetimize gölge düşer. Halbuki biz kuvvetli bir cemiyetiz. Bunlar gibi muhaliflerimize karşı dâimâ ihtiyatlı bulunuruz ve zararlarından sakınırız” diyerek, askerini ve ileri gelen adamlarını cesâretlendirmeye çalıştı.
Fir’avn, adamları ve askerleri bundan sonra; bahçelerini, bostanlarını, bahçelerinde bulunan çeşmelerini (akarsularını), İsrâiloğullarına daha önce verdiklerinin hâricindeki hazînelerini, oturdukları debdebeli makâmlarını, hâsılı her şeylerini terkederek yola çıktılar. Onların bu şekilde İsrâiloğullarının ardından gelmeleri husûsunda Şuarâ sûresinin 57-61. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Böylece, Fir’avn ve kavmini Mısır'ın (Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş), güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları altın ve gümüş definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Hepsi bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâilloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar kısaca Fir’avn ve kavminin terk ettiği bu kıymetli varlıklar, daha sonra İsrâiloğullarının eline geçti. Süleymân aleyhisselâm zamanında İsrâiloğulları Mısır'ın tamamına hâkim oldular.) Vaktâ ki Fir’avn ve ordusu güneş doğarken, İsrâiloğullarına yaklaştı. İki ordu (İsrâiloğulları ile Fir’avn ve kavmi) birbirlerini görecek kadar yakına geldiler. İsrâiloğulları, (önlerinde Kızıldeniz'i, arkalarında Fir’avn ve kavmini görünce endişeye kapılıp,) Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Fir’avn askeri bize yetişti. (Herhâlde biz şimdi onların elinde esir ve helâk olacağız) dediler.”
İsrâiloğulları, Kıptîlerin sayıca ve silâh bakımından kendilerinden çok ileride olduklarını, dolayısıyla onlarla muhârebe edemeyeceklerini, bir tarafları deniz olduğundan kaçmak ihtimâllerinin de bulunmadığını düşünerek endişeye kapıldılar. Fir’avn ve kavminden çok eziyet, zulüm gördüklerinden, onların te’siri altında kalmışlar, çok korkmuşlardı. Bu defâ da yine onlardan bir takım cezâlar göreceklerini, onların elinde helâk olacaklarını zannettiler: “Fir’avn ve askeri bize ulaşmak üzere, artık bizim için yaşamak ümidi kalmadı” dediler.
Fakat, hazret-i Mûsâ onları teselli etti. Fir’avn ve askerinin kendilerine hiç bir zarar yapamayacağı hakkında te’minat verdi. Çünkü, Allahü teâlâ onları kurtaracağını vâd etmişti. Mûsâ aleyhisselâm da, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu biliyor ve O'na güveniyordu. İsrâiloğullarına dedi ki: “Aslâ, hayır. İçinde bulunduğunuz hâlin hakîkati sizin zannettiğiniz gibi değildir. O mel’ûnlar size yetişemeyecekler ve bir zarar yapamayacaklardır. Çünkü, Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. Bana kurtuluşumuzu vâd etti. O'nun vâdinde yanlışlık olamaz. O, vâdinden aslâ dönmez. O, beni ve sizi düşmanlarımıza karşı elbette himâye buyuracaktır. Korkmaya, endişelenmeye lüzum yok.” Orada bulunanlardan biri; “Nereye gideceğiz ki, önümüz deniz, arkamız ise düşmandır” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Bu duâyı Abdullah İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ), Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) naklederek şöyle bildirmiştir:
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Süleymân bin Mihrân el-A'meş'in (rahmetullahi aleyh), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet ettiği bildirilmektedir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) İsrâiloğulları ile denizi geçerken söylediği kelimeleri size bildireyim mi?” buyurdu. “Evet, buyurun yâ Resûlallah!” dedik. Bunun üzerine; “Allahümme leke'l-Hamdü ve ileykelmüştekâ, ve entel-müste'ân, ve aleykettüklân, velâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil azîm” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları işittikten sonra hiç dilimden düşürmedim demiştir.
Nitekim bu husûsta Şuarâ sûresinin 62. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ ((aleyhisselâm) yanında bulunanlara); “Hayır, onlar bize yetişemez. Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. O, tez vakitte bana kurtuluş yolunu gösterir, kurtuluş verir” dedi.”
Allahü teâlâ; Fir’avn’ın, askeriyle birlikte Mısır'dan çıkıp, deniz kenarında bulunan İsrâiloğullarına yaklaştığını, iki taraf askerinin birbirini gördüğünü; önlerinde deniz, arkalarında düşman ordusu olduğundan, İsrâiloğullarının endişeye kapıldıklarını, Hazret-i Mûsâ'nın kurtulacaklarına dâir onlara te’minat verdiğini beyân ettikten sonra, İsrâiloğullarının kurtulduklarını haber vermiştir.
Abdullah ibni Selâm'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilerek bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ denizin kenarına vardığında; “Ey her şeyden evvel var olan, her şeyi var eden, ezelî ve ebedî olan Rabbim! Bana bir çıkış yolu göster” diye duâ etti. Allahü teâlâ ona; “Asânı denize vur!” diye vahyetti. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm); asân ile denize vur diye vahyettik. O da vurunca, deniz parçalara (oniki parçaya) ayrılıp yollar (oniki yol) meydana geldi. Her yolun iki yanı (yolların arası, semâya yükselen) büyük bir dağ gibi sularla kaplı, açılan yollar ise kupkuru idi. (Yolların etrâfındaki yüksek sular, Allahü teâlânın kudretiyle, hareket etmeden o şekilde duruyordu. Oniki fırka olan İsrâiloğullarından her fırka bir yoldan girip, selâmetle karşıya geçtiler.) Fir’avn ve kavmini de İsrâiloğullarına yaklaştırdık. (Onlar da açılan yollardan denize girdiler.) Mûsâ (aleyhisselâm) ve berâberinde bulunan İsrâiloğullarını boğulmaktan kurtardık. Sonra Fir’avn ve kavmini denize garkettik.
İşte bunda (denizin yarılıp Mûsâ aleyhisselâmın ve berâberinde olanların kurtulmalarında, Fir’avn ve kavminin boğulmasında)Allahü teâlânın kudretine, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) dâvâsının doğruluğuna delâlet ve bir ibret vardır. Lâkin Fir’avn kavminin ekserisi onu tasdik etmediler. (Denildi ki, Fir’avn kavminden Hazret-i Mûsâ'ya îmân etmiş olanlar, sihirbazların dışında sâdece şunlardır: Âsiye binti Müzâhim, Hazkîl ve hanımı, Mâşita Hâtun ile Meryem binti Nâmûsâ isimli bir kadın.)
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) senin Rabbin, Fir’avn gibi düşmanlarına gâlib ve Mûsâ (aleyhisselâm) gibi dostlarına merhamet sâhibidir.” (Şuarâ sûresi: 63-68)
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm ve yanında bulunanlar, Allahü teâlânın kudretiyle denizde açılan yollara girip ilerlemeye başladılar. Oniki tâne ayrı yol vardı. Her iki yol arası dağ gibi su idi.
İsrâiloğulları denizde ilerlerken, bir yolda bulunan başka yoldakini bilmez ve görmezdi. Çünkü arada dağ misâli su kümeleri donmuş hâlde duruyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın yanında olanlar, ona; “Yâ Mûsâ (aleyhisselâm)! Biz bu yolda gidiyoruz. Fakat diğer yollara girmiş olan akrabâlarımızın hâlinin nice olduğunu bilmiyoruz. Onlar da bizim gibi sağ ve selâmetle yollarına devam ediyorlar mı? Yoksa denizin içinde boğulup helâk mi oldular?” dediler.
Hazret-i Mûsâ hemen duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle, yollar arasında bulunan dağ gibi sular içinde pencere açıldı. Böylece, denizden geçmekte olan İsrâiloğulları birbirlerini görerek sevindiler. Gönülleri rahatladı.
Kolaylıkla denizi geçip karşı kıyıya çıktıkları zaman, geri tarafta Fir’avn ve ordusunun önü de denize dayanmıştı. Denizde açılmış yolları ve İsrâiloğullarının selâmetle karşıya geçtiğini görünce hayrette kaldılar. Denizde açılmış yollar, önlerinde apaçık duruyordu. Fakat asker, girmeye cesâret edemedi. Fir’avn, askerini cesâretlendirmek için; “Denize bakın! Düşmanlarıma, benden önde yürümüş, gitmiş olan kölelerime yetişmem için, heybetimden nasıl da yarıldı. Onları yakalayıp hepsini öldüreceğim. Yürüyün, haydi denize” diye böbürlendi.
Asker içinde, kimse denizde bulunan yollara girmeye cesâret edemedi. Hattâ Fir’avn’ın veziri olan Hâmân bile, atını sürüp girmek isteyen Fir’avn'a mâni oldu ve; “Ben buraya çok geldim, burada böyle bir yol yoktu. Ben korkuyorum. Bu hâlin, o adamın (Hazret-i Mûsâ'nın) bir hîlesi olduğunu zannediyorum. Bizim ve adamlarımızın helâk olmasından endişe ediyorum” dedi. Fir’avn onun sözlerine kulak asmadı ve denize girmek için acele ile atını ileri sürdü. At gitmek istemedi ve diretti. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm beyaz renkli at üzerinde, bir insan sûretinde oraya geldi ve ileri atıldı. Fir’avn’ın atı, onu görünce, kişneyerek ardından denize (denizde açılmış yola) girdi. Bundan sonra bütün ordu denize girip, ilerlemeye başladı. Aslında Fir’avn’ın kendisi de denize girmeye korkuyor, çekiniyor, fakat cesâretli imiş gibi görünmekten de geri kalmıyordu.
Fir’avn dâhil orada bulunan herkes, insan şeklinde görünüp, denize giren Cebrâil aleyhisselâmı kendilerinden biri zannetmişler ve bundan sonra denize girmeye cesâret göstermişlerdi. Bu sırada Cebrâil beyaz ata binmiş bir insan şeklinde önde giderken Mikâil aleyhisselâm da yine ata binmiş bir insan sûretinde Fir’avn’ın ordusunun arkasından gelerek; “Haydi çabuk olun! Önceki arkadaşlarınıza yetişin, geride kalmayın” diyerek onları da ileri sürdü. Nihâyet, Fir’avn’ın askerinin ön kısmı karşı sâhile yaklaştığında, arkada olanların hepsi denize girmişler, dışarıda onlardan hiç kimse kalmamıştı. Yâni Fir’avn ile ordusunun ön tarafı, İsrâiloğullarının çıktıkları kıyıya, arka kısmı ise geri taraftaki sâhile yakın idi.
Bu hâlde iken Allahü teâlâ denize, kapanarak onları batırmasını emretti. Hak teâlânın bu emri ile bütün yollar kapanıverdi. Fir’avn ve askerinin hepsi boğulup gitti. Hazret-i Mûsâ ve berâberindekilerin, denizi selâmetle geçtikleri; Fir’avn ile ordusunun helâk olduğu o gün, Muharrem ayının onu, yâni aşure günü idi. Mûsâ aleyhisselâm ve yanındakiler, bu nîmete, şükür olarak, o gün oruç tuttular.
İsrâiloğulları, karşı tarafta, sâhilde, yüksekçe bir yere çıkmışlardı. Denizde açılmış yolların kapanması ve dalgaların çarpışmasıyla çıkan müthiş gürültüyü ve hengâmeyi duyup; “Bu sesler nedir?” diye söylenirlerken, Mûsâ aleyhisselâm onlara; “Allahü teâlâ, Fir’avn'u ve berâberindekilerin hepsini denizde boğup helâk etti” dedi.
Bunun üzerine İsrâiloğulları da bulundukları yüksekçe yerden, Fir’avn ve kavminin helâk oluşlarını seyrederek, hâdiseyi gözleriyle gördüler. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Ey Benî İsrâil! Hatırlayın şu zamanı ki biz, o zamanda sizin deryâya girmeniz sebebiyle denizi (oniki ayrı yola) ayırıp sizi kurtardık. Fir’avn ve takımını da denizde garkettik ve siz de onların nasıl boğulup helâk olduklarını sâhilden seyrediyor, onlara bakıyordunuz.” (Bakara sûresi: 50)
Rivâyete göre Fir’avn, boğulacağını tam anlayınca; “Benî İsrâil'in îmân ettiği Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına îmân ettim. Ben şimdi Müslümanlardanım” dedi.
Bilindiği gibi, Fir’avn ve kavmine daha evvel, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanıp, îmân etmeleri, gafletten uyanmaları için O'nun kudretine alâmet ve işâret olmak üzere bâzı musîbetler gelmişti. Her musîbet geldiğinde, Fir’avn ve kavmi Hazret-i Mûsâ'ya yalvarıp; “Rabbinin sana verdiği ahd (peygamberlik, duânı kabûl etmek) hürmetine O'na duâ et. O senin duânı elbette kabûl eder. Bu musîbeti bizden kaldırsın. Eğer kaldırılırsa, artık biz elbette sana îmân edeceğiz. İsrâiloğulları ile gitmene müsâde edeceğiz ve kat’î olarak, kesin bir şekilde söz veriyoruz ki, bir daha eski hâlimize dönmeyeceğiz” diyorlardı. O da duâ edip musîbet kaldırılınca, onlar verdikleri sözü tutmayıp, yine eski hâlleri üzere devam ediyorlardı.
Âlimlerin bildirdiklerine göre, Fir’avn her ne kadar boğulurken îmân ettiğini söyledi ise de bu hakîkî bir îmân, tasdik değildi. Böyle söylemekle, kurtulacağını sandı. Kurtulsaydı küfür ve zulmüne devam edecekti.
Ayrıca bu îmân, kalbden olsa bile, yeis ve ümîdsizlik hâlinde olduğundan, makbûl ve mûteber değildir. Artık, can hulkuna (boğaza) geldikten sonra, rûhunun çıkmak üzere olduğu sırada, insana âhıret hâlleri keşfolup hakîkati gördüğünde, bu anda îmân etmesi de makbûl ve mûteber değildir. Yâni îmânın gaybî olması, insanın görmeden inanması lâzımdır.
Tefsîr âlimlerinin beyânlarına göre, Fir’avn’ın îmânı sahih ve makbûl değildir.
Mûsâ aleyhisselâm ile birlikte İsrâiloğullarının denizden selâmetle geçip kurtulmaları, Fir’avn ve kavminin, topluca denizde boğulmaları husûsunda, başka âyet-i kerîmelerde de meâlen buyruldu ki:
“Celâlim hakkı için, muhakkak ki biz, Kureyş kavminden evvel, Fir’avn kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihân etmiştik. Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Mûsâ aleyhisselâmdır.) O, onlara şöyle dedi; Allah'ın kullarını (Benî İsrâil'i) bana verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın, kendilerine azâb etmeyin.) Muhakkak ki, ben, Allahü teâlâ tarafından size vahiyle gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allahü teâlâya karşı tekebbür etmeyin. Zirâ ben size dâvâmın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mûcize ile geldim. Biliniz ki ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınıyorum ki, O beni muhâfaza eder.
Eğer beni tasdik ve îmân etmezseniz, beni kendi hâlime bırakınız. (Ben hayrınızdan geçtim şerriniz bâri dokunmasın. Onlar îmân etmedikleri, kendisini yalanladıkları gibi, bilâkis bir takım ezâ ve cefâya başlayınca) Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere ısrâr eden bir kavimdir” dedi. Allahü teâlâ Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyedip buyurdu ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece (Mısır'dan) çıkıp git. Fir’avn ve takımı sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler. (Onlar mutlakâ sizi tâkip edeceklerdir.) (Duhân sûresi: 17-23)
“...Biz de Fir’avn'u ve berâberinde bulunanları, toptan denizde boğuverdik.” (İsrâ sûresi: 103)
“(Fir’avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için, biz de kendilerinden intikâm almak diledik ve hepsini denizde boğduk.” (A’râf sûresi: 136)
“Vaktâ ki, Fir’avn ve kavmi, inâdla ve isyânda haddi aşmakla bizi gadaplandırdı. Biz de onlardan intikâm aldık. Hepsini deryâda boğup helâk ettik. Bunları sonra gelip böyle inâd edecek olan kavimlere öncü bir kavim ve yine onları gelecek nesillere bir misâl ve ibret yaptık.” (Zuhruf sûresi: 55-56)
“(Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğulları ile birlikte denizi geçince, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya buyurdu ki:) Kavminle denizi geçtikten sonra onu olduğu gibi bırak. (Asânı tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak.) Zirâ Fir’avn ve askeri o yollara girip garkolacaklar, boğulacaklardır.” (Duhân sûresi: 24)
“Şüphesiz biz, Benî İsrâil'i; Fir’avn’ın ihânet edici azâbından (onları köle gibi kullanmalarından, oğlanlarını öldürüp kız evlatlarını bırakmalarından, aşağılık işlerde çalıştırmalarından ve bunlar gibi ihânet ve hakâretlerinden) kurtardık. Şüphesiz ki, Fir’avn, İsrâiloğullarına gâlip olmakla şerde haddi aşanlardan idi.” (Duhân sûresi: 30-31)
“Ey İsrâiloğulları! Hatırlayın şu zamanı ki, o zamanda biz sizi (atalarınızı) Fir’avn’ın ve kavminin zulüm ve haksızlıklarından kurtarmıştık. Onlar size azâbın şiddetlisini yüklerler, çirkin olanını tattırırlardı. (Bir kısmınıza yapı yaptırır, bâzınıza çift sürdürür, kiminize ekin ektirir, bir çoğunuzu kendilerine hizmet ettirir, kalanlarınıza ise iş yaptırmaz fakat vergi alırlardı.) Hattâ kuvvetinizi, üstünlüğünüzü kırmak için, doğan evlâdınızdan erkek olanları öldürürler, kızları ise sağ bırakırlardı. İşte bu beyân olunan azâbda, Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihân vardı.” (Bakara sûresi: 49, A’râf sûresi: 141)
“Muhakkak biz, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm) nîmetler verdik. (Kendilerini, peygamberlik, dînî ve dünyevî menfaatler vermekle nîmetlendirdik.) O ikisini ve onlara tâbi olup îmân edenleri (İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın kendilerine gâlib olması ve denizde boğulmak gibi) büyük mihnet ve sıkıntıdan kurtardık. Onlara (o ikisine ve Benî İsrâil'e) yardım ettik de, Fir’avn ve kavmi üzerine gâlib oldular.” (Saffat sûresi: 114-116)
“Kârûn, Fir’avn ve Hâmân'ı da helâk ettik. Mûsâ (aleyhisselâm) onlara mûcize ve açık alâmetlerle gelmişti. Onlar ise çok kibirlenip, yeryüzünde (Mısır memleketinde) fesâd çıkarmışlar, îmân etmemişlerdi. Böyle olunca azâbımız onlara erişti. Hiç biri azâbdan kurtulamadılar.” (Ankebût sûresi: 39)
“Biz İsrâiloğullarını denizden (Kızıldeniz'den, Süveyş körfezinden) geçirdik. Fir’avn ve askeri ise zulüm ve saldırganlıkla onların ardına düşüp denize geldiler. (Halbuki, deniz, Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için yarılmıştı ve onlar selâmetle karşıya geçmişlerdi. Fir’avn ve kavmi, denizi o hâlde görünce girdiler.) Denizin ortasında bulundukları bir sırada, yolların etrâfında bulunan sular kapanıverdi. Fir’avn’ın askeri boğuluyordu. Fir’avn da sular arasında kalıp, yaşamasından ümîd kesip, boğulacağını anlayınca; Benî İsrâil'in îmân ettiği Allah'tan başka ilâh olmadığını tasdik ve O'na îmân ettim. Ben de müslümanlardanım dedi.
(Ona); Önceleri Mûsâ'yı (aleyhisselâm) dinlemeyip, isyân ve fesâdda bulunduğun hâlde, şimdi elinden her şey gidince ve nefsinden, kendinden ümîd kalmayınca mı îmân ediyorsun? (denildi. Bu sözün, Allahü teâlâ tarafından veya O'nun emriyle Cebrâil aleyhisselâm tarafından Fir’avn'a söylendiği bildirilmiştir.)
(Ey Fir’avn!) Bu gün senin cesedini denizden çıkarıp bir yüksek mahalle bırakırız ki, senden sonra gelenlere ibret olasın. Fakat, insanların çoğu, bizim alâmet ve âyetlerimizden gâfillerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar.” (Yûnus sûresi: 90-92)
Rivâyete göre, Hazret-i Mûsâ'nın Fir’avn dâhil Kıptî ordusunda bulunanların hepsinin denizde boğularak helâk olduklarını bildirmesi üzerine, İsrâiloğulları, sâhilden, karşıda uzak ve yüksek bir yerden onların boğulmalarını seyrettiler. Fakat sonra bunlardan bâzısı, Fir’avn’ın suda boğulup helâk olmasını iyice anlayamadılar. Daha önceki bildiklerine göre Fir’avn, insanların ihtiyaç duyduğu bir çok şeylere muhtâç değildi. Bu bilgilerine göre, deniz suyunun kapanmasının ona zarar veremeyeceğini, yine sağ kalıp, zulüm ve haksızlığa devam edeceğini zannettiler. Bu endişelerini Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ denize emretti. Bir dalga, Fir’avn’ın cesedini arâzide yüksekçe bir tümseğin üzerine attı. Zırhı üzerinde idi. İsrâiloğulları onun cansız bedenini görüp, öldüğünü anladılar. Nitekim Allahü teâlâ, yukarıda zikredilen Yûnus sûresi 92. âyet-i kerîmesinde bunu bildirmiştir. Denildi ki, onun cesedi böyle çıkarılmasaydı, bâzı kimseler, onun ölüp ölmemesinde şüpheye düşüp, helâk olmamıştır zannederlerdi.
Böylece Allahü teâlâ, İsrâiloğullarını hattâ bütün insanlığı Fir’avn gibi bir zâlimin şerrinden kurtardı. Netîcede, Mûsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygambere karşı gelmenin cezâsını, kavmi ile birlikte gördü.
Allahü teâlânın, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur. Fakat bu zâlimlerden hiç biri, îmânı yok edememiş, Allahü teâlânın dîninin, dünyânın dört bir tarafına yayılmasına mâni olamamıştır. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşlerdir. İsimleri lânet ile anılmış veya unutulmuş, namları ve nişânlan kalmamıştır. Âhırette Cehennem azâbında sonsuz kalacakları gibi, dünyâda zulüm ve azgınlıklarıyla insanlığa zararlı olmuşlardır. Kendileri rahat ve huzûrun yanında, gönül saâdetini de bulamamışlar, mülk ve saltanatları ne kadar muhteşem görünse de, devamlı rahatsız olmuşlardır. Zâlimlerin ölüp gitmeleri ile, hem memleketler, hem de insanlar rahata, huzûra kavuşur. Şu beyt, Fir’avn’ın hâlini çok güzel ifâde etmektedir:
Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzûr,
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr.
Fir’avn’ın azıp ilâhlık iddiâ etmesine, sonunda da helâk olmasına sebep, cebbârlık yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan, hakkı kabûl etmemekte ısrâr eden, haddi aşan kibir sâhibi, zorba ve isyânkar insana, cebbâr denir.
Şu işleri yapan kişi cebbârlara benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi faydasına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüş ve hareketlerini beğenmek. Meselâ, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakîr ve aşağı gördüğü için, insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek... gibi.
İnsanların âzâlarında ve zâhirlerinde görülen bütün bu tecebbür (büyüklenme) ve tekebbür hareketleri, kalbin inanmamasından ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hâllerin insanda ve âzâlarında görünmesine tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür edenlerin önde gelenlerinden ve ileri gidenlerinden biri de Fir’avn idi.
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Cebrâil aleyhisselâmın, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediği bildirilmektedir: İki kimseye kızdığım kadar hiç kimseye kızmadım. Bunlardan biri, cinlerden iblîs olup, Hazret-i Âdem'e secde etmediği zaman; diğeri de insanlardan Fir’avn olup; “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât sûresi: 24) dediği zaman. (En çok, böyle yaptıklarında bunlara kızdım.)”
“Keşşaf tefsîri”nde, yukarıda meâli verilen Yûnus sûresinin 92. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde diyor ki: “... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini; tam, noksansız ve bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Fir’avn’ın cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından, Kızıldeniz kenarında kumlar arasında bulunarak İngiltere'ye götürülmüştür. Hâdisenin olmasından bu güne kadar üçbin sene kadar çok uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Fir’avn’ın vücûdu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamıştır. Bu hâliyle ve secde eder vaziyette, Londra'daki meşhûr British Müzesi'nde teşhir edilmektedir.
İşte bu hal; Kur'ân-ı kerîmin fesâhat ve belâgatının, tam bir mûcize olduğunu açıkça gösteren delillerden sâdece bir tanesidir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya inanmadıkları gibi, karşı çıktılar ve mûcizelerine sihir diyerek alay ettiler. Sonunda, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı sebebiyle Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmine, uyanıp kendilerine gelmeleri için, bâzı musîbetler gönderdi. Bu musîbetlerden birincisi tûfandır.
Âlimler, bu bildirilen tûfanda ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bu, yağan büyük yağmur idi.” Mukâtil bin Süleymân (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Ekinlerinin boyunu aşan bir yağmur olup bütün ekinleri helâk etmişti.” Dehhak (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Tufan suda boğulmaktır.” Mücâhid ve Atâ (rahmetullahi aleyhima); “Çabuk öldüren bir vebâ idi. Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bildirildi” dediler. Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh); “Yemen dilinde tâûna tûfan derler” dedi.
Allahü teâlâ, bu kavmin yâni Kıptîlerin kızlarına tâûn hastalığı verdi. Hepsi bir gecede helâk oldu.
Bâzı âlimlerin bildirdiklerine göre, tûfan, su ile olan musîbettir. Allahü teâlâ onların üzerlerine şiddetli yağmur yağdırdı. Helâk olacak hâle geldiler. İsrâiloğulları ile Kıptîlerin evleri birbirine bitişik ve karışık idi. Kıptîlerin evleri su ile doldu. Boyunlarına kadar suya gömüldüler. Oturan boğuluyordu. Ama İsrâiloğullarının evlerine bir damla su girmedi. Su, onların olduğu yerde toprağın üzerinden akıp gitti. Kıbtîler bir şey ekemediler, bir iş yapamadılar. Tûfan bir hafta devam etti. Çok sıkıntı çektiler. Mûsâ aleyhisselâma; “Rabbine duâ et, bu azâbı bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle göndereceğiz” dediler. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti ve tûfan kesildi: O sene önceki yıllardan çok ot, hubûbât ve meyve oldu. Ülkeleri yeşerdi ve bolluk göründü. Fakat yine nankörlük ettiler: “Biz bunu hiç beklemiyorduk. Bu su bizim için bir nîmet oldu. O yağmur yağmasaydı, buna kavuşamazdık” dediler. Bol mahsûl ve meyveye, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle kavuştuklarını anlamadılar. Bir müddet rahat ettiler. Fakat yine îmân etmediler ve İsrâiloğullarını göndermediler. Bu defâ, eski yaptıklarından daha şiddetlisini yapmaya başladılar.
Fir’avn ve kavmi, tûfan ile yola gelmediler. Yine uslanmadılar. Azgınlık ve taşkınlıkta, Mûsâ aleyhisselâmın sözlerini kabûl etmemekte, İsrâiloğullarına eziyet ve sıkıntı vermekte devam ve ısrâr ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Kıptîlerin ekinlerine çekirgeler gönderdi. Çekirgeler bütün ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyip bitirdi. Hattâ; kapılarını, elbiselerini, eşyalarını, evlerinin çatılarını, tahtalarını, demir çivilerini bile yediler. Evlerin içine döküldüler. Çekirgeler doymamak illetine yakalanıp, ne varsa durmadan hep yediler. İsrâiloğullarının evlerine girmediler. Böylece bu hâdisede onlara hiç zarar gelmedi. Kıptîler şaşırdılar ve zor duruma düştüler. Üzerlerine azâb çökünce, yeniden Hazret-i Mûsâ'ya yalvardılar. “Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırması için Rabbine duâ eder de bizi bu belâdan kurtarırsan, mutlak sûrette sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını serbest bırakacağız. Seninle berâber göndereceğiz” dediler. Çekirgelerin tasallutu bir hafta sürmüştü. Hazret-i Mûsâ duâ edince, Allahü teâlâ çekirgeleri kaldırdı. Bu da bir mûcize idi. Mûsâ aleyhisselâm sahraya çıktı ve asâ ile doğu tarafına işâret etti. Çekirgelerin hepsi geldikleri gibi gidip, bir tane bile kalmadı. Fir’avn ve kavmi rahata kavuştular, bir ay huzûr içinde yaşadılar.
Fakat sözlerinde durmayıp, inanmadılar. Sonra Allahü teâlâ, onların üzerine bit (güve) musîbetini gönderdi. Şöyle ki, Mûsâ aleyhisselâma, ayn-i Şems denilen köydeki kızıl kum tepesine doğru yürümesi emrolundu. O kum tepesine vardı. Tepe erimiş, serpilmiş büyük kum yığını idi. Asâsı ile oraya vurdu. Hemen Kıptîlerin üzerlerine bit dökülmeye başladı. Ağaç, mahsul, ot ve benzerlerinden ne varsa, bitler onlara dadandılar. Hiç bir şey bırakmayıp, ne varsa silip süpürdüler. Elbiselerinin ve derilerinin içine girip ısırdılar. Birisi yemek yese, yemeğine dolarlardı. Hattâ birisi, hiç bir böceğin tırmanamayacağı yüksek bir direk yapıp, üstüne yiyecek koysa ve sonra yemek için oraya çıksa, yemeği, bu bit, yahut güvelerle dolu bulurdu.
Fir’avn tâifesine o zamana kadar, bu belâdan daha büyük bir belâ gelmemişti. Saçları, derileri, kirpikleri, kaşları hep bitle doldu. Hattâ derileri, çiçek hastalığına tutulmuş gibi bir şekil aldı. Bitler uykularına mâni oldukları gibi, rahat da bırakmadılar. Netîcede hiç bir çâre bulamayıp, âciz kaldılar.
Bitin ne olduğundan âlimler ihtilâf ettiler. Sa'id bin Cübeyr (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyetle dedi ki: “Bit; buğdayda hâsıl olan güvedir.” Ebû Talhâ'dan (rahmetullahi aleyh) kara sinek olduğu bildirildi. Mücâhid, Süddî, Katâde, Kelbî ve başkaları (rahmetullahi aleyhim); “Kanatsız küçük çekirgedir” dediler. Ma’mer bin Müsennâ'nın, Katâde'den (rahmetullahi aleyhima) bildirdiğine göre, çekirge yavrusudur. Abdurrahmân bin Eslem; “Piredir”; Atâ; “Bilinen bittir”; Ebû Ubeyde; “Ufak kenedir” dedi. Ebu'l-Âliye ise; “Allahü teâlâ, hayvanlarına kene gönderdi. Bütün hayvanları yiyip, bir şey bırakmadılar ve kaçamadılar” dedi.
Kendilerine bitlerin musallat olduğu günlerde, Kıptîlerden bir kimse, un yapmak için değirmene on ölçek hububat koysa, üç ölçek alamazdı. Bitler, hemencecik yiyip bitiriverirlerdi. Artık dayanamadılar. Hazret-i Mûsâ'ya gelerek feryâd ettiler ve; “Ey büyük âlim! Biz tevbe ediyoruz. Hatâlarımıza pişmân oluyoruz. Rabbine bizim için duâ et! Sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine bizden bu azâbı kaldırsın” diye yalvardılar. Mûsâ aleyhisselâm duâ edince, Allahü teâlâ bu belâyı da kaldırdı ve bitler bir hafta sonra hiç kalmayıp, yok oldular Kıptîler de tekrar rahata kavuştular.
Fakat yine verdikleri sözde durmadılar. Eski çirkin ve kötü işlerini yapmaya başladılar. “Biz, bir gün hariç, Mûsâ'ya bizim âlimimiz demedik. Fir’avn’ın izzetine yemîn ederiz ki, onu ebedîyen tasdik etmeyeceğiz ve ona tâbi olmayacağız” dediler.
Bunun üzerine, bitlerin yok olmasından otuz veya kırk gün sonra, Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyedip, Nil'in kenarına gitmesini ve asâsını nehre sokup; yakınını, uzağını, yukarı ve aşağı seviyesini işâret etmesini emretti. O da öyle yaptı. Ardından hemen kurbağalar vak vak diye bağırarak her taraftan koşuştular. Seslerini yakında ve uzakta olanlar duydu. Sonra Nil'den çıktılar. Bir karartı, siyah bir bulut gibi, şehre doğru hareket ettiler. Ansızın Kıptîlerin her yanını kapladılar. Onların avluları, evleri ve kapları kurbağa ile doldu.
Çamaşırını, kabını, yiyeceğini ve içeceğini açan, içinde muhakkak kurbağa bulurdu. Oturan çenesine kadar kurbağaya gömülür, konuşmak isteyenin ağzına kurbağalar sıçrar, yatağında yatan uyanınca, üzerinde birbiri üstünde kaynaşan kurbağalar bulur, bu yığından sağa ve sola dönemezdi. Yemek için ağzını açanın ağzına, yemekten önce kurbağa girerdi. Yoğurdukları hamura, pişirdikleri yemeğe karışırlardı. Ateşlerine kurbağalar atlar, söndürürler, yemeklerine girip bozarlardı. Ateşte ve sıcak suda kurbağalara bir şey olmuyordu. Kısaca Kıptî tâifesine çok büyük eziyet verdiler. Şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemez oldular.
Hazret-i İkrime, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) bildiriyor ki, bu kurbağalar, kara kurbağası idi. Allahü teâlâ onları Fir’avn'a gönderince, emre uydular. Kendilerini ateşte kaynayan çömleklere atarlardı. Emre uydukları için, Allahü teâlâ, o yemeği soğuk yapar, kurbağalara zarar gelmezdi. Darda kalıp, Fir’avn'a başvurdular. Çâre bulunamadı. Sıkıntıdan ölecek duruma geldiler. Şehir ve yollar, ayakları ile ezdikleri, ölü kurbağalarla doldu. Her taraf kurbağadan geçilmez oldu. Ağlayıp, Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. “Bu belâyı bizden kaldır. Bu sefer tevbe ederiz ve bir daha eski hâlimize dönmeyiz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlardan sözlerinde duracaklarına dâir ahd aldı. Sonra Hak teâlâya duâ etti ve belâdan kurtuldular. Sağ kalan kurbağalar Nil'e gitti. Bir hafta üzerlerine belâ olarak kaldıktan sonra, ölü kurbağaları, Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderip bertaraf etti. Bir ay, bir rivâyette kırk gün rahat içinde yaşadılar.
Fakat Kıptîler hiç uslanacak gibi değillerdi. Üzerlerine musîbet gelince yalvarıp yakararak, ağlayıp sızlanarak kurtulmak için Hazret-i Mûsâ'ya gidiyorlar; azâbın üzerlerinden gitmesi hâlinde tevbe edip, îmân edeceklerini, bir daha eski hâllerine dönmeyeceklerini bildiriyorlar, bu husûsta kat’î söz veriyorlardı. Mûsâ aleyhisselâm da duâ edip, musîbet gidince, onlar verdikleri sözde durmuyorlardı. Aradan kısa bir zaman geçmeden yine eski hâllerine dönüyorlar, azgınlık ve taşkınlığa devam ediyorlardı.
Kurbağa musîbetinin kaldırılmasından sonra, yemînler ederek, yalvararak verdikleri ahde, yine sadâkat göstermediler. Küfür ve başka bozuk amellerine yine döndüler. Sanki önceki hâller hiç olmamış, kendilerine hiç belâ gelmemiş gibi bozuk işlerine devam ettiler.
Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Bu sefer, musîbet olarak Allahü teâlâ onlara kan gönderdi. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya nehre gidip, asâ ile vurması vahyedildi. Nehre vurunca, Allahü teâlâ Nil Nehri’ni kan olarak akıttı ve Fir’avn tâifesinin bütün suları kan oldu. Kıptîler, nehirlerden, kuyulardan aldıkları suların kan olduğunu gördüler. Bu durumdan Fir’avn'a şikayet edip; “Biz bu kan belâsına tutulduk. İçecek başka bir şeyimiz de yok” dediler. O da; “Mûsâ size büyü yaptı” dedi.
Su alınan bir kuyunun başında, İsrâiloğullarından ve Kıptîlerden birer kişi bulunsa, İsrâiloğlunun doldurduğu, saf su; kıptîninki ise kıpkırmızı kan kesilirdi. Bir İsrâilli ile bir kıbtî aynı kaptan su içseler; yine kıptîye kan, İsrâiloğluna su olurdu. Hattâ Fir’avn’ın âilesinden susayan bir kadın, İsrâiloğullarından bir kadına gelir ve bana senin suyundan ver derdi. O da ibriğinden veya güğümünden su verir; su, kıptînin kabına dökülünce hemen kan olurdu. Hattâ, önce kendi ağzına al, sonra benim ağzıma dök derdi de; İsrâiloğullarından olan kadın, böyle yapıp kıptînin ağzına dökünce, su yine kan olurdu. Halbuki Nil Nehri, ekinlere ve ağaçlara su olarak akardı. Kıptîler, gidip oradan içseler, kan olurdu. Bu günlerde Fir’avn çok susadı. Yaş ağaçları yeyip, rahatlamak istedi. Ağzına alıp çiğneyince acı ve tuzlu oldu. Yedi gün böyle devam etti. Yedikleri içtikleri kan oldu.
Zeyd bin Eslem (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kıptîler bu durumdan iyice daralınca, Mûsâ aleyhisselâma gelip; “Bizim için Rabbine duâ et. Bu kan belâsını bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Bu sefer kat’î söz veriyoruz. Artık bir daha sözümüzden dönmeyiz dediler.”
Her belâ ve musîbetin gelmesinde, bunun kaldırılması için kıptîlerin Hazret-i Mûsâ'ya nasıl yalvardıkları, ne yemînler ederek söz verdikleri; nihâyet o musîbet üzerlerinden kaldırılınca, nasıl sözlerinden döndükleri, ahidlerine sadâkat göstermedikleri hakkında A’râf sûresinin 130-136. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Fir’avn’ın kavmini, kıtlık, kuraklık ve meyvelerin noksanlığıyla ibtilâ ettik. Tâ ki düşünsünler, ibret alsınlar da küfür ve isyândan vazgeçsinler.
Fir’avn kavmi, kendilerine bir iyilik (bolluk ve ucuzluk) geldiği zaman, bu bizim içindir, biz buna lâyık ve müstehakız derlerdi. Eğer onlara, kötülük (kuraklık, kıtlık ve belâ gibi istenmeyen bir şey) gelse, o zaman da; bu hâl, Mûsâ'nın (aleyhisselâmve ona tâbi olanların uğursuzluğudur derlerdi. Dikkat edin, iyilik ve kötülüğü yaratmak ancak Allahü teâlânın kudretiyledir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
Bir de Fir’avn’ın, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bizi büyülemek için her ne kadar nişân, alâmet getirsen (ve bu, mûcizedir desen) de biz aslâ sana inanacak değiliz dediler.
Böyle olunca biz de onlara, birbiri ardınca, apaçık alâmetler olarak; tûfan, çekirge, kummel (bit) kurbağa ve kan gönderdik (ki bu alâmet ve musîbetlerin her biri bir hafta devam etti ve her iki musîbet arası bir ay veya kırk gün oldu.) Fakat onlar yine îmânı kabûlden imtinâ ettiler. Çok kibirlenip, îmânı kabûlden kaçındılar. Küfürleri üzere kâim oldular.
Vaktâ ki, onların üzerlerine (yukarıda zikrolunanlardan ayrıca) bir azâb daha çöküverdi. (“Tefsîr-i Mazharî”de buyruluyor ki: “Sa’îd bin Cübeyr hazretleri; “Âyet-i kerîmede ricz kelimesiyle zikrolunan azâb tâûndur dedi. Daha önce geçen, asâ, yed-i beydâ mûcizelerinin yanında; kıtlık, tûfan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinden sonra Tâûn; mûcizelerinin dokuzuncusu olmaktadır. Tâûn kıranı geldiğinde, yalnız bir günde Kıptîlerinden yetmişbin kişinin öldüğü bildirilmiştir. Bu azâb da üzerlerine çökünce, Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya) dediler ki; “Ey Mûsâ! (Rabbin sana, duâ ettiğin zaman kabûl edeceğini vâd etmiştir. İşte) sana verdiği bu ahd (veya sana verdiği peygamberlik) hürmetine Rabbine duâ et. Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırıp, def edersen, mutlak sûrette, kat’î olarak ahdediyoruz, söz veriyoruz ki, sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle berâber göndereceğiz.”
(Onların Hazret-i Mûsâ'ya böyle yalvarmalarından sonra, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsı sebebiyle) biz üzerlerinden azâbı kaldırıp, ulaşacakları bir vakte, (suda boğulup helâk olmalarına veya ölümlerine) kadar kendilerine müsâade ettik. Fakat, bir de ne görülsün, onlar ahidlerinde durmuyorlar, îmân etmekten kaçınıyorlar ve verdikleri te’minâta aslâ riâyet etmiyorlar.”
“(Kıptîler, azâbı gördükleri zaman, Mûsâ aleyhisselâma); “Ey büyük âlim! Duânı kabûl edeceğine dâir sana olan vâdi, ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et de, bu azâbı bizden def etsin. Eğer azâb bizden def olursa, şüphesiz biz seni tasdîk edip, hidâyet buluruz.
Vaktâ ki Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsıyla biz onlardan azâbı def ettik, kaldırdık. Onlar ise hemen o zaman ahidlerini bozdular; (sana tâbi olup, yola geleceğiz, hidâyete kavuşacağız) sözlerinden hemen caydılar.” (Zuhruf sûresi: 49-50)
Nihâyet, çok yalvarmaları ve söz vermeleri sebebiyle, Mûsâ aleyhisselâm yine duâ etti ve o belâ da üzerlerinden kalktı. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya, asâsı ile nehre bir daha vurması emrolundu. Bildirilen şekilde vurunca, nehir saf su oldu. Diğer suları da böyle temiz oldu.
Fakat onlar yine hâinlik ettiler. Yine eski vaziyetlerini değiştirmediler. Îmân etmediler ve yine verdikleri sözde durmadılar. Tekrar bildiklerini yaptılar.
Nevf Bikâlî (rahmetullahi aleyh) isminde bir zât, bundan sonraki durumu şöyle anlattı: “Mûsâ aleyhisselâm sihirbazlara gâlib geldikten ve; tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinin musîbetlerinden sonra, yirmi sene daha onlar arasında kalıp, dâvetine devam etti. Kırk sene kaldığı da rivâyet edilmiştir. Peygamberliğinin bildirilmesinden o zamana kadar Fir’avn ve onun kavmi olan kıptîler devamlı karşı çıkmışlardı. Gördükleri mûcizelerden, ve başlarına gelen belâlardan hiç ibret almamışlar, kat’îyen hidâyete yanaşmamışlardı.”
Hazret-i Mûsâ, Fir’avn ve kavminin azgınlıklarını, küfürlerini, hakîkate uzaklıklarını ve kibirli hâllerinin devamlı olduğunu görünce, onlara bedduâ etti. Hârûn aleyhisselâm da, âmin dedi. Yûnus sûresinin 88. âyet-i kerîmesinde, Mûsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey bizim Rabbimiz! Şüphe yok ki sen, bu Fir’avn'a ve onun kavminin ileri gelenlerine dünyâ hayatında çeşit çeşit mallar (elbise, binecek ve başka mallar) ve zînet (süs) verdin ki, onlar insanları senin dîninden ayırmak için çalışırlar. Ey Rabbimiz! Bunların mallarını helâk eyle ki, azgınlık ve taşkınlık yapmaya mecâlleri kalmasın. Kalblerini bağla, mühürle ki, onlar elem verici şiddetli azâbı görmeyince îmâna gelmeyecekler.”
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'nın yaptığı ve Hazret-i Hârûn'un âmin dediği duâyı kabûl buyurdu. Nitekim yine Yûnus sûresinin 89. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ onlara buyurdu ki, her ikinizin duâsı kabûl olundu. Şimdi siz doğru yolunuzda devam edin. (Duanız üzere sâbit olun. Acele etmeyin. İstediğiniz, vakti gelince hâsıl olacaktır. Yoksa acele etmek sûretiyle) Allahü teâlânın vâdini bilmeyenlerin yoluna uymayın.”
“Arais-ül-Mecâlis”de Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma yine şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
“Fir’avn takımının elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yararlar. Bunun için bugün sevin ve bayram et! Sen ve kavmin ibâdet edip, bana şükredin, beni zikredin ve bana tâzimde bulunun, bana ibâdet edin! Zirâ ben yakında size zaferi gösteririm, sevilenleri kurtarır, düşmanları helâk ederim. Fir’avn’ın kavminde bulunan süs, zînet ve diğer kıymetli şeyleri kullanmanız için size veririm. Çünkü onlar, o zaman kendilerinin düştüğü belâdan, kalblerine size karşı korku saldığımdan, ellerinde olanları vermemezlik edemezler.”
Zaman akıp giderken, Hazret-i Mûsâ, tebliğine ve insanları iki cihân saâdetine dâvete devam ediyor, bu husûsta hiç bir fedâkarlıktan çekinmiyordu. Kendi soyu olan İsrâiloğulları ona îmân edip tâbi olmuşlar, Fir’avn ve kavmi olan Kıptîler ise devamlı karşı çıkmışlardı. İnanmamaları sebebiyle Kıptîlere zaman zaman çeşitli belâ ve musîbetler gelmiş, onlar, her musîbet gelişinde Hazret-i Mûsâ'ya yalvarmışlar; belânın üzerlerinden gitmesi hâlinde mutlakâ îmân edeceklerini, İsrâiloğullarını onunla berâber göndereceklerini söyleyip, bu husûsta yemînler ederek yalvarmışlardı. Hazret-i Mûsâ duâ edip, belâ üzerlerinden gidince, yine eski hâllerine dönmüşler ve bunlardan hiç ibret almamışlardı.
Kıptîler, İsrâiloğullarına yaptıkları zulüm ve haksızlıkta da çok ileri gidiyorlardı. Hele başları olan Fir’avn ne yapacağını şaşırıyor ve yerinde duramıyordu. Hazret-i Mûsâ'yı katletmeye bile kalkıştı. Bâzı tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Fir’avn’ın veziri arasında îmân edip, îmânını gizleyenler vardı. Bunlar, Fir’avn’ın Hazret-i Mûsâ'yı öldürme teşebbüsüne karşı çıktılar: “O, senin korktuğun gibi, tehlikeli bir kimse değildir. Sen onu öldürmeye kalkarsan, herkes bunu yanlış anlar. İnsanların kalbine şüphe sokmuş olursun. Kavmin, senin ona ilimle, kuvvetli delillerle cevap veremediğini, âciz düştüğünü, bu sebeple onu öldürmeye kalktığını düşünür...” dediler. Zâten hakîkatte de vaziyet öyle idi. Fir’avn, aczinin anlaşılmaması için bir şey diyemiyor, fakat iyice sabırsızlanıyordu. Nihâyet, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldürmeye kat’î kararlı olduğunu, etrâfındakilerin kendisine mâni olmamalarını söyledi. Nitekim, bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, kavmine dedi ki; Bırakın beni, Mûsâ'yı katledeyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zîrâ ben, onun, sizin dîninizi değiştireceğinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından) yâhut yeryüzünde fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harb edeceğinden) korkuyorum.”
Yâni, Hazret-i Mûsâ'ya, mûcize ve mâneviyât cihetinden karşı çıkamayıp mağlûb olan Fir’avn, maddiyâta teşebbüs etti. “Beni kendi hâlime bırakın. Bana mâni olmayın. Mûsâ'yı öldüreyim. Eğer dediği gibi, Rabbi her şeye kâdir ise çağırsın Rabbini! Rabbi de, benim onu öldürmeme mâni olsun. Onu kurtarsın” diye bağırdı. Fakat böyle yapması, başkalarına karşı cesâretli görünmeye çalışmaktan, korkaklığını ve âcizliğini izhâr etmekten başka bir şey değildi. Zîrâ Hazret-i Mûsâ'nın hakîkaten bir Nebî olduğunu bilir, fakat, cehâlet ve inâd ile, bile bile inkâr eder, karşı çıkardı. Hattâ onu öldürmeye kalkması lafta kalır, buna aslâ cesâret edemezdi. “Onu öldürmeme mâni olması için Rabbini çağırsın...” derken, Allahü teâlânın, peygamberini elbette koruyacağını bilirdi. Bununla berâber, hakîkî hâlini bildirmemek için etrâfındakilere çıkışır; “Siz beni kendi hâlime bırakmıyor, yapacağım işe mâni olup, karşı çıkıyorsunuz. Yoksa şimdiye kadar ben onu çoktan halletmiş, sesini kesmiş idim” derdi. Ayrıca; “Mûsâ'nın sizin dîninizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesâd çıkararak memleketinizi elinizden almasından korkuyor, endişe ediyorum. Bundan dolayı, bırakın beni. Onu öldüreyim. Siz de fesâddan kurtulup rahat olun” diyerek onları, Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ediyor, kışkırtıyordu. Zirâ insanın mühim iki husûsiyetinin olduğunu ve bunlarda aslâ fedâkarlık yapamadığını herkes bilir. Bu husûslarda kat’îyen gevşek davranamaz ve bu iki husûsu muhâfaza etmek için canını vermek dâhil, hiç bir fedâkarlıktan çekinmez. Bu iki husûstan birincisi din, ikincisi ise nâmus ve memlekettir. İşte Fir’avn, kavmini Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ederken; insanların bu hislerini harekete geçirmeye çalışıyor, onu öldürmeye kalkmasında kendini haklı göstermeğe uğraşıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn’ın bu teşebbüslerinden, onun tehdidinden Allahü teâlâya sığındı. Bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm, Fir’avn’ın tehdidini işitince, yanında bulunanlara); Hesâb gününün hak olduğunu tasdik etmeyen (ahirete inanmayan) her kibirli insanın şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınırım dedi.”
Tefsîr âlimlerinden bâzısı bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: “Hazret-i Mûsâ, Fir’avn'ı çok kibirli olması ve âhırete îmân etmemesi gibi iki sıfatıyla bildirdi. Burada Fir’avn'a temas edilmeyip bu sıfatların bildirilmesiyle, sâdece Fir’avn'dan değil, bilakis, bu iki sıfatın bulunduğu kimselerden sakınmak ve şerlerinden Allahü teâlâya sığınmak lâzım geldiğine işâret buyrulmuştur. Çünkü, Allahü teâlânın mahlûkuna eziyet, ancak bu iki sıfatla olur. Yâni tevâzû üzere bulunup, alçak gönüllü olan, kibirlenmeyen ve âhırete îmân eden, hesap gününü düşünen kimse, değil insanlara, hiç bir mahlûka zarar ve eziyet veremez, onun yüzünden hiç kimse ziyân görmez. Son derece kibirli olan, âhırette hesap vereceğine inanmayan kimse ise, zâten katı kalbli olduğundan, kalbinde şefkât ve merhamet bulunmaz. Hesâba çekilmek, Cehennem düşüncesi ve azâb korkusu olmadığından hiç bir şeyi işlemekten çekinmez. Ondan her fenâlık beklenir. Ayrıca, düşmanın şerrinden, sâir belâ ve musîbetlerden kurtulmanın çâresi, Allahü teâlâya yalvarmak ve O'na sığınmak olduğu bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Fir’avn’ın tehdidini, buna karşı Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâya sığınıp, başka bir şey yapmadığını zikrettikten sonra, onun tevekkülünün netîcesi olarak, Fir’avn’ın etrâfında bulunan bir mü’min vâsıtasıyla, Hazret-i Mûsâ'ya yardım ettiğini bildirerek, meâlen buyuruyor ki:
“Fir’avn âilesinden (yakınlarından) îmânını gizleyen mü’min bir kimse (ki, ismi Hazkîl olup, Hazret-i Mûsâ, Mısır'dan Medyen'e gitmeden evvel, Fir’avn ve adamlarının onu öldürmeye teşebbüs ettiklerini haber veren zâttır. İşte bu zât, Fir’avn’ın da bulunduğu mecliste) şöyle söyledi: Siz; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır” diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Halbuki o size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle geldi. Şâyet o bir yalancı ise yalanının vebâli kendinedir. (Dolayısıyla onun yalanından size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vâd etmiş olduğu şeylerden bâzısı size isâbet eder, (Dolayısıyla ona sû-i kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zirâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kastınızın netîcesinde vâki olacak kötülük size aittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalan âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.
Ey kavmim! Bu gün, memlekette (Mısır'da) mülk, zâhirde, görünüşte sizindir ve (İsrâiloğullarına) gâlipsiniz. Fakat (Mûsâ'yı öldürmekle) Allahü teâlânın azâbı bize gelirse, o azâbdan bizi kim kurtarabilir? O azâbdan kurtulmak için bize kim yardım edebilir?
Bunun üzerine Fir’avn dedi ki: “Ben size ancak kendi kendime hak gerçek olarak gördüğüm şeyi emrederim ve ben sizi doğru ve gerçek yoldan başka bir yola iletmem. (Doğru ve gerçek gördüğüm fikrim ise Mûsâ'nın katlolunmasıdır).”
“O mü’min olan (Hazkîl ismindeki) kimse, sözüne devam ederek dedi ki: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ'yı yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ kullarına zulüm murâd etmez. (Günâhları olmayanlara azâb göndermez. Dolayısıyla siz bu düşündüğünüz fiili, Hazret-i Mûsâ'yı katletmeyi terkedin, zulüm yapmak düşüncesinden vaz geçin ki, azâba müstehak olmayasınız.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günâhınızın çokluğu sebebiyle üzerinize gelen azâbdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ'dan evvel Yûsuf aleyhisselâm da bir takım açık mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sâbit ve dâim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; "Artık bundan sonra Allahü teâlâ peygamber göndermez" dediniz. (Bu sözünüzle hem Yûsuf'u (aleyhisselâm) hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkâr ettiniz. Hazret-i Yûsuf'u inkâr edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlâda nispet olduğundan, o, onlara; “Siz inkâr ettiniz, yalanladınız...” demektedir. Şu hâlde siz şiddetli inâdınız sebebiyle, Hazret-i Yûsuf'un getirdiği dinden faydalanamadığınız gibi, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isâbet yok, dalâlette ısrârınız ise pek çoktur.) İşte Allahü teâlâ haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır...” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 28-34)
“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek te’sir etmediğini görerek, nasîhatlerine devam edip) şöyle söyledi; “Ey kavmim! Gelin, bana itâat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.
Ey kavmim! (Dünyâ lezzetine mağrur olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayatı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrur olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret için çalışın. Çünkü dünyâ hayatı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
Bir günâh işleyen kimse ancak o günâhın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer ve orada hesapsız rızıklarla mükâfâtlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum. Siz ise beni (günahkarlar için hazırlanmış olan) Cehennem’e çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz sey, ilâh olmaya aslâ lâyık değildir). Halbuki ben sizi ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını mağfiret etmeye kâdir olan Allahü teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
Elbette beni kendisine ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahü teâlânın huzûrudur. Dalâlet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyân eden hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O'na ısmarlarım. Zirâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 38-44)
O mü’min zât, Fir’avn ve yanındakilere böyle söyleyip, onları îmâna, putlara ibâdeti terketmeye dâvet edince, onlar onu öldürmeye kastettiler. O da onlardan ayrılıp, sür’atle uzaklaştı. Fir’avn onu yakalamak için nice kimseleri vazifelendirip gönderdi. Tefsîr-i Mevâkıb’da bildirildiğine göre, o zât bir dağa çıkıp orada ibâdetle meşgûl olmaya başladı. Vazifeliler oraya geldiklerinde, onun namaz kılmakta olduğunu ve etrâfını birçok vahşi hayvanın kuşattığını gördüler. Vahşî hayvanlar ibâdetle meşgûl olan mü’min zâta herhangi bir zarar vermezlerdi. Fakat, oraya gelenleri de, kat’îyen ona yaklaştırmazlardı. Nitekim yine Mü’min sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ, onu, Fir’avn’ın ve adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden muhâfaza edip, korudu...” buyruldu.
Bu arada Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ediyor, hiç bir şekilde vazifesinden geri durmuyordu. İsrâiloğullarının ona bağlılıkları, Fir’avn ve kavminin endişeleri, bunlardan çekinmeleri daha da artıyordu. Benî İsrâil'den Hazret-i Mûsâ gibi büyük bir peygamberin çıkması, İsrâiloğullarının, hemen onun etrâfında toplanıvermeleri, Kıptîleri elbette rahatsız ediyordu. Bu hâlden en çok müteessir olup kaygılanan da Fir’avn idi. Onlar kuvvetlenip, Kıptîlere gâlip olacak hâle gelince, korkuları daha da arttı.
Fir’avn, Nil Nehri’nin kenarında husûsi bir çardak (oturma yeri) hazırlattı. Orada oturuyor, gelip geçen İsrâiloğullarını, Mûsâ aleyhisselâma tâbi olmaktan vazgeçmeye çağırıyor, onları kendi dînine dâvet ediyordu. Tatlı ve okşayıcı sözlerle onların muhabbetlerini cezbetmeye çalışıyordu. Onun, insanları aldatmak, muhabbetlerini kazanmak için söylediği sözlerden bâzıları, Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
“Fir’avn (kavmin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplulukta); “Ey eşrâf! Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum dedi.” (Kasas sûresi: 38)
“Fir’avn, kavmi içinde nidâ edip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil midir. Bu (Nil Nehri’ni meydana getiren) nehirler (ki dört tane olup isimleri; Mülk Tûlûn, Dimyat ve Tenîs'tir. Bunların hepsi toplanıp Nil Nehri olarak) benim köşklerim, ve bahçelerim arasında akmıyor mu? (Bunların hepsi, benim, Mûsâ'dan daha efdâl olduğumu göstermiyor mu?) Efdâliyetimi, üstünlüğümü görmüyor musunuz?” (Zuhruf sûresi: 51)
“(Fir’avn; kavmine karşı kendini gâyet büyük ve üstün, Hazret-i Mûsâ'yı ise pek küçük ve hakîr göstermek için;) “Yoksa ben nerede ise meramını anlatamayacak kadar hakîr ve zayıf durumda olan bu Mûsâ'dan daha hayırlı değil miyim (zannediyorsunuz? Elbette ben ondan üstünüm) dedi.” (Zuhruf sûresi: 52)
“(O zamanda bir kimseyi reîsliğe, başkanlığa seçmek isteseler, onun kollarına altından bilezikler ve boynuna da altından gerdanlıklar takılır, bunlar o kimsenin başa getirilmiş olduğuna alâmet sayılırdı. Fir’avn bunu da ileri sürerek kavmini kandırmak istedi ve;) eğer o dâvâsında sâdık olsa, hakîkaten peygamber olsa, Rabbi katından ona altından bilezikler verilir yahut onunla berâber, onun peygamberliğini tasdik edici ve peygamberlik dâvâsında ona yardım edici melekler gelirdi. (Görünürde bunlardan hiç birisi yoktur. Şu hâlde dâvâsı doğru değildir) dedi.
Böylece Fir’avn kavmini tahfif etti, küçümsedi. Onlar da ona itâat ettiler. Gerçekten onlar, Allahü teâlâya tâattan ayrılmış fâsık bir kavim, idiler.” (Zuhruf sûresi: 53-54)
Fir’avn iki sene müddetle, Nil Nehri kenarında yaptırdığı çardakta oturup, bu ve benzeri sözleri söylemeye devam etti. Kendi noksan ve bozuk düşüncesine göre, İsrâiloğullarını Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmaktan ayıracak, böylece Hazret-i Mûsâ yalnız ve kimsesiz kalacak; yalnız kalınca da Fir’avn onu öldürecekti. Bunun için gayret sarfediyordu. Fakat bu müddet zarfında İsrâiloğullarından hiç biri ona iltifât etmedi. Sözlerine kulak asan çıkmadı.
Kıptîlerin ileri gelenleri, Mûsâ ile başa çıkamadı, onu yok edemedi diye Fir’avn'a serzenişte bulunmaya, onu ayıplamaya başladılar. Bu husûsta A’râf sûresinin 127. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn’ın kavminden ileri gelenler, Fir’avn'a dediler ki: Sen Mûsâ'yı ve kavmini, insanları sana muhâlefete (yani bildirdiği hak dine) dâvet edip böylece yeryüzünde (Mısır'da) fesâd çıkarsınlar ve sana ve ilâhlarına ibâdeti terk etsinler diye mi bu yerde bırakacaksın? (Bunun için mi böyle serbest bırakacaksın? İşte bak, sihirbazlara gâlib geldiler de onlar, hep birden ona îmân etti. Böyle giderse bütün insanların azar azar ona tâbi olmalarından endişe ediyoruz. Hal böyle olunca onlar çoğalır, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) yardım ederler. Yeryüzünde fesâd çıkarırlar. Mısır memleketinde seni dinlemeyip, yâni kendi dinlerini hâkim kılıp, seni kendi dîninle başbaşa bırakırlar. Yalnız başına kalırsın. Onların bu sözlerine karşı) Fir’avn şöyle söyledi: Biz de (daha evvel, yaptığımız gibi) İsrâiloğullarının çocuklarını öldürürüz, kadınlarını sağ bırakırız. Elbette bizim onlar üzerine kahredici bir gâlibiyetimiz vardır.”
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, kavmi için bir çok ilâhlar edinmişti. Kavminden olanlara o putlara ibâdet etmelerini emreder ve onlara; “Bunlar sizin ilâhlarınızdır. Ben ise, o ilâhlarınızla birlikte sizin rabbinizim” derdi. Bu husûsta değişik rivâyetler de bildirilmiştir.
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bildiriliyor ki: Kavmin ileri gelenlerinin, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona tâbi olanları böyle serbest bırakmamak, bir hâl çâresi düşünmek için Fir’avn'a îkâzda bulunmalarına, Fir’avn şöyle cevap vermişti: “Bundan sonra onları oldukları hâl üzere terketmeyiz. Ne icâb ediyorsa onu yaparız. Yapacağımız şey onların nesillerini kesmektir. Fakat, şimdi onların hepsini birden bir defâda katledersek yanlış anlaşılır. Onlara karşı dîni bakımdan âciz kalıp, zulme yöneldiğimiz zannedilir. Bu ise kavmimizin bizim hakkımızda yanlış düşünmesine sebep olabilir. O hâlde yapacağımız şey, bunu, zaman içinde yavaş yavaş yâni belli etmeden halletmektir. Bundan sonra onların yeni doğan çocuklarından erkek olanları öldürür, kız çocuklarına dokunmayız. Kızlarını kendi kavmimizden olanlarla evlendiririz. Oğulları olmayınca, kızlarını da kavmimizden olanlarla evlendirince artık nesilleri devam etmez.”
Fir’avn böyle söylemekle hem kavminin ileri gelenlerini yatıştırmış, hem de maksadını açıklamış oldu.
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'yı öldürmeye, dövmeye ve hapsetmeye cesâret edemezdi. Çünkü ona bir zarar vermekten âciz olduğunu bilirdi. Fakat, etrâfına hâlini belli etmemek, kuvvetli görünmek ve elinden bir şey gelmediğini sezdirmemek için böyle sözler söylüyordu. Kavmi ise onu anlayamıyor, hakîkaten güçlü kuvvetli zannediyor, Hazret-i Mûsâ'ya niçin bir şey yapamadığına bir mânâ veremiyordu.
Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları, Kıptîlerin sıkıntı vermelerinden iyice bîzar oluyorlar, bunlardan kurtulmak husûsunda Allahü teâlâdan vahiy gelmesini bekliyorlardı. Nihâyet Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan çıkıp, Kudüs'e, mukaddes topraklarına gideceklerini vahyedip; “Fir’avn ve kavminin elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yarar...” diye buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm bildirilen şekilde yaptı. Tespit ettikleri bir günü sevinç ve bayram günü îlân ettiler. Bu bayram gününde kullanmak üzere, Fir’avn ve âilesinden zînet eşyalarını emânet olarak istediler. Allahü teâlâ bu zînet eşyalarını, Mûsâ aleyhisselâma ve İsrâiloğullarına vermeyi dilediğinden, onlara, o sırada Fir’avn’ın ve yakınlarının kalblerine, Hazret-i Mûsâ'ya ve kavmine karşı bir rağbet verdi. Böyle olunca, onlar, üzerlerinde ve hazînelerinde bulunan bütün zînet eşyalarını Hazret-i Mûsâ'ya verdiler.
Rivâyete göre Fir’avn’ın ve adamlarının dünyâlık olarak, altın, gümüş, yâkut, inci, mücevher gibi benzeri süs ve zînet eşyalarının haddi hesâbı yoktu. Bütün bu altın ve diğer kıymetli eşyalar, İsrâiloğullarının eline geçince, yolculukları (hicretleri) sırasında kendilerine lâzım olacak nakit de bulunmuş oldu. Zâten bu para ve zînetler İsrâiloğullarının idi. Fir’avn ve kavmi onlardan zorla almışlardı.
Hazret-i Mûsâ Allahü teâlâya yalvarıp, duâsı kabûl edilince, Fir’avn’ın ve kavminin ellerinde bulunan bütün eşya, un eledikleri elekler ve hattâ una varıncaya kadar her şeyleri taş oldu. Fir’avn’ın ve kavminin eşyalarının taş ve böylece mallarının mahvolması husûsunda âlimlerden çeşitli nakiller ve rivâyetler gelmiştir.
Muhammed bin Kâ'b el-Kurâzî (rahmetullahi aleyh) der ki: “Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bana, Allahü teâlânın Fir’avn ve kavmine gösterdiği dokuz âyetten (alâmetten) suâl edince; “Tûfan, çekirge, bit, kurbağa, kan, asâ, beyaz el, malları mahv ve denizin yarılmasıdır” diye cevap verdim. Ömer, “İlim böyle olur” dedi. Sonra Abdül’azîz bin Mervân'a ulaşmış bir torba getirdi. Bir de ne göreyim, içinde Fir’avn’ın eşyasından kalanlar vardı. İkiye bölünmüş bir yumurta çıkardı, taş olmuştu. Yarılmış bir ceviz çıkardı, o da taşlaşmıştı. Aynı şekilde nohut ve mercimek de vardı. Bunların da hepsi taşlaşmış idi.”
Muhammed bin İshak, Mısır'da bulunan Şamlı bir kimseden naklederek şöyle anlatır: “Yıkılmış bir hurma ağacı gördüm. Taşlaşmıştı, İsrâiloğullarının elinde bulunan zînet, mücevherât ve benzeri süs eşyası dışında, Fir’avn ve kavminin ellerinde olanların hepsini Allahü teâlâ taş etmişti.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget