Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

1- Balığın karnında yaşamak: Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra yine yaşamış olmasıdır.
2- Bulutlardan ateş çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ahâlisi kendisinden buluttan ateş çıkarılmasını istediklerinde, duâ etti ve bulutlardan ateş düşüp, memleketin bir bölgesindeki ağaçları yakmaya başladı.
3- Dağdan su çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle dağdan su çıkmıştır.
4- Kelerin şehâdeti: Yûnus aleyhisselâmın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineveliler kendisinden mûcize istediler. Eliyle dağa işâret etmesi vahyedildi. Öyle işâret edince, dağdan çıkan bir keler, dile gelerek; “Ey insanlar! Biliniz ki Yûnus hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin mağfiretine dâvet ediyor” dedi.
5- Kapı halkasının altın olması: Duâsı bereketiyle kapı halkası altın olmuştur. Yûnus aleyhisselâm Nineve Hâkimini îmâna dâvet etti. O zaman Hâkim; “Kapımda bulunan şu demir, halka, altın olursa îmân ederim” dedi. Yûnus aleyhisselâma, mübârek elini kapı halkasına koyması vahyedildi. Elini koyunca, demir halka altın hâline geldi.
6- Su üstünde odunsuz ateş yakmak: Yûnus aleyhisselâm, odun olmadığı hâlde su üzerinde ateş yakmıştır.
7- Yûnus aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesi, vahşi ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için, etrâfında toplanırlardı.
Yûnus aleyhisselâmın kavmi, hâlis bir kalb ile duâ ettikleri için üzerlerine gelen belâdan kurtuldular. Yûnus aleyhisselâm da duâsı sayesinde selâmete ulaştı. Duânın dînimizde de önemi büyüktür. Bu bakımdan İslâm âlimleri bu husûsu kitaplarında geniş olarak anlatmışlardır. Duânın dînimizde önemi kısaca şöyledir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Musul yanındaki Nineve ahâlisine gönderilen bir peygamber. Asur devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu. Babası Metâ, sâlih bir kişi idi. Metâ, hanımı ile duâ edip, Allahü teâlâdan mübârek bir erkek çocuk ihsân etmesini istediler. Cenâb-ı Hak da, onlara hazret-i Yûnus'u ihsân etti. Yûnus aleyhisselâm anne karnında dört aylık iken, babası Metâ vefât etti. Annesi, Hazret-i Yûnus'un doğumunda bir takım hârika hâller gördü. Allahü teâlânın lütfu ile, yiyecek ve içeceği yanında belirir, zahmetsizce onlardan yerdi. Yûnus aleyhisselâm, Nineve'de büyüdü. Kavmi içinde emîn, yalan söylemeyen, yardım sever bir kişi olarak meşhûr oldu. Otuz yaşına gelince, Nineve ahâlisine peygamber olduğu bildirildi. Hazret-i Ali buyurdu ki: “Yûnus aleyhisselâm, otuz yaşında peygamber oldu ve senelerce kavmini îmâna çağırdı.” Nineve ahâlisi çok kalabalık olup; putlara, heykellere taparlardı. Onların bu hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz onu (Yûnus aleyhisselâmı) yüzbin kişiye, belki daha ziyâdeye gönderdik.” (Saffat sûresi: 147) Yûnus aleyhisselâm, Nineve ahâlisini Allahü teâlâya îmâna çağırdı. Peygamberlerden olduğu da Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “Muhakkak Yûnus (bin Metâ aleyhisselâm) da peygamberlerdendir.” (Saffat sûresi: 139) “Nûh (aleyhisselâm) ve ondan sonra olan nebîlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik. İbrâhim ve İsmâil ve İshak ve Ya’kûb'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik. Ya’kûb'un evlatlarına Îsâ ve Eyyûb ve Yûnus ve Hârûn ve Süleymân'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik ve Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebur'u verdik.” (Nisâ sûresi: 163).
Yûnus aleyhisselâm, senelerce kavmine Allahü teâlâya îmân dâvetini tekrarladı. Kavminin ezâ ve sıkıntılarına, alay etmelerine göğüs gerdi. İnanmayan bu kimseler, hazret-i Yûnus'a; “Bizim aramızda âlim, kâhin, san’atkar, ve büyüklerimiz var. Bunların hepsi birbirini sever ve sayarlar. Biz, babalarımızın yolunda gitmekteyiz. Dedelerimiz de aynı yol üzereydiler. Hiç kusurları yoktu. Şimdi sen tek başına ortaya çıkıp, hepsinin yanıldıklarını söylüyorsun. Ayrıca Rabbinin hak olduğunu bildirip, tanrılarımızı inkar ediyorsun. Sen, hiç kimsenin alışıp âdet edinmediği bir takım hükümlerle ayağımızı bağlamak mı istiyorsun?” dediler. Hazret-i Yûnus'a çeşitli ezâ ve cefâlarda bulundular. Yûnus aleyhisselâm merhamet ederek onları tekrar Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlâya îmâna çağırdı ve putlara ibâdeti terk etmelerini istedi. Âhırette inanmayanlara yapılacak azâblardan da haber verip, onları inzâr etti (korkuttu). Fakat Nineveliler; “Tek bir kişinin hatırı için azâb nâzil olup, herkesi yok edecekse, müsâde et bu azâb gelsin” deyip, alay ettiler.
Yûnus aleyhisselâm, kavminin küfürdeki ısrârına çok üzüldü. Bu hâl ile aralarından ayrıldı. Cenâb-ı Hak kendisine vahyedip; “Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön. Kırk gün daha onları îmâna çağır” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm, bu ilâhî emir üzerine kavmine döndü ve tekrar irşada başladı. Otuzyedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yûnus aleyhisselâm; “O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin. Bunun alâmeti, önce benizleriniz kaçacaktır (sararacaktır).” buyurdu ve ilâhî bir emir gelmeden, üzüntü ile aralarından ayrıldı.
Yûnus aleyhisselâmın haber verdiği gün, Ninevelilerin benizleri kaçtı. Birbirlerine; “İşte Yûnus'un haber verdiği azâb alâmetleri. Onun bu güne kadar yalan söylediğini görmedik” dediler. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryâd ve figâna başladılar. “Yûnus aleyhisselâm aramızda ise korkmayın, eğer gitmiş ise azâb bizi helâk edecektir” diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ, kalplerine nedamet (pişmanlık) hissini verdi. Onlar tevbe etmek arzusu ile, yaşlı, sâlih bir zâta geldiler ve; “Başımıza geleni görüyorsun, ne yapmamızı tavsiye edersin?” dediler. O zât da; “Henüz azâbın gelmesine iki gün var. Şimdi şu yüksek tepeye (tevbe tepesine) çıkınız. Birbirlerinizle helâlleşiniz. Gasbettiğiniz hakları sâhiplerine veriniz. Sonra, Yûnus'un Rabbinin rızâsı için kurbanlar kesiniz. Büyük-küçük, zengin-fakir bundan yeyiniz. Başlarınızı açarak; “Ey Yûnus'un Rabbî! Biz tevbe ettik. Şimdi sana inandık. Yûnus'un peygamberliğini kabûl ettik. Boynumuzu bükerek, perişân bir hâlde huzûruna geldik. Peygamberimiz Yûnus'u bulamıyoruz. Bulunca, ondan emir ve yasaklarını da öğrenip tatbik edeceğiz” diye yalvarınız” şeklinde tavsiyede bulundu. Bunun üzerine bu kavim, her türlü haksızlığa son verdi. Hattâ öyle oldu ki, evlerindeki başkasına âit olan taşları söküp sâhiplerine iâde ettiler. Bu duâlar üzerine, Allahü teâlâ Rahmân ism-i şerîfi hürmetine tevbelerini kabûl etti. Azâbı, ürerlerinden kaldırdı. Duânın yapıldığı gün Cumâ olup, aşure günü idi. Sonra, memnun ve mesrûr bir şekilde şehre döndüler ve bir taraftan da Yûnus aleyhisselâmı aramaya başladılar.
Bu kavmin azâbdan kurtuluşu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Hiç bir şehir ahâlisi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin. Ancak Yûnus (aleyhisselâm) kavmi müstesnadır ki, bunlar îmân edince, kendilerinden dünyâ hayatındaki rüsvaylık (perişanlık) azâbını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp) faydalandırdık.” (Yûnus sûresi: 98) Bundan anlaşılıyor ki, kendi îmânsızlıkları yüzünden helâk olmak üzere iken, tevbe etmeleri sebebiyle üzerlerinden azâbın kaldırıldığı tek kavim, hazret-i Yûnus'un kavmidir. Yûnus sûresinin bir çok âyet-i kerîmeleri, rahmet-i ilâhiyyenin azâb-ı ilâhîden daha ziyâde tecelli ettiğini bildirmektedir. Yûnus aleyhisselâmın kavmi hakkında rahmetin tecelli etmesi sebebiyle, bu sûreye Yûnus sûresi denilmiştir.
Yûnus aleyhisselâm ayrılışından kırk gün sonra, kavminin hâllerini öğrenmek için Nineve'ye yakın bir yere geldiğinde, azâbın, rahmete tebdil olduğuna (çevrildiğine) şâhid olup, şehre girmedi ve; “Şehre girersem beni yalancılıkla itham ederler” diyerek, gadabla sahra (çöl) tarafına yöneldi. Acele ile oradan uzaklaştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir; “O balık sâhibini (Yûnus'u) zikreyle (hatırla). Ki o, kavmi onun dâvetini kabûl etmediklerine gadablanıp gitti. Yâhud kavmine azâb vâd eylemişti. Azâbın geri çevrilmesi sebebiyle vâdimden döndüm diye infial edip gitti...” (Enbiyâ sûresi: 87) Cenâb-ı Hak'tan vahiy gelmeden, kavmini bırakıp bir nehir kenarına gitti. Yûnus aleyhisselâmın bu hâli sebebiyle, Allahü teâlâMuhammed aleyhisselâma hitâben şöyle buyurdu: (Ey habîbim!) Sen, Rabbinin hükmüne (kâfirlere mühlet vermesine ve senin onlara karşı nusretini geciktirmesine) sabret (ve ezâlarına tahammül eyle.) Sâhib-i Hût (Yûnus aleyhisselâm) gibi olma ki (o, kavmine gadabla aralarından izinsiz gidip balık karnında mahpus oldu), gam ve gussa ile (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzalimîn, diye) duâ etti.” (Kalem sûresi: 48)
Yûnus aleyhisselâm şehirden ayrılınca, uzun bir yol katederek Dicle nehri kenarına geldi. Orada yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalışıp çârelere baş vurdularsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra; “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden gemi yürümüyor” diye söylendiler. Geminin batacağından korkup paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabûl edip; “Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur'a atalım o meydana çıkar” diye söyleştiler. Bu sözleri söylemeleri âdetleri sebebi ile olup, öteden beri böyle bir durumla karşılaştıklarında kur'a çekerlerdi. Kur'a kime isabet ederse, onu cezâ olarak denize atarlar ve böylece afetten kurtulacaklarını zannederlerdi. Âdetleri gereği kura çektiler. Hikmet-i ilâhî, Yûnus aleyhisselâmın ism-i şerîfi çıktı. O zaman Yûnus aleyhisselâm, bunun kendi hakkında ilâhî bir imtihân olduğunu anlayıp, tevekkülle; “O âsî kul benim” buyurdu. Gemidekiler onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; “Bu zât köleye benzemiyor” diyerek kurayı yenilediler. Kur'a yine hazret-i Yûnus'a isabet etti. Gemidekilerde tekrar tereddüt ve îtirâz vâki oldu. Kura yenilendi ve tekrar hazret-i Yûnus'a çıktı. Herkes bu duruma şaşırdı. Bâzıları; “Şüphesiz bu kişinin bir suçu olmalı” dediler. Yûnus aleyhisselâm yolculara, Allahü teâlâya îmân etmelerini bildirdi. O anda onu denize attılar. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “...O (Yûnus aleyhisselâm) yüklü bir gemiye bindi. Derken kura çekmiş(ler)di de mağluplardan olmuştu. (Gemiciler kura atıp, kura Yûnus'a (aleyhisselâm) gelmekle denize attılar.) (Saffat sûresi: 140, 141) O an gece idi. Yûnus aleyhisselâmı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı Hak, balığa emredip onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hâl üzere hazret-i Yûnus'u alıp denizin derinliklerinde kayboldu.
Yûnus aleyhisselâm, o karanlık zindanda iken de (gece, deniz ve balığın karnındaki karanlık) sağ, aklı başında ve şuuru yerinde idi. Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir hâlde; “Yâ Rabbî! Emir ve hüküm senindir. Fakat Nineve'ye dönmeye ve kavmimi îmânlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen, senin takdirin ne ise ona râzıyım” dedi. Sonra bâzı sesler işitti. “Bu nedir acaba?” diye söylendi. Cenâb-ı Hak ona balık karnında olduğunu vahyederek; “Ey Yûnus! Bu sesler, beni denizde zikreden canlıların sesidir” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm her zamanki hâliyle, Rabbini tesbîh ve takdise devam etti. Onun bu zikrini işiten melekler; “Ey Rabbimiz! Issız bir yerden gelen garip sesler işitiyoruz” diye cenâb-ı Hakk'a arz ettiler. Allahü teâlâ; “Bu, kulum Yûnus'un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu denizde bir balığın karnında hapsettim” buyurdu. Melekler; “Yâ Rabbî! Şu her gün yerden göğe sâlih ameller ve duâları yükselen sâlih kulun Yûnus mu?” diyerek ona şefâatte bulundular.
Yûnus aleyhisselâm ihlâs ve tevekkülle o karanlık yerde; “Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn (Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.) (Enbiyâ sûresi: 87) duâsına devam etti. O güne kadar bütün ömrü gece-gündüz cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ile geçmişti. Balığın karnında da tesbîhini dilinden düşürmedi. Bu tesbîh ve duâsı, kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa kavuştu. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz (Yûnus'un aleyhisselâm duâsına), icâbet edip onu gamdan (gecenin, denizin ve balığın karnındaki karanlıktan) halâs eyledik (kurtardık). Bunun gibi biz mü’minleri halâs ederiz.” (Enbiyâ sûresi: 88)
“Eğer (Yûnus aleyhisselâm, balık karnında) tesbîh edenlerden olmasaydı (ömründe cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzih ile pek çok zikirde bulunmasaydı, o balık) karnında (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar (hayy (diri) veya meyyit (ölü) olduğu hâlde) kalırdı.” (Saffat sûresi: 143, 144)
Tefsîr âlimleri; “Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya çok yalvarmaya ve O'nun zâtını büyük bilmeye teşvik vardır” demişlerdir. Hâlisane yapılan duâ, sâlih amel sâhibini, düştüğü zaman kaldırır. Zirâ bolluk ve sevinçli zamanda Allahü teâlâya duâ eden kimsenin duâsı, darlık ve zarûret zamanında imdadına yetişir. Hadîs-i şerîfte; “Balığın karnındayken Yûnus'un (aleyhisselâm) yaptığı duâ; Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn” idiMüslüman bir kişi bu duâyı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette onu kabûl eder” buyruldu. Yine bir Hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûnus aleyhisselâmın üstünlüğü hakkında; “Hiç bir kula, Yûnus bin Metâ'dan (aleyhisselâm), daha hayırlıyım demek yakışmaz” buyurarak, kendileri tevâzû göstermişlerdir.
Yûnus aleyhisselâm balığın karnından Muharrem ayının onuncu günü (aşure) çıktı. Allahü teâlâ bir çok duâları aşure günü kabûl buyurdu. Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl olması, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tufândan kurtulması, Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud'un ateşinde yanmaması, İdris aleyhisselâmın diri olarak göğe çıkarılması, Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması, Eyyûb aleyhisselâmın hastalıktan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz'den geçip, Fir’avn'un boğulması; Îsâ aleyhisselâmın doğumu ve yahudilerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep aşure günü oldu. Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkışı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Emrimizle, balık onu gölgesiz bir sahile bıraktı. Halbuki o (yeni doğmuş bir çocuk gibi) hasta idi ve onun üzerine gölge olmak için bir nebât bitirdik.” (Saffat sûresi: 145-146)
Balık onu çıkarıp sahile bıraktığında; Yûnus aleyhisselâm zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda ve himâyeye muhtâç idi. Cenâb-ı Hak, ihsânıyla orada hazret-i Yûnus'u güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirecek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç (bitki) bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşaratın zararını da önlemekteydi. Rivâyete göre bu, kabak cinsinden bir bitkiydi. Onun gölgesinde sinek gibi, insanı rahatsız eden haşaratın bulunmadığı bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak, bir rivâyette, o bitkiden hazret-i Yûnus'a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah-akşam gelip, hazret-i Yûnus'u emzirdi.
Yûnus aleyhisselâm kendine gelince, Rabbine hamd ve şükredip ibâdete başladı. Bir gün, kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görünce çok üzüldü. Cenâb-ı Hak vahy ile; “Bir ağaç kuruduğu için böyle acıyıp melûl olursun. Halbuki benim yüzbinden daha ziyâde olan kulumu yalnız bıraktın. Niçin onların helâk olacaklarını düşünüp acımazsın” buyurup, Yûnus aleyhisselâmı kavmine gönderdi ve onların tevbelerini kabûl ettiğini bildirmesini emretti. Yûnus aleyhisselâm Nineve şehri yakınında bir çobana rastlayıp, kavminden suâl eyledi. Çoban da cevap olarak; “Peygamberleri Yûnus aleyhisselâm onlara darılıp gittiğinden, kendi başlarına kaldılar. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları, başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar binbir pişmanlıkla ağlaştılar. Yûnus aleyhisselâmı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Netîcede, Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları öğretecek, Yûnus’un (aleyhisselâm) gelmesini beklerler” dedi. Yûnus aleyhisselâm; “O bekledikleri benim. Var onlara bildir!” buyurdu. Çoban, onun Yûnus aleyhisselâm olduğunu anlayınca, heyecanlandı ve; “Elimde bir delil olmadan bir şey yapamam. Bana inanmazlar ve beni öldürürler” dedi. Zirâ onların dîninde yalan söyleyen, öldürülürdü. Yûnus aleyhisselâm, oradaki bir koyun ve bir ağacı gösterip; “İşte bunlar benim için şâhidlik ederler” buyurdu. Çoban koşarak şehre geldi. Beylerine haber verdi. Çobanı sorguya çektiler. Çoban yemîn billah edip onları hazret-i Yûnus'un gösterdiği ağacın yanına getirdi. Ağaç dile gelerek, çobanın, Yûnus aleyhisselâmla görüştüğünü haber verdi. Sonra koyun dile geldi ve; “Eğer Allahü teâlânın peygamberini görmek istiyorsanız şu tarafa gidiniz” dedi. O tarafa gittiler. Yûnus aleyhisselâmı namazda buldular. Sabırsızlıkla namazını bitirmesini beklediler. Sonra hasretle kucaklayıp özürler dilediler. Beraberce şehre döndüler. Bundan sonra Yûnus aleyhisselâm, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretti. Kavmi mes’ûd ve iyilik üzere oldular. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir “O kimseler îmâna geldiler de, onları ecelleri gelinceye kadar geçindirdik.” (Saffat sûresi: 148) Yûnus aleyhisselâm, seksenüç yaşında ibâdet hâlinde iken Nineve'de vefât etti. Vefât ettiği yer hakkında başka rivâyetler de vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra pek çok nebî (peygamber) gönderildi. Bu nebîler, onları Tevrât-ı şerîfin hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Dinlerinden, unutmuş oldukları husûsları onlara yeniden öğretip, bunlarla amel etmelerini sağlamak için tebliğ vazifesi yaptılar. Fakat İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan îtibâren kendilerine gönderilen peygamberlere tâbi olma husûsunda tam bir sebât göstermediler. Bir müddet tâbi olup, sonra yine doğru yoldan ayrıldılar. Bazen, kendilerine gönderilen nebîlere, içlerinden pek az kimse tâbi oldu. Çoğunluğu dinlemedi. Bütün bu isyânları sebebiyle, fitne ve fesâd içinde gâyet hakîr ve zelîl bir hayat yaşadılar. Çeşitli kavimlerin esâreti altında yaşamak mecbûriyetinde kaldılar. Tevrât-ı şerîfi de zamanla değiştirip, kendi arzularına göre tevil ve tahrif ettiler. Böylece isyânları çok arttı. Aralarında fısk ve isyân çoğalıp, kendilerine gönderilen nebîleri de yalanladılar. Ahlâkları tamâmen bozulup, korkunç ve azgın bir kavim hâlini aldılar. Uzun zaman, Allahü teâlâya isyân içinde yaşadılar.
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmeden önce, Amâlika kavmi onlara musallat olmuştu. O zaman, Amâlikalılar, Mısır ile Kudüs arasında bulunan Bahr-i Rum sahillerinde yaşıyorlardı. Bu kavim, İsrâiloğulları üzerine saldırdı. Bunlarla savaş yapan İsrâiloğulları, mağlûb oldular. İsrâiloğullarından, öldürülenler hariç, yetmişbin kişi esir aldılar. Esir edilenlerden dörtyüzkırk kişisi, melikler hânedanından idi. Esirler dışında kalanlar ise, tamâmen dağıldılar. İçine kurt girmiş koyun sürüsü gibi perişân oldular. Yurtlarının büyük bir kısmını, Amâlikalılar işgal etmişti. Düşmana kaptırmak sûretiyle kaybettikleri en önemli şeyleri ise Tâbût idi.
Tâbût; içinde, İsrâiloğullarının mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledile gelen altın kaplamalı bir sandık idi. Tâbût onlar için, birlik, beraberlik ve rahat yaşama vesilesi idi. Hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu. Rivâyete göre, Tâbût'un içinde, Tevrât-ı şerîf ve Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, elbisesi ve Tîh sahrasında Benî İsrâil'e gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktar, Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetler vardı.
İsrâiloğulları, bilhassa Tâbût'un ellerinden gitmesine çok üzülüyorlar, onu tekrar elde etmek için çâreler arıyorlar, yeniden bir araya gelip toplanmak istiyorlardı. Rivâyete göre, üç-dört asır böylece dağınık kalıp çok perişân oldular. Kendilerini bu hâlden kurtaracak bir peygamber göndermesi için, Allahü teâlâya duâ ettiler. Aralarında, peygamber neslinden, bir kadından başka hiç kimse kalmamıştı. Bu kadın da bu sırada hâmile idi. İsrâiloğulları onun bir oğlan doğurmasını bekliyorlardı. “Belki kız doğurur da bir oğlan çocuğu ile değiştirir. Çünkü biz onun bir oğlan doğurmasını merâkla bekliyoruz” dediler. Bu sebeple o hâmile hanımı bir yere hapsedip, doğuruncaya kadar kontrol altında tuttular. Nihâyet bu asîl ve temiz hanımdan bir oğlan çocuğu dünyâya geldi. Annesi, ismini İşmoil koydu. Bu isim; “Allahü teâlâ duâmı kabûl etti” mânâsındadır. Bu mânâda isim vermesinin sebebini İbn-ül-Esîr şöyle nakletmiştir: Bu kadın, âkır yâni doğurmayan (kısır) bir kadın idi. Kocasının bir başka hanımı daha vardı. O kadının on çocuğu olmuştu. Çocuğunun çokluğu sebebiyle, çocuğu olmayan hanıma sıkıntı verip, kalbini kırmıştı. O da, büyük bir kalb kırıklığı içinde boynunu bükerek, Allahü teâlâya bir erkek evlat ihsân etmesi için duâ etmişti. Allahü teâlâ onun kırık kalble yaptığı duâsını kabûl buyurup, bir oğlan evlâdı ihsân etti. Kadın da bu çocuğun ismini İşmoil koydu. Biraz büyüyüp, yetişince, onu Kudüs'e götürüp Tevrât-ı şerîf öğretilmesi için teslim etti. Orada bulunan âlimlerden biri, onun, ilim öğretilip yetiştirilmesi işini üzerine aldı ve onu kendine evlat edindi.
İşmoil aleyhisselâm kırk yaşına gelince, Allahü teâlâ ona peygamberlik verdi. Namaz kıldığı bir sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip, hocasının sesine benzer bir ses ile ona nidâ etti. Hemen hocasının yanına gidip; “Buyurun ne istediniz?” dedi. Hocası düşünüp, onun korkmaması için, ben çağırmadım demedi. “Şimdi git uyu!” dedi. Dönüp gidince, Cebrâil aleyhisselâm önceki gibi yine gelip, nidâ etti. İşmoil aleyhisselâm da tekrar hocasının yanına gitti. Bunun üzerine hocası durumun farkına varmış olduğu için; “Evlâdım, dön git ve ben seni çağırdığım zaman bana gelme!” dedi. Bu hâl üç defâ tekrarlandıktan sonra, Cebrâil aleyhisselâm İşmoil aleyhisselâma gözüküp; kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildiğini bildirdi. İşmoil aleyhisselâm da kavmine yâni İsrâiloğullarına, Allahü teâlânın emirlerini tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar. Sonra itâat ettiler. Bu hâl üzere on-onbir sene ona tâbi oldular ve rahat ettiler.
İsrâiloğullarının başında bir hükümdâr yoktu, birlik ve beraberliklerinin bir sembolü, mânevîyatlarını harekete getiren bir emânet olan Tâbût da ellerinde değildi. Onları, Amâlikalılar mağlûb ve dağınık bir hâle sokmuş, Tâbût’u ellerinden almışlardı. Hattâ Amâlikalılar onları tamâmen yok edecek güçte idiler. İsrâiloğullarının ileri gelenleri toplanarak, İşmoil aleyhisselâma gidip; “Bize bir hükümdâr tâyin et de, biz o hükümdârın emri altında toplanıp, düşmanlarımıza karşı Allah yolunda cihâd edelim” dediler. İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarının hâllerini ve cihâd yapmaya cesâretlerinin olmadığını bildiğinden, onlara; “Sizin üzerinize düşmanla cihâd etmek farz kılınsa, bunu yapmanızdan endişe edilir. Zirâ ben sizin korkaklığınızı hissediyorum. Korkarım ki bu sözünüzden döner de Allahü teâlâya âsî olursunuz?” dedi ve iyi düşünmelerini tavsiye etti. İsrâiloğulları, İşmoil aleyhisselâmın bu sözleri karşısında şöyle dediler: “Neden Allah yolunda cihâd etmeyelim, elbette yaparız. Biz evlatlarımızdan ayrı düştük, memleketimizden çıkarıldık. Nice hakâretlere ve sıkıntılara maruz kaldık. Eğer savaşmazsak yine düşman üzerimize gelir!” Böylece her halükarda düşmanla savaşmaya ve Allah yolunda cihâd etmeye azmettiklerini, buna kesinlikle karar verdiklerini belirttiler. Bunun üzerine, İşmoil aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına cihâdı farz kıldı. Kendilerine hükümdâr olarak da, Tâlût'un tâyin edildiği, vahiyle İşmoil aleyhisselâma bildirildi.
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Tâlût'un kendilerine hükümdâr olarak tâyin edildiğini bildirdi. Fakat, ne var ki İsrâiloğulları, Tâlût'un kendilerine hükümdâr olmasını kabûllenmediler. Söz verdikleri hâlde, daha işin başında kendilerine has bir karakterle karşı çıktılar. Tâlût'un kendilerine hükümdâr olmasına, şu sebeplerle karşı çıkıyorlardı: Tâlût, peygamberlerin geldiği sülaleden değildi. Hükümdâr hânedanından da değildi. Tâlût bu sıbtlardan (kabilelerden) olmayıp, Bünyamin neslinden idi. Diğer taraftan, fakir olmasını bahane ediyorlardı. Tâlût'un debbağ veya fakir bir çoban, yahut evlere su taşıyan bir sâki olduğu rivâyeti de vardır. O, İsrâiloğulları arasında fakirler sınıfından idi. Bu vasıfları sebebiyle, onun hükümdâr olması İsrâiloğullarına ağır geliyordu. Halbuki Tâlût, gâyet uzun boylu ve çok heybetli idi. İlmi, zekâsı ve fazîleti pek çoktu. Netîce îtibâriyle, hükümdâr olacak bir kimsede aranan yeterli ilim, cesâret ve heybet gibi vasıflar, Tâlût'da mükemmel derecede vardı. İsrâiloğulları, İşmoil aleyhisselâmdan, kendilerine bir hükümdâr tâyin etmesini istedikleri ve Allahü teâlâ tarafından vahiy ile Tâlût'un hükümdâr tâyin edilmesi bildirildiği hâlde, Tâlût'u bir takım bahanelerle kabûl etmek istemediler. İşmoil aleyhisselâm, onların bu tutumları ve kendilerinden birinin buna daha lâyık olduğunu söylemeleri üzerine, onlara şöyle dedi: “Tâlût'u, sizin üzerinize melik olarak Allahü teâlâ seçti. Onu ilimde ve bedende, cesâret ve heybette sizden daha kuvvetli kıldı. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, mülkünü dilediğine verir. Allahü teâlânın ihsânı boldur. O her şeyi bilir, melik olmaya kimin daha lâyık olduğunu bilir ve mülkünü ona verir. Bu bakımdan sizin vazifeniz Tâlût'a itâat etmektir.”
Nihâyet İsrâiloğulları, çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un kendilerine melik olmasını Allahü teâlânın emrettiğini kesin olarak anlamak için bir alâmet istediler. İşmoil aleyhisselâm onlara; “Tâlût, melik olmasına alâmet olarak kaybetmiş olduğunuz Tâbût'u size getirecektir” dedi. İçinde, İsrâiloğullarının mukaddes emânetleri bulunan ve kendileri için bir sükûnet ve cesâret vesilesi olan Tâbût, daha önceden İsrâiloğullarını çok ağır bir mağlubiyete uğratıp darmadağın eden Amâlikalıların elinde bulunuyordu. Amâlikalılar, Tâbût'a ve içinde bulunan emânetlere karşı hürmetsiz davrandıkları için, Allahü teâlâ onları çeşitli hastalıklara müptela kıldı. Bunun üzerine; “Bu Tâbût bizim hastalıklara tutulmamıza sebep oldu” diyerek, İsrâiloğullarına iâde etmeyi düşündüler. Sonra da Tâbût'u alıp memleketlerinin sınırları dışında bir yere koydular. Bundan sonra melekler Tâbût'u alıp Tâlût'a götürdüler. O da Tâbût'u İsrâiloğullarına getirdi. Böylece, İsrâiloğulları Tâlût'u melik olarak kabûllenip, onun idâresinde bir araya toplandılar. Tâlût da mülkünü ve askerini tanzim edip, İsrâiloğullarının düşmanı olan ve yurtlarını altüst eden Amâlika kavmi ile savaşa hazırlandı.
Tâlût, İsrâiloğullarından büyük bir ordu kurup yola çıktığı zaman, ordusuna şöyle dedi: “Allahü teâlâ, sizi bir nehir ile imtihân edecek! Yolda karşınıza bir nehir çıkacak. Kim o nehrin suyundan bir avuçtan fazla içerse, o benim askerim değildir! Harareti teskin etmek için, sâdece bir avuç içebilirsiniz. O bir avuç su, sizin susuzluğunuzu tamâmen giderecektir!” İsrâiloğullarının imtihân edileceğine dâir haberi, Tâlût'a, İşmoil aleyhisselâm bildirmişti. İsrâiloğullarının ordusu bahsedilen nehre gelince, içlerinden üçyüzonüç kişi hariç, diğerleri Tâlût'un nasîhatim dinlemeyip, nehrin suyundan çokça içmeye başladılar. Emre uyan üçyüzonüç kişi ise sâdece birer avuç su içtiler. Bu su ile, susuzlukları tamâmen gidip harâretleri söndü. Emri dinlemeyip bir avuçtan fazla içenlerin ise, nehrin suyundan içtikçe harâretleri arttı ve dudakları kararmaya başladı. Suyu çok içmekten hiç bir fayda görmedikleri gibi, kalblerine şiddetli bir korku düştü. Nehri geçmeye cesâret edemediler. Korkaklık ve perişânlık içinde geri döndüler.
Rivayete göre Tâlût'un bu ordusu yetmiş veya seksenbin kişi idi. Bunlardan sâdece üçyüzonüç kişi Tâlût'un emrine uydu. Tâlût, diğerlerini emre itâat etmedikleri için geri çevirdi. İşmoil aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirilen ilâhî emir böyleydi. Tâlût bu emre uydu. Böylece, orduda, emre sâdık olanlarla isyânkarlar birbirinden ayrıldı. Çünkü sâdık olmayanların savaşta bir faydası olmayacağı gibi, korkaklıkları ve emre itâat etmemeleri sebebiyle, sâdık olan diğer askerlerin de bozulmasına sebep olacaklardı.
Tâlût, emri dinleyen az fakat sâdık bir birlik ile, nehri geçip düşmanla cihâd etmek üzere hareket etti. Düşmanları Amâlika kavmi olup, bu kavmin başında Câlût adında zâlim bir kral vardı. Tâlût'un ordusunda, o zaman henüz genç yaşta olan Hazret-i Dâvûd da vardı. Hazret-i Dâvûd, atı üzerinde kibirlenerek duran Câlût'a sapanıyla bir taş atıp başından vurarak öldürdü. Bundan sonra, Tâlût'un ordusu Amâlikalıları mağlûb edip dağıttı. Nihâyet İsrâiloğulları, düşmanlarına gâlip gelip kuvvetlendiler. Tâlût'un İsrâiloğullarına melik olması, İsrâiloğullarını toplayıp Câlût'u mağlûb etmesi ve bu konudaki diğer husûslar, Kur'ân-ı kerîmde, Bakara sûresi 246-251. âyet-i kerîmelerinde bildirilmiştir. (Bkz. Dâvûd aleyhisselâm)
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına kırk yaşında iken peygamber oldu. Onbir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin onbirinci senesinden sonra, Tâlût'u, İsrâiloğullarına melik tâyin edip, elliiki yaşında iken vefât etti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget