Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına bir çok nebîler gönderdi. Onların vazifeleri; insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Zamân uzadıkça, İsrâiloğulları,Tevrât'ın hükümlerini değiştirmeye, kendi hevâ ve heveslerine uymaya başladılar. Aralarında isyân ve fısk-u fücur çoğaldı. Azgın kimseler, nebîlerin sözlerini dinlemez oldular. Ahlâkları tamâmen bozuldu. O zaman, Mısır'la Şam arasındaki Amâlika kavminin hükümdârı Câlût'u, Allahü teâlâ, İsrâiloğulları üzerine musallat kıldı. Câlût, İsrâiloğullarına hücûm edip, bozguna uğrattı ve vatanlarından sürüp, çocuklarını esir aldı. Cemâatlerini dağıttı, İsrâiloğulları perişân oldular. Mûsâ aleyhisselâm zamanından beri, İsrâiloğullarında, elden ele geçen ve içinde mukaddes emânetlerin bulunduğu sandık da Câlût'un eline geçti. Câlût, bu sandığı alarak, hakâret olsun diye pis bir yere bıraktı. Kur'ân-ı kerîmde, bu sandığa Tâbût ismi verilmektedir. Beydâvî’nin bildirdiğine göre; Tâbût, servi ağacından yapılmış bir sandık olup, üç arşın boyunda, iki arşın eninde ve altınla kaplı idi. İçine, Tevrât ve mukaddes emânetler konur; hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu.
Ev, mal ve yurtlarından ayrı düşen İsrâiloğulları, bütün rahatlarının kaçmasını ve huzûrsuzluklarını, Tâbût'un ellerinden çıkmasında bildiler. Başlıca emelleri, Tâbût'u ele geçirmek oldu. Böylece çâre aramaya başladılar. Kavmin eşrâfı (önde gelenleri) kendilerine; kuvvetli, kudretli ve dirayetli bir kumandan bulmak için, nebîlerinden İşmoil aleyhisselâma giderek, İsrâiloğullarını düşmandan kurtaracak bir melik (hükümdar) tayinini istediler. İşmoil aleyhisselâm da, Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundu. Cenâb-ı Hakk'ın vahyiyle, onlara, Tâlût ismindeki şahsı melik tâyin ettiğini haber verdi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: (Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Mûsâ'dan (aleyhisselâmsonra (istişare için bir araya gelen) İsrâiloğullarının ileri gelenlerine (kıssasına, haberine) vâkıf olmadın mı? Hani onlar peygamberlerine (İşmoil aleyhisselâma); Bizim için bir hükümdâr gönder (tayin et) de (onun emriyle Câlût ve Âd kavminin soyundan Amâlika kavmiyle) Allah yolunda savaşalım dediler. O (peygamber de); Korkarım ki, üzerinize kıtâl (muharebe) farz kılınırsa, muhârebe etmezsiniz dedi. Onlar (İsrâiloğulları); Niçin Allah yolunda savaşmayalım ki, biz yurtlarımızdan çıkarıldık, hem evlatlarımızdan mahrûm edildik dediler. Ne zaman ki onlara cihâd farz kılındı, içlerinden çok azı (üçyüz onüç kişi) müstesna, cihâddan (muharebeden) yüz çevirdiler. Allahü teâlâ cihâddan yüz çeviren zâlimleri bilicidir.
Nebîleri olan (İşmoil aleyhisselâmonlara; Allahü teâlâ sizin için Tâlût'u hükümdâr olarak gönderdi dedi. (İsrâiloğulları Tâlût'u hükümdârlığa münâsip görmeyip, kendilerinin daha ehil olduklarını iddia ederek) dediler ki: Biz hükümdârlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken, nasıl olur da bizim başımızda hükümdârlık onun olabilir? (Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Tefsîr âlimleri bildirdiler ki: İsrâiloğullarının, Tâlût'u hükümdârlığa münâsip görmemelerinin sebebi, onun, hükümdârlar soyundan olmaması idi. Zirâ İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler Lâvî bin Ya’kûb neslinden, hükümdârları da Yehuda bin Ya’kûb evlâdından idi. Tâlût bu iki soydan olmadığı için, hükümdâr olmasını istemediler ve ona hakâret gözüyle bakmaya başladılar. “(İşmoil aleyhisselâmdedi ki: Şüphesiz Allah sizin üzerinize onu beğenip seçmiştir. Ona ilimce, vücûdca (kuvvetçe) de sizden ziyâde bir üstünlük vermiştir. Allahü teâlâ mülkünü dilediği kimseye verir. Allahü teâlâ ihsân sâhibidir (fakire mülk ve zenginlik verir) ve âlimdir (mülke lâyık olan bilir.) (Bakara sûresi: 246, 247)
Fahreddîn-i Razî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) İsrâiloğullarının iddialarını dört şekilde reddetti:
1- Allahü teâlâ hükümdârlık makâmına Tâlût'u münâsip gördü. Seçmek, Allahü teâlâdan olup, kulların münâsip görmesine bağlı değildir.
2- Hükümdârlık makâmında iki şey lâzımdır: Birincisi; milletin işlerinin idâresi ve memleketin siyâseti için gerekli ilim. İkincisi; bedenî ve rûhî kuvvet olup, bu husûslar Tâlût'da vardır.
3- Mülk, Allahü teâlânındır. Dilediğine verir. Kimsenin îtirâza selahiyeti yoktur.
4- Allahü teâlâ, ihsânıyla fakiri zengin eder. Saltanata lâyık olan hakkıyla bilir.
Nebîleri İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarının Tâlût'un hükümdâr olmasına alâmet istemeleri üzerine; “Tâlût'un hükümdâr olmasına alâmet, size, kaybetmiş olduğunuz Tâbût'un getirilmiş olmasıdır” buyurarak, onunla kalplerinin huzûra kavuşacağını bildirdi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Nebîleri (İşmoil aleyhisselâmonlara; Hükümdârlığının açık alâmeti, size o Tâbût'u getirmesidir ki, içinde Rabbiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı, teskîn-i hatır) ve Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) metrûkâtından bir bakıyye (Tevrât levhaları ve kıymetli eşyalar) vardır. Melekler onu yüklen(ip getir)ecektir. Elbette bunda (Tâbût'un size getirilmesinde) size kat’î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin doğruluğuna kat’î bir delil) vardır, eğer îmân etmiş kimselerseniz dedi.” (Bakara sûresi: 248)
Tâbût hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Allahü teâlâ, önce onu Âdem aleyhisselâma indirdi. Ondan Şit aleyhisselâma, sonra Âdem oğullarından birbirlerine intikal ederek; İbrâhim, İsmâil, Ya’kûb'a aleyhimüsselâm, ondan İsrâiloğulları arasında el değiştirerek, Mûsâ aleyhisselâma intikal etti. Mûsâ aleyhisselâm, onun içine Tevrât-ı şerîfi ve bâzı mühim şeylerini koydu. Seferde, onu askerin önünde yürütünce, halkın kalbine kuvvet gelirdi. Vefâtlarından sonra, İsrâiloğulları, onun içine Tevrât levhalarını, Mûsâ aleyhisselâmın ve Hârûn aleyhisselâmın eşyalarını v.b. koydular. Amâlika kabîlesi, bu Tâbût'u aldıklarında hor ve hakîr tuttular.
Cenâb-ı Hak; Tâlût'un mülkünü takviye ve İsrâiloğullarının, onun hükümdârlığına kanaatleri olsun diye, mûcize olarak, Tâbût'u melekler vâsıtasıyla Tâlût'un hânesine (evine) koydurdu. (Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.) İsrâiloğulları onu Tâlût'un evinde bulunca, onun kendilerine Allahü teâlâ tarafından hükümdâr yapıldığına inandılar. Tâbût'un gelmesinden, gönüllerine sükûnet ve rahatlık geldi. Böylece Tâlût, İsrâiloğullarının başına geçip hükümdâr oldu.
Tâlût hükümdâr olunca, memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Allah yolunda cihâd için, Kudüs'ten hareket ederek, askeriyle kral Câlût'un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması yüzünden, askerin suya ihtiyâcı pek fazla idi. Böyle olmasına rağmen, bir tâlimat verdi. Bu, itâat eden asker ile etmeyenleri ayırmak için bir imtihân idi. Tâlût; “Allahü teâlâ, sizi, bir nehirle imtihân edecektir. Kim o nehirden doyuncaya kadar su içerse, askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden içmez yahut bir avuç su içerse, zararı yoktur ve askerimdendir” buyurdu. Tâlût bu tâlimatı, kendisinin hükümdâr olacağını haber veren nebîye (İşmoil aleyhisselâma) gelen vahy-i ilâhîden almıştı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Vakta ki, Tâlût, askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle yahut ilhamla askerine) dedi ki: Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim ki ondan (kana kana) içerse, benden (teb’amdan) değildir. Kim ki, ondan içmezse, o bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesna” (onlara müsâde var). (Bakara sûresi: 249) Tâlût ve askeri nehre geldiler. (Bu nehrin, Ürdün ile Filistin arasında olduğu rivâyet edilmektedir.) Ordu, seksenbin kişi idi. Askerin çoğu, (yetmişaltıbin kişi) Tâlût'un tâlimatı haricine çıkarak, istedikleri kadar içtiler. Az bir kısmı (dörtbin kadarı) söz dinledi. Bunların da çoğu firar edince, geride çok az asker kaldı. Bunların sayısının, Eshâb-ı Bedir adedince yâni üçyüzonüç kişi olduğu rivâyet edilmektedir. Buhârî'nin, Berâ bin Âzib'den (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Tâlût'un ordusunda su içmekte veya ancak bir avuç içmekte itâat edenlerin sayısı, Eshâb-ı Bedir sayısına denk idi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü Eshâb-ı kirâmına; “Bu gün siz, Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı adedincesiniz. Onlar mü’min idiler” buyurdu. Emri dinlemeyip nehirden içenlerin; içtikçe dudakları karardı, susuzlukları arttı, kendilerini korku kapladı, hareket etmeye kuvvetleri kalmayıp, nehir kenarında halsiz kaldılar. Bir kısmı geri döndü. Emri dinleyenlerin aldıkları su, ihtiyaçlarını gördü, îmânları kuvvetlendi. Bu hâlden dolayı Allahü teâlâ onlara güç verdi. Kur'ân-ı kerîmde, bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: “Derken (ırmağa varır varmaz) içlerinden çok azı müstesna, ondan (nehirden) bol bol içtiler. Nihâyet o (Tâlût) ve maiyetindeki, inanan az sayıdaki kimseler, onu (ırmağı) geçtiler. (Beri yanda kalanlar) dediler ki: Bu gün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı (duracak) tâkâtimiz yoktur. (Âhırette) muhakkak Allahü teâlâya kavuşacaklarını bilenler (ve itâatle ırmağı geçenler) ise dediler ki: Nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa, Allah'ın izniyle (kaza ve irâdesiyle) galebe etmiştir. Allah sabır (ve sebât) edenlerle beraberdir.” (Bakara sûresi: 249)
Nihâyet iki ordu karşı karşıya geldi. Tâlût'un ordusunda, er olarak savaşa katılan onsekiz yaşında genç bir yiğit vardı. İsmi Dâvûd idi. Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre, Dâvûd aleyhisselâm, pederi Eyşâ ve onüç birâderi ile Tâlût'un askeri arasında bulunuyordu. Rivâyete göre; bunların en küçüğü Dâvûd (aleyhisselâm) olup, önceleri koyun güderdi. Mesleği gereği, sapan taşı atmada pek hünerli ve çok cesur bir yiğitti. Yaşından umulmayan bir cesâret ve çevikliğe sâhipti. Günün birinde babasına; “Sapanımla, tam bir isabet üzere attığım her taş ile hedefi vurup yere düşürüyorum”, başka bir gün; “Bir arslan yakalayıp üstüne bindim korkmadım”, başka bir gün de; “Ben dağlar arasında yol alırken tesbîh okuyorum, istisnasız bütün dağlar, taşlar da benimle birlikte tesbîh ediyor” dedi. Bunun üzerine babası; “Sana müjdeler olsun. Bu, Allahü teâlânın sana verdiği bir hayır işâretidir” buyurdu.
Bir gün, Dâvûd aleyhisselâm yolda giderken, üç taşa rast geldi. Taşlar dile gelip; “Ey Dâvûd! Bizleri yanına al, sen bizimle Câlût'u öldüreceksin” dediler. Dâvûd aleyhisselâm, onları torbasına koydu. Sonra bunların hepsi tek bir taş oldu. Hazret-i Dâvûd'un sesi çok güzeldi. “Bu gün dahi, Dâvûdî ses tabiri kullanılmaktadır.” Sesi çok güzel olduğu için, devlet reîsi Tâlût'un huzûruna çıkarıldı. Tâlût onu, kendisine nedîm yaptı. Dâvûd aleyhisselâm, gün geçtikçe şöhret kazandı. Sonra da, Tâlût'un Amâlika kavmine karşı hazırladığı orduya katıldı. Harp başlamadan önce, Tâlût fermân edip; Câlût'u öldürene kızını vereceğini ve memleketin her tarafında onun mührünü geçerli kılacağını îlân etti. Sonra yardım için Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundular. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar (Tâlût'a itâat eden mü’minler), Câlût ile askerlerine karşı (savaş) için) çıktıkları zaman, (niyaz edip) dediler ki: Ey Rabbimiz! üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır. (Düşmanlarımızın kalblerine korku vererek ve kalplerimizi kuvvetlendirerek) ayaklarımıza sebât ver. (Er meydanında kaydırma. Puta tapan) bu kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et.” (Bakara sûresi: 250) Bu âyet-i kerîmede; düşman üstüne giden askerin, Allahü teâlâya yalvarıp, kalpten yardım istemesinin lâzım olduğuna işâret edilmektedir. Harpte üç şey lâzımdır. Bunlar; görülecek zorluklara sabretmek, harp aletleriyle müdâfâa ve sebât, bir de Allahü teâlânın yardımının geleceğine inanmaktır.
Câlût, zamanın harp usûlüne göre, karşısında savaşacak bir er diledi. Herkes Câlût'un heybetinden korkuyordu. Zirâ o, iri vücutlu, harp san’atını bilen biri idi. Bu sırada, Dâvûd aleyhisselâm belinde sapanı, sırtında torbası ve elinde asâsı ile ortaya çıktı. Onunla dövüşmek istediğini söyledi. Herkes bu hâle şaştı. Câlût, Davut aleyhisselâmı görünce; “Ey Hakîr! Niçin geldin?” diye sordu. Dâvûd aleyhisselâm; “Seninle cenk etmek için” dedi. Câlût, alay edip; “Benimle nasıl cenk edersin? Savaşmaya bir kılıcın bile yok” dedi ve güldü. Dâvûd aleyhisselâm, sapanı belinden çıkardı, elini torbaya sokup, daha önceden hazırladığı bir taşı çıkardı ve sapana koydu. Câlût gülerek; “Senin taşına karşı kalkana ne lüzum var” dedi. Dâvûd aleyhisselâm tekbir getirip, Allahü teâlânın ismiyle taşı Câlût'a attı. O esnada, yerde ve gökte olan melekler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, kuşlar da tekbir getirdiler. O sadânın heybeti düşmana ulaştı. Kuvvetli bir rüzgâr esip, Câlût'un başındaki tolgasını düşürdü. Taş Câlût'un alnına isabet edince, atından düştü ve öldü. Tâlût'un ordusu, bu hâli görünce coşarak, düşmana hücûmla onları bozup, mağlûb ettiler. Câlût'un askeri dağıldı. Böylece Allahü teâlâ, Tâlût ve ordusunun duâsını kabûl etti. Onlara sabır ve tahammül verdi. Harpte ayaklarını sabit kıldı. Kâfirlere karşı onlara yardım etti. Tevhid ehli memnun, mesrûr ve muzaffer oldu.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Derken (düşmanla karşılaşır karşılaşmaz, Allahü teâlânın izniyle) onları (düşmanlarını) bozguna uğrattılar. (Mü’minlerin arasında bulunan) Dâvûd da, Câlût'u öldürdü. Allah da ona (İşmoil'in (aleyhisselâm) ve Tâlût'un vefâtından sonra) saltanat ve hikmeti (peygamberliği) verdi. Ve daha (kuşların dilini anlamak, zırh yapıp satmak, Zebur'u vermek gibi) dilediği bâzı şeylerden öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını, diğer bir kısım ile önleyip defetmeseydi, yer (yüzü) muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemler üzerine ihsân ve rahmet sâhibidir.” (Bakara sûresi: 251)
Yâni, eğer Allahü teâlâ insanların bâzısı ile, mü’min ve itâatkar kulları ile, insanların bâzısını, kâfirleri ve asîleri defetmeseydi; zararlarını ve kötülüklerini gidermeseydi, yeryüzü ve üzerindeki ekinler, nesiller ve yeryüzünü ma’mûr eden şeyler hebâ ve zâyi (yok) olurdu. Fakat Allahü teâlâ, mü’min kulu ile kâfirin, sâlih kulu ile de facir ve fâsıkın zararını defetmektedir. Bunun için Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Elbette Allahü teâlâ sâlih müslüman ile, komşusu olan yüz evden belâyı def eyler” buyurup, bu âyet-i kerîmeyi okudular. Bu âyet-i kerîme, insanları idâre eden sâlih kimselerin fazîletine, onlarsız âlemin nizâm ve intizama kavuşamayacağına işâret etmektedir.
Tâlût zafere kavuşunca, ganîmet olarak ele geçen şeylerin hepsini yaktırdı. (Çünkü Mûsâ aleyhisselâmın dîninde, ganîmetler yakılırdı.) Sonra ordusu ile Kudüs'e döndü. İşmoil aleyhisselâma varıp, durumu olduğu gibi anlattı. (İşmoil aleyhisselâmın, ordusu içinde olduğuna dâir rivâyetler de vardır.) İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'a; “Sen de verdiğin sözü yerine getir” buyurdu. Tâlût da kızını Dâvûd aleyhisselâma verdi. Hâkimiyeti altındaki topraklarda Dâvûd aleyhisselâmın mührünü de geçerli kıldı. İnsanlar, Dâvûd aleyhisselâmın güzel ahlâk ve adâletine yönelip onu sevdiler. Tâlût'un hükümdârlık müddeti, vefâtına kadar kırk yıl sürdü.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem nebî hem sultân (hükümdar) idi. Nesebi; Dâvûd bin Eyşâ bin Uveyd bin Selmûn bin Bâ'ir bin Yahşûn bin Âminozeb bin Ram bin Hasrûn bin Bâris bin Yehûda bin Ya’kûb bin İshak bin İbrâhim'dir. Miladdan bin yıl önce Kudüs'te doğdu ve yüz yaşında orada vefât etti. Avrupalı târihçiler, hazret-i Dâvûd'un hükümdârlık târihini mîladdan önce 1015-975 olarak kaydetmişler ise de, bu kat’î değildir. Kumandanlarından Urya, muhârebede öldürülünce, zevcesini aldı ve bu hanımdan Süleymân aleyhisselâm doğdu. Sesi çok güzel ve tesirli idi. Kendisine İbranî dilinde Zebur kitabı geldi. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde 16 yerde geçmektedir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İstemek demektir. Aç bir kimsenin, ziyâdesi ile muhtâç olduğu bir zamanda, yiyecek istemesi gibi, Allahü teâlâdan ihtiyaçları, dilekleri istemek demektir. Duâ etmek, bir ibâdettir. Nitekim Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dua etmek ibâdettir.”
İnsan, zayıf, âciz olarak yaratılmıştır. Âcizliğini, zayıflığını hatırlayarak, Hak teâlâya dönmesi, O'na yalvarıp duâ etmesi, isteklerini O'ndan istemesi kulluk vazifesidir. Allahü teâlâ, kendisinden istendiği zaman, ihsân edeceğini ve kendisine yapılan duâları kabûl edeceğini haber vermiştir. Namaza duâ denildi. Dinde duâ, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Allahü teâlâ, duâ eden müslümanı çok sever. Duâ etmeyene gadab eder. Duâ, mü’minin silâhıdır. Dinin temel direklerinden biridir. Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Duâ, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın, belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine (ve havanın oksijen gazı, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp, harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i muallakı, hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. “Bana hâlis kalb ile duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim” meâlindeki âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki, duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir. “Bana ibâdet yapmak istemeyenleri, zelîl ve hakîr yapar, Cehennem’e atarım” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Allahü teâlâ her şeyi sebep ile yaratmakta, nîmetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def etmek ve faydalı şeyleri vermek için duâ etmeyi sebep kılmıştır.
Duâların kabûl olması için, sebeplere yapışmak ve duânın şartlarını gözetmek lâzımdır. Duâ, bir temenni olmamalı, istenilen şeylere kavuşturacak sebeplere yapışmalıdır. Meselâ, önce Allahü teâlânın emirlerini, ibâdetleri yapmalı, sonra da Hak teâlânın rızâsına kavuşmak için yalvarmalı, duâ etmelidir. İbâdetler, rızânın ve muhabbetin sebeplerindendir. Sebeplere yapışmadan yapılan duâ kabûl olmaz, Buna duâ değil, faydasız temenni denir. Temenni, ümîd edilmeyen şeyi istemektir. Ümîd edilen şeyi istemeye de reca denir. Duâlarda, istenilen şeyin sebeplerine kavuşturması için de Hak teâlâya yalvarmalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Çalışmadan, sebeplerine yapışmadan, duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir.”
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi duâ ettiler. Ümmetlerine de duâ etmelerini emir buyurdular. Duâ etmenin şartları şunlardır: Önce günâhlarına pişman olup, tevbe etmeli, istiğfâr okumalı, sadaka vermeli, îmânını (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak) düzeltmeli, duânın kabûl olacağına inanmalı, güvenmeli, iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salavat okumalı ve duâyı üçten fazla söylemeli, hiç olmazsa yedi kere tekrar etmelidir. Harama yaklaşmamalı, haramdan hâsıl olan şeyleri istememelidir. Kabûl olmadı diyerek, ümidi kesmemeli, kabûl oluncaya kadar uzun zaman tekrar etmelidir. En mühimi; haram yiyip içmemeli, haram şeyleri söylememelidir. Yenilenlerin helâl olmasına dikkat edildiği gibi, giyilenlerin de helâlden, temiz olmasına dikkat etmek lâzımdır. Haram yiyenin, kırk gün duâsının kabûl olmayacağı bildirilmiştir. Bunun için, duâ etmekten vazgeçmemeli; mutlaka duânın şartlarını, edeblerini gözetmelidir. Duâm kabûl olmadı, diye de üzülmemelidir. Yapılan duâlar kabûl olmasa bile, yine boşa gitmemekte, Hak teâlâ o kimseye sevâb ihsân etmektedir.
Duayı, ağız alışkanlığı olarak yapmamalıdır. Duâ ederken kalbin uyanık olması, neyi ve kimden istediğini bilmesi lâzımdır. Duâdan önce, Allahü teâlâya hamdetmeli ve Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ve selâm söylemelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâya başlarken; “Sübhâne Rabbiyel aliyyil a'lel Vehhâb” derdi. Bütün müslümanların sıhhat ve selâmetleri için duâ etmeli ve isteğini, dileğini söyleyerek, Allahü teâlâdan, vermesi ve ihsân etmesi için cân u gönülden yalvarmalıdır. Akla ve dîne uygun olmayan şeyleri istememelidir.
Kalbine gelen hayırlı şeyi istemeli, söylediğinin mânâsını öğrenmelidir. Her şeyden önce; af, mağfiret ve âfiyet için duâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli duâ; “Allahümme rabbenâ âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-ahireti haseneten vekı-nâ azâbennâr”dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı duâ yapmamalı, meselâ; (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir. Kabûl olursa pişmanlık fayda vermez. Duânın sonunda (Âmîn) demelidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “İyi kul, sâhibinin yaptıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Allahü teâlâdan gelene râzı olmak, sevinmek lâzımdır. Allah korusun, eğer O'nun gönderdikleri beğenilmez, istenmezse. O'nun kulluğundan çıkılmış, asıl sâhibinden uzaklaşılmış olunur. O'ndan gelene üzülmemeli, sevgilinin yaptığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Hastalıktan, gelen sıkıntı ve belâdan sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever.”
Hısn-ül hasîn kitabında buyruldu ki: “Duânın kabûl olması için, peygamberleri aleyhimüsselâm ve sâlih kulları vesile etmelidir. Sahîh-i Buhârî'deki Hadîs-i şerîflerde böyle bildirildi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Hayvanı kaçan kimse; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz. Allahü teâlâ da size merhamet eylesin desin?” buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfte; “Korkulu yerde, üç kere; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz! demeli!” buyruldu. Bu duâ tecrübe edilmiş ve netîcesi görülmüştür. Bir Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyden zarar gören, abdest alıp iki rekat namaz kılsın. Sonra; “Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesile ederek sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! O'nu bana şefâatçi et” desin!” buyruldu.
Tezkiret-ül-Evliyâ da diyor ki: Talebesinden bir kısmı sefere çıkarken, Ebü'l-Hasen-i Harkânî'ye (rahmetullahi aleyh) gelip; “Yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir duâ öğret! önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım” dediler. “Önünüze bir belâ çıkarsa, yâ Ebel-Hasen deyiniz” buyurdu. Hocalarının bu cevâbı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıya çıktı. İçlerinden biri, yâ Ebel-Hasen dedi. Kendisi, eşyası ve hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını, haydutlar alıp götürdüler. Eşkıya gidince, ona; “Sen nasıl kurtuldun” dediler. “Yâ Ebel-Hasen! dedim. Yanıma gelmediler” dedi. Geri döndüler. “Biz yâ Allah dedik. Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu yâ Ebel-Hasen dedi kurtuldu” diyerek bunun sebebini anlamak için, hocalarına yalvardılar. Hocaları; “Siz Allahü teâlâyı, haram giren ve haram çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise Ebü'l-Hasen ile tevessül eyledi. Allahü teâlâ bunun sesini, Ebü'l-Hasen'e duyurdu. Ebü'l-Hasen de, bunun halâs olması için duâ etti. Duâsı kabûl oldu ve kurtuldu” buyurdu. Mâide sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiplerinin (ibadetlerini, duâlarını) kabûl eder” ve bir hadis-i kudsîde de; “Bir kulum bana yaklaşırsa, ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm” buyruldu. Manaları bilinmeyen şeyleri söylememelidir. Adil hükümet me’murlarının, mazlumların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin ve misâfirin, duâları kabûl olmakta gecikmez. Ayrıca, oruçlunun iftar vaktindeki duâsı, anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve hocasının ve müslümanın arkasından yapılan duâ ile, sabr eden hastanın duâsı, bir de mübârek zamanlarda ve mübârek yerlerde ve namazlardan sonra ve Peygamberimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesile ederek yapılan duâlar, çabuk kabûl olunur. Buna, huzûr ve rahat zamanlarında çok duâ edenin, dert ve belâ zamanlarındaki duâlarını da ilave etmek gerekir.
Duanın fazîleti: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Dua ibâdettir” diye buyurduktan sonra, şöyle devam etti: “Rabbiniz buyurdu ki; “Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak, Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.” Yâni sözle yapılan ibâdet çeşitlerinden, duâdan daha üstün bir şey yoktur. Çünkü duâ eden, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunmakta, O'na yalvarmaktadır.
Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.” Yâni kendisini Allahü teâlâya muhtâç görmeyerek, gerek söz ve gerekse lisân-ı hâl ile istemeyene Allahü teâlâ gazâb eder.
“Dua mü’minin silâhıdır.” Yâni mü’min duâsı ile kendisinden ve başkalarından belâyı defeder.
“Dua dînin direğidir.” Yâni duâ etmekle, kul kulluğunu izhar etmektedir.
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.” Yâni duâ, yerleri ve gökleri gaflet karanlığından kurtarıp, onları aydınlatıcıdır. Kul, duâ edince, Allahü teâlâ onun dileğini bu dünyâda aynı ile veya dileğinin yerine ondan daha güzelini karşılık olarak verir. Yâhud büyük bir belâyı ondan def etmek sûretiyle verir. Bu isteği ya hemen veya geciktirerek verir. Yâhud Allahü teâlâ onun duâsını âhırete saklar. Yâni onun duâsına âhırette bol karşılık verir veya onun günâhlarından bir kısmını, o duâsı sebebiyle af ve mağfiret buyurur. Hülasa; Allahü teâlâ, iyi amel yapanın ecrini aslâ zâyi etmez ve muhakkak karşısına çıkarır.
Allahü teâlâhadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Ben, kulumun beni zannına göreyim.” Yâni kulum, benim onu affedeceğimi ümîd ederse, affederim. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem’e gitmesini emretti. Cehennem’in kenarına kadar gelip durunca, o kul döndü ve; Vallahi yâ Rabbî! Benim senin hakkındaki zannım gerçekten iyi idi” dedi. (Bunun üzerine) Allahü teâlâ; Onu geri çeviriniz. Muhakkak ki ben, kulumun beni zannına göreyim buyurdu.”
Yine bir hadis-i kudsîde Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Kulum (ona merhamet eylemem, yardım etmem, muvaffak kılmam için) beni anarsa, ben onunla beraberim.”
 Yine Hadîs-i şerîfte; “Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında da çok duâ etsin.” buyruldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget