Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

MEKKE DEVRİ

Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi, yaratılmış bütün insanların, mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi. Allahü teâlânın medhettiği ve bütün insanlara ve cinne peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün peygamber. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey onun hürmetine yaratılmıştır. Mübârek ismi, pek çok, tekrar tekrar övülmüş, methedilmiş mânâsına gelen Muhammed aleyhisselâmdır. Ahmed, Mahmud, Mustafa gibi başka mübârek isimleri de vardır. Babasının ismi Abdullah olup, hicretten 53 sene önce Rebîul-evvel ayının onikisinde Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke'de doğdu. Târihçiler, bu günün, miladî sene ile 571 senesinin Nisan ayının yirmisine rastladığını bildirmektedirler.
Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (Kâinat sedefinde bulunan tek büyük ve en kıymetli inci) lakabı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalîb'in; onun ölümü üzerine ise amcası Ebû Tâlib'in yanında kaldı. Yirmibeş yaşında Hadîce-tül-Kübrâ vâlidemiz ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü'l Kâsım yâni Kâsım'ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında iken, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı. Elliiki yaşında iken Mîrâc vukû buldu. Miladın 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke'den Medîne'ye hicret etti. Yirmiyedi kere muhârebe yaptı. 11 (m. 632) senesinde Rebîul-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında iken vefât etti.
Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine ismi ile hitâb ettiği hâlde, O'na; “Habîbim” (Sevgilim) diye iltifât etmiştir. Âyet-i kerîmede meâlen; “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ sûresi: 107) ve bir hadis-i kutside de; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, mahlûkâtı yaratmazdım” buyurdu. Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü en fazîletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan O'nun üstünde değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terkedip, hicret eden, Tarsus’taki mağarada medfun bulunan yedi kişi ve Kıtmir adındaki köpekleridir. İsimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenuş, Kefeştatayyûş'tur. Kıssaları, Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresinde, bir ibret ve uyanıp kendine gelme vesilesi olarak zikredilmiştir.
Kehf sûresinin sebeb-i nüzulü ile ilgili olarak, İbn-i İshak'tan şöyle rivâyet edildi: Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mahiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir. O'na uyun. Yok cevap veremezse, yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek, bu soruları sordular. Allahü teâlâ Resûlüne, Kehf sûresini inzal buyurdu. Müslümanlar da böylece Eshâb-ı Kehf hakkındaki bilgilere sâhip oldular.
Eshâb-ı Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs (yani Tarsus) şehri ahâlisinden idiler. Bunlardan altısı sarayda vazifeli, hükümdâra yakın kimselerdi. Hükümdâr o târihte Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olup; rezil, zâlim bir kimse idi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını îlân etti. Putperestliği kabûl etmeyen az sayıdaki mü’minleri köşe bucak aratır, yakalananları parçalatıp, şehrin kapılarına astırırdı. Saraydaki bu îmânlı gençler, yapılan zulümden nefret duyarlar, çâresizlik içinde bir araya gelerek Allahü teâlâya yalvarır, duâ ve istiğfâr ederlerdi. Bir gece Dokyanus'un adamlarından biri, durumlarını fark edip yanlarına geldi ve ne yaptıklarını sordu. Onlar; “Eşi ve benzeri olmayan Rabbimize ibâdet ediyoruz. Sen de gel, Rabbimize îmân et. Böylece seâdet-i ebediyyeye kavuş” dediler. O da; “Baba ve dedelerimizi puthânede gördüm. Onların yolundan ayrılamam. Sonra siz hükümdârın emrine karşı geliyorsunuz” dedi ve îmân etmedi. Ayrıca gördüklerini hükümdâra haber verdi. Kâfir olan baba ve dedelerini taklit ederek, küfürde ısrâr etti.
Zalim Dokyanus, ihbar üzerine, o gençleri huzûruna çağırıp tehdit etti. Onlar da îmân yolunda sebât gösterip, şirki, putperestliği kabûl etmediler ve ona; “Bizim Rabbimiz semâvâtın (göklerin) ve erdin (yerin) Rabbidir. O'ndan başkasına tapmayız. Zirâ O'ndan başka ibâdete lâyık kimse yoktur. Ey Dokyanus! Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, senin putperestlik teklifini kabûl ederek, Allahü teâlâdan başkasına îtikâd edersek bu takdirde, muhakkak haddi aşıp, doğruluktan uzak, akıl dışı pek ziyâde zulüm ve câhilce bir iş yapmış oluruz” dediler. Dokyanus, onların rütbelerini söktü. Kavimlerinin işâretini taşıyan kıyafetlerini çıkarmalarını emretti. Sonra da; “Siz gençsiniz, üç gün mühlet veriyorum. Kurtulmayı mı yoksa ölmeyi mi tercih ediyorsunuz?” deyip, başka bir şehre gitti.
Hazin tefsîri’nde bildirildiğine göre; Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri, zâlim Dokyanus'a sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söylediler. Çünkü Dokyanus bunları, oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da saray erkânı içinde, büyük bir vakârla; “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Öyle fânî olan şeyler nasıl yaratıcı olabilir?” dediler. “Dokyanus'u yaratan da bizim Rabbimizdir” deyip, teklifini reddederek kavmi içinde onu rezil rüsva ettiler. Böylece Eshâb-ı Kehf, Dokyanus'a karşı hak sözü söylemeye cesâretle, Allahü teâlâdan başka bir mâbuda ibâdet etmeyeceklerini bildirdiler. Bunun yanında, putperestlerin îmânlarının bir delile dayanmadığını ve bozuk inanışla Allahü teâlâya iftirâ ettiklerini de açıklayıp, onların herkesten daha zâlim olduklarını söylemekten çekinmediler. Bu îmân ve cesâretleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir;
(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o (Eshâb-ı Kehf’in) haberini (ibretli kıssasını) hakla, doğrulukla anlatalım. O yiğitler, Rablerine (Allahü teâlâya) îmân ettiler. Biz onların hidâyet (iman ve basiretlerini) ve sebâtlarını arttırdık.
“Şu bizim kavmimiz, O'ndan (Allahü teâlâdan) başka ilâh edindiler. Bunların üzerine bari açık bir bûrhân (delil) getirselerdi ya! Artık Allahü teâlâya karşı yalan yere iftirâ edenlerden daha zâlim kimdir? dedikleri zaman, onların kalblerini (sabır ve sebât ile tamâmen Hakk'a) bağlamıştık. (Kehf sûresi: 13-15)
Dokyanus, onların eski günlerine dönmeleri için kendilerine belirli bir süre tâyin etmişti. Bu da Allahü teâlânın onlara bir lütfuydu. Çünkü, bu bekleme esnâsında istişâre ederek, hicret imkânını elde ettiler. Dinlerini korumak için fitneden uzaklaştılar. İnsanlar arasında fitne çıktığı zaman, kulun, dînini korumak için hicret etmesi meşru bir durumdur. Onların her biri, babalarının evinden bir miktar azık aldı. Bir kısmını tasadduk ederek, şehre yakın bir dağ cihetine doğru yola çıktılar. Yolda giderken, bir çobana rast geldiler. Çoban onlara yiyecek ikrâm etti. Sohbet esnâsında, onların hâlini anlayıp îmân etti ve onlara katıldı. Beraberce yola koyuldular. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından tâkip etti. Mâni olmak için bir hayli uğraştılar fakat geri çeviremediler. Zirâ ses çıkarıp, yerlerini haber vereceğinden çekiniyorlardı.
Nihâyet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip; “Benden korkmayın. Ben, Allahü teâlânın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken gözcülük ve bekçilik yaparım” dedi. Böylece sayıları sekiz oldu. Dağa yaklaştıklarında, çoban bunlara; “Ben bu dağda bir mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür” dedi. Söz birliği ile o mağaraya girdiler ve cenâb-ı Hakk'a yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bize senin katından rahmet, (yani rızık, mağfiret, düşmandan emniyet) ver!” dediler. Büyükleri olan Yemlîha, arkadaşlarına; “Mâdem ki, siz onlardan ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin. O, düşmanlardan dîninizi muhâfaza için sizi korur ve lâzım gelen şeyleri de, onlardan istifâde edebilmeniz için sizlere ihsân eder. Maddî ve mânevî hayatınız emniyette olur. Biz kavmimiz putperest olduklarından, îmânımızı korumak için aralarından hicret ettik. Şimdi mağarayı mesken edinip, burada Allahü teâlâya ibâdet edelim. Rabbimiz iki cihânda rahmetini bize saçar, din ve dünyâ işlerimizi kolaylaştırır” dedi. Hepsi yorgun ve halsizdi. Bunun üzerine biraz uzandılar. Hakk'ın emriyle yavaş yavaş hepsi uyuyakaldılar.
Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehfin kendi aralarındaki bu konuşmalarını, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirmektedir:
(Birbirlerine şöyle demişlerdi:) Mâdem ki siz, onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya (çekilip) sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size bir fayda (kolaylık) hazırlasın.” (Kehf sûresi: 16)
“O zaman, o genç yiğitler mağaraya sığınmış (lar) dı da; Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günâhlarımızı da mağfiret et ve helâl rızık), düşmandan emniyet ver ve işimizden (dinimizi muhâfaza için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya ilticâ ettiğimizden dolayı) bizim için bir muvaffakiyet hazırla. (O sayede rüşt ve hidâyete ermiş; böylece çok sevâba kavuşmuş olalım.) (Kehf sûresi: 10)
Onlar mağaraya girdiklerinde, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu dileyerek böyle dediler. Ahmed ibni Hanbel'in (rahmetullahi aleyh) Müsned’inde, Büsr ibni Ebî Ertâd, Resûlullah'ın şöyle duâ ettiğini bildirdi: “Yâ Rabbî! Bütün işlerimizde âkıbetimizi hayırlı (iyi) kıl. Bizi dünyâda rüsvay olmaktan ve âhırette azâbdan koru!”
Eshâb-ı Kehfin mağaraya geldikten sonra uykuya varmaları, Kehf sûresi 11. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına (harici şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk (nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk).
Dokyanus, Efsûs'a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını bildirdiler. Bunun üzerine babalarını getirtti. Onları bulmaları için zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler” dediler. Dokyanus, adamları ile gidip o mağarayı buldu. Burada ölsünler diye, mağaranın ağzını iyice kapattırdı. O zaman Dokyanus'un yakınlarından iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini iki kurşun levhaya yazıp, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara, Betahlus Dağı’nın güney taralında idi. Güneş, doğarken ve batarken oraya vurduğundan, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf uyurken gözleri açık idi. Allahü teâlâ meleklerle, onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri, dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Nefes alırlar, saçları tırnakları uzardı.
Allahü teâlâ kemâl-i kudreti ile cesed ve elbiselerini değiştirmedi. Eshâb-ı Kehf, üçyüzdokuz sene o mağarada uyuyup kaldılar. Allahü teâlâ kendilerini muhâfaza etti.
Eshâb-ı Kehfin uykularının keyfiyyeti hakkında Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: (Onların gözleri açık olmakla) sen onları uyanık zannedersin. Halbuki onlar uykudadır. Biz onları (meleklerle) sağına ve soluna döndürürüz (ki uzun zaman geçmekle bedenleri çürümesin). Onların köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı (yaymıştı). Eğer sen onlara bakarak hâllerini görseydin, (korkudan) geri dönüp kaçardın. Kalbin onların korkusuyla dolardı (zira gözleri açık ve kılları, tırnakları uzamış ve yerleri karanlık ve korkulu idi). (Kehf sûresi: 18)
İbn-i Cüreyc (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Köpek, kapıda onları bekliyordu. Bu, onun yaratılışı ve tabîatı gereğidir. O, mağara kapısı önünde, kendilerini bekliyormuş gibi duruyordu. Kıtmir adındaki bu hayvanın, Cennet’e gireceği tefsîrlerde bildirilmektedir.
Güneşin doğarken ve batarken mağaraya vurduğu da meâlen şöyle bildirilmektedir: (Onlara baksaydın) görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaranın sağ tarafına yönelir; battığı vakitte onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın (mağaranın) geniş bir yerinde idiler. İşte bu, (Eshâb-ı Kehf’in hâl ve şânı, onların mağaraya girişi yahut kıssalarını haber verişin) Allahü teâlânın âyetlerindendir. Allahü teâlâ kime hidâyet ederse, o, doğru yola erdirilmiştir; kimi de şaşırtırsa, artık onun için hiç bir zaman felaha götürücü bir mürşid bulamazsın.” (Kehf sûresi: 17)
Eshâb-ı Kehfin uykularının müddeti de meâlen şöyle bildirilmektedir; “Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf sûresi: 25)
“De ki: Allah ne kadar eğlendiklerini daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı (nı bilmek) O'na mahsustur. O, ne güzel görendir. Ne güzel işitendir. (Bütün) bunların (yer ve gök ehlinin) O'ndan başka hiç bir yardımcısı yoktur. O, hiç bir (kimseyi, hiç bir şeyi) hükmüne ortak da yapmaz.” (Kehf sûresi; 26)
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Ehl-i kitap indinde Eshâb-ı Kehf, mağarada, şemsî yıl hesâbıyla üçyüzyıl kalmışlardır. Cenâb-ı Hak bu seneyi kamerî olarak beyân buyurdu. Aralarındaki farklılık, her yüz yılda üç senedir. Bu sûretle şemsî üçyüz sene, kamerî üçyüzdokuz seneye denktir.”
Cenâb-ı Hak. Eshâb-ı Kehf ve Rakîm'in üçyüzdokuz sene uykuda kalmalarının o kadar şaşılacak bir şey olmadığını da şöyle beyân buyurdu:
(Ey Habîbim!) Sen, bizim âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakîm eshâbının ibrete şayan olduklarını mı sandın?” (Kehf sûresi: 9)
Yâni; onların bu hâli, öldükten sonra dirilmenin olduğunu ispat edecek açık bir alâmettir. Fakat, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün bir biri ardınca getirilişi, güneşin ve ayın emre müsahhar kılınışı, ayrıca buna benzer Allahü teâlânın kudretine delâlet eden muazzam hâdiseler daha büyük olup, bunların yanında Eshâb-ı Kehf hâdisesi, o kadar garip görülmemelidir. Eshâb-ı Kehf’in hâllerinden daha şaşılacak hâller bile Allahü teâlâyı âciz bırakamaz. Allahü teâlâ her dilediğini yapmağa muktedirdir. Nitekim İbn-i Cüreyc; Mücâhid rivâyetiyle bu âyet-i kerîme hakkında buyurdu ki: “Bizim âyetlerimizden bundan çok daha şaşılacak olanları vardır.” Avfî, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklen bu âyet-i kerîmeye şöyle mânâ verdiğini bildirdi: “Sana verdiğim bilgi, sünnet ve kitap, mağara ve kitabe ehlinin durumlarından çok daha mühimdir.” Muhammed bin İshak ise; “Kullarıma karşı gösterdiğim hüccetler, mağara ve kitabe ehlinin durumundan çok daha şaşırtıcıdır” buyurdu.
Âyet-i kerîmede beyân buyrulan “Kehf; dağda bulunan geniş mağara demektir. Îmânlı gençler buraya sığındıklarından, bunlara Eshâb-ı Kehf dendi. Rakîm kelimesi hakkında buyruldu ki: Sa’îd bin Cübeyr (rahmetullahi aleyh); Eshâb-ı Kehfin isim ve kıssalarının üzerine yazılıp, mağara kapısına asıldığı kurşun veya taştan bir levhadır buyurdu. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
Resûlullah zamanındaki müslümanlar ile ehli kitabın, Eshâb-ı Kehf hakkındaki ihtilaflarını, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurmaktadır: (Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki ehli kitaptan bâzıları, yahudiler veya necran hıristiyanlarından Yakubiyye tâifesinden biri; (Sayıları) Üçtür, dördüncüleri köpekleridir diyecekler, (nasârâ ise;) “Beştir, altıncıları köpekleridir” diyecekler ve gayb için zanda bulunacaklar. “Yedidir, sekizincileri kelbleridir” diyecekler (bunlar mü’minlerdir). Şöyle ki; Rabbim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları (insanların) birazından başkası bilemez. O hâlde bunlar hakkında zâhirî bir münâkâşadan (sana indirilen Kur'ân-ı kerîmde olandan) gayrı ile mücâdele etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme.” (Kehf sûresi: 22)
İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ), bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yaparken, Eshâb-ı Kehf’in yedi zât olduğunu bildirdi.
Hâzin ve Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiğine göre; “Eshâb-ı Kehf’in sayısı üçtür, dördüncüleri kelpleridir” diyenler; Necrân hıristiyanları ve Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyetine îtikâd eden Yakubiyye fırkasından biri ve onun tâbileridir. “Onların sayısı beştir, altıncısı kelpleridir” diyenler; hıristiyanlardan, Nâstûriyye fırkasından Âkıb adında birisi ve onun tâbileridir. Müslümanlar da; “Yedidir, sekizincisi kelbleridir” dediler. Bu konuşmalar, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûr-ı şerîflerinde olmuştu. Üç-beş diyenlerin sözlerinin doğru olmadığına işâret için, Allahü teâlâ“Gâibe taş atarlar” buyurdu. Onların sayısı yedi diyenlerin sözlerinin doğru olduğuna da; “Onların adedini az kimse bilir” buyurarak işâret etti.
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “Hazret-i Ali'nin rivâyetine göre, Eshâb-ı Kehf’in adedi yedidir. Bunların altısı hükümdârın yakınlarından olup, onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler; Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara Eshâb-ı Yemîn denmiştir. Hükümdârın solunda bulunanlar ise; Mernûş, Debernûş ve Şâzenuş'tur. Bunlara da Eshâb-ı Yesâr denmiştir. Dokyanus, önemli işlerinde bunlarla istişâre ederdi. Yâni bunlar, hükümdârın müşavere heyetinden idiler.
Bunlar, Dokyanus'u îmâna dâvet ettiklerinde, o kabûl etmeyince, zulmünden korktuklarından îmânlarını korumak için, hicrete mecbûr oldular. Eshâb-ı Kehf’in yedincileri Kefeştetayyûş ismindeki çobandır. Sekizincisi ise çobanın kelbidir. Onun ismi de Kıtmîr idi.”
Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyku hâlinde ne kadar kaldıklarını, yahudi ve nasârâ ve başkalarının doğru olarak bilemeyeceklerini beyân ederek, onların haberini doğru ve vak’aya uygun olarak açık ve geniş olarak Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdi.
“Sonra da onları uyandırdık. İki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi (zabt ve) hesap edicidir, ayırt edelim diye.” (Kehf sûresi: 12)
Cenâb-ı Hak, bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırdı. Onlar henüz yattıkları günde bulunduklarını sandılar. İçlerinden biri (Mekselînâ), arkadaşlarına; “Ne kadar zaman yatıp uydunuz?” dedi. Zirâ onlar güneş doğarken mağaraya girmişlerdi. Uyandıkları zaman güneş batmak üzere olduğundan, cevâbında; “Bir gün veya günün bir miktarını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp birbirlerine; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz bilir” dediler. Mekselînâ daha sonra; “Biriniz şu parayı alıp, Efsûs'a (Tarsus şehrine) gitsin, baksın. Hangi yiyecek helâl ve temiz ise, ondan satın alıp getirsin. Yiyecek almaya giden, burada kalanları şehirdekilere haber vermesin. Eğer Dokyanus'a tâbi olan ahâli, sizi bulurlarsa recm ederler (taşla öldürürler). Yâhutta zorla kendi bozuk dinlerine döndürürler. Onların dînine girince, artık sizin için sonsuz olarak kurtuluş yoktur” dedi. Bunların en olgun ve akıllıları olan Yemlîha, bu vasiyetleri kabûl ile yola çıktı. Şehre vardığında, durumu çok değişmiş gördü. Pazar, çarşı, mahalle ve insanların şekil ve renkleri değişmişti. Böylece o, bambaşka bir âlem gördü ve hayretler içinde kaldı.
Eshâb-ı Kehf’in uykudan kalkmaları, uyku müddeti hakkındaki konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Biz onları (uyuttuğumuz gibi, kemâl-i kudretimizle cesed ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki, hâllerini bilsinler. “Birbirleriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yaptığını öğrensinler de, cenâb-ı Hakk'ın kemâl-i kudretine olan yakînleri artsın. Öldükten sonra dirilmenin ne olduğu numunesini görsünler, Allahü teâlânın kendilerine olan nîmetlerine şükretsinler diye.) Onlardan birisi (Mekselînâ) dedi ki: Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz? (Zirâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken idi. Uyanmaları guruba yakın olmakla, cevapta bâzıları;) “Bir gün, yahut günden bir miktar uykuda kaldık” dediler. (Tekrar; kıllarına ve tırnaklarına bakıp yine) birbirlerine; Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus'a) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse (daha helâl, daha güzel, daha bol; daha ucuz ise) ondan size bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiç bir kimseye sakın hissettirmesin dediler.” (Kehf sûresi: 19)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh); Bunların elindeki para, madrûb (basılı) olup, üzerinde Dokyanus'un ismi yazılı idi buyurdu. Bu âyet-i kerîmede insanın; rızkı için çalışması, yiyeceğin helâl ve temizini ve aldanmayıp ucuzunu arayıp alması, insanlarla muâmelede adâb-ı muaşerete (görgü kurallarına) dikkat etmesi, fitne zamanında düşmandan kendisini saklamaya çalışması gerektiğine dâir işâretlerin olduğu bildirilmektedir.
“Çünkü onlar size galebe ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi (zorla) kendi dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise ebedî felah bulamazsınız.” (Kehf sûresi: 20)
Fahreddîn-i Razî ve Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiklerine göre; Bunlar uykudan uyanınca, şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemlîha'nın), elbise değiştirerek, hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun gördüler.
Nihâyet ekmekçi dükkanına girip, o parayı yâni Dokyanus zamanında, onun adına basılan sikkeyi (parayı) ekmekçiye verince, bunun bir hazîne bulduğunu sandı ve elden ele göstererek zaptiyeye vardı. Yemlîha'yı tutup; “Bulduğun hazîneyi ver” diye tehdit ettiler. Yemlîha; “Ben hazîne bulmadım. Dünkü gün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o isimde kimse yoktur” deyip; “Yalan söylüyorsun” diye çıkıştılar. Çok daraldı. “Beni Dokyanus'a götürün, o benim işimi bilir.” dedi. Bu sözünü de alaya alıp; “Dokyanus öleli üçyüz seneye yakındır. Sen bize hikaye mi anlatıyorsun?” dediler. Yemlîha, nihâyet çâresiz kalıp, dünkü gün kaçıp mağaraya girdiklerini söyledi. “Bundan başka bir şey bilmiyorum” dedi.
Hâdise hükûmete aksetti. O zamanki hükümdâr Teodüs (Tendrus) isminde sâlih bir zât idi. Vaktinin insanlarının çoğu, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederlerdi. Hükümdâr onlara bu husûsta ne kadar nasîhat etse fayda vermezdi. Bir gün; “Yâ Rabbî! Bu kavme âhıret gününe, haşrın ve neşrin meydana geleceğine şehâdet edecek bir harikulade hâl göster” diye duâ ve niyazda bulundu. O zaman da Yemlîha'yı huzûruna getirdiler. Yemlîha başından geçenleri anlatınca; pâdişah, oğlu, eşrâfı ve yakın adamları ile birlikte mağaraya yollandılar. Yemlîha varıp, arkadaşlarına haber verdi. Hükümdâr ve yakınları, asırlardan beri mağarada yatıp kalmış gençleri gördüler. İsim ve hâlleri üzerine yazılan taşı getirip okudular. Dinlerini, îmânlarını korumak için hicret etmiş, her şeylerini geride bırakmış bu gençlerin hâlleri açıkça anlaşıldı. Hükümdâr, duâsının kabûl edildiğini anlayıp, cenâb-ı Hakk'a şükretti. Eshâb-ı Kehf'e selâm verip cevap aldı. Böylece onların dinlerini kayırmaları, kâfir ve zâlim bir hükümdârdan kaçarken, tam üçyüz yıl sonra sâlih ve dindar olan bir başka hükümdârın ayaklarına kadar gelmesine ve görünürde bile pek yüksek dereceye kavuşmalarına sebep oldu. Hükümdâr hepsinin boynuna sarılıp veda ederken, Eshâb-ı Kehf, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar. Girdikleri mağara içinde medfun kaldılar. (Bir rivâyette Eshâb-ı Kehfin rûhları kabzolundu ve cesetleri halkın gözünden kayboldu.) Halk onların yanından dışarı çıkınca, kendilerini bir korku ve çekingenlik kapladı. Artık kimse onların yanına giremedi. Sonra mağaranın ağzında bir mescid inşâ edildi. Böylece orası, halk için ziyâretgâh oldu.
Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, meâlen şöyle bildirilmektedir: “Böylece (kullarımızı ve mü’minleri) onların hâllerine muttalî kıldık ki, Allah'ın, (tekrar dirilteceğine dâir olan) vâdinin şüphesiz bir hak olduğunu, kıyâmetin vukuunda da hiç bir şüphe bulunmadığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında nizâlaşıyorlardı. (Kimi; Yalnız rûhlar dirilecek, kimi; Hayır, rûhlar cesetlerle birlikte dirilecek diyordu.) Bunun üzerine; Onların etrâfına bir binâ yapın (onları gizlesin) dediler. (Bunu diyen kâfirlerdi.) Rableri onları daha iyi bilendir. Onların işine gâlip (ve vâkıf) olanlar (Eshâb-ı Kehfin hâlini daha iyi takdir eden mü’minler) ise; “Mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz” dediler (ve namaz kılmak üzere o mağaranın kapısı önüne mescid yaptılar). (Kehf sûresi: 21)
Zamanla mağara ağzının önündeki mabedin enkazı üzerine, Osmanlı pâdişahları zamanında yapılan bir mescid, ikinci Abdülhamîd Han tarafından yeniden inşâ olunarak tek minareli bir câmi hâline getirildi. Sonra câmi yanına bir ilave yapılıp, husûsi bir imâm tâyin edildi. Kurban bayramlarında bu zât, İstanbul'a gelerek, ikinci Abdülhamîd Han'ın sarayındaki muâyedesine (bayramlaşmaya) iştirâk eder, senelik tahsisat ve ihsânını alırdı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) kerâmeten oraya gitmişlerdir. Eshâb-ı Kehf yine uykudan uyanmışlar, görüşmüşler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân ettiklerini bildirmişler, selâm yollamışlar, duâ istemişlerdir. Hazret-i Mehdî zamanında tekrar uyanacak, yanına gidip, askeri olacaklar ve ona yardım edeceklerdir.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Eshâb-ı Kehf, (hazret-i) Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâmbunun zamanında gökten inecektir. Îsâ (aleyhisselâm), Deccal ile harb ederken, Mehdî onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı şerîfin 14. günü güneş ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.”
Mevlânâ Muhammed Osman Sâhib (rahmetullahi aleyh), Fevâid-i Osmâniye kitabında bildirdi ki: Tarlaya bereket gelmesi için, mahsulün uşrunu vermeli, sonra Eshâb-ı Kehfin isimlerini dört kağıda yazıp, ayrı ayrı sarıp, tarlanın ayak basmayan dört köşesine defnetmelidir. Sabah ve yatsı namazlarından sonra büyük âlimlerin isimlerini, sonra Fâtiha-i şerîfeyi okuyarak rûhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duânın kabûl olduğu tecrübe edilmiştir. Rûh-ul-Beyân’da diyor ki: Eshâb-ı Kehf’in isimleri yazılı kağıdı evinde, üstünde bulundurmak da kazâ ve belâdan korur, bereket verir.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi aleyh), Eshâb-ı Kehf’in îmânlarını korumak için yaptıkları hicretin, Allahü teâlâ katında çok kıymetli olduğunu, Mektûbât isimli kıymetli kitabının 44. mektubunda şöyle bildirmektedir: “Dünyânın bugünkü hâlinde, O'nun sünnet-i seniyyesine (yâni İslâmiyete) uymakla şereflendirilenler ne kadar bahtiyârdır. O'nun dînine inanan, O'na ümmet olanın az bir iyiliğine kat kat sevap verilir. Eshâb-ı Kehf (yani Tarsus’taki mağarada bulunan yedi kişi rahmetullahi aleyhim ecmaîn) bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de, din düşmanları her tarafı kapladığı vakit, kalplerindeki îmânı korumak için, başka bir yere hicret etmeleri idi. Bugün, O'na îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zamanında, askerin bundan kat kat fazla çalışması böyle kıymetli olamaz.”
85. mektubunda da şöyle buyurmaktadır: Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! İnsana önce îtikâdını, îmânını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak gerekir. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm; “Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar” buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin 45. âyetinde meâlen; “Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden muhakkak uzaklaştırır” buyruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz; “Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır” buyurdu. Sonsuz ihsân sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.)
Namazları cemâat ile ve huşû ve hudû ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyâda ve âhırette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Allahü teâlâ, Mü’minun sûresinin başında meâlen; “Mü’minler mutlaka kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû ile kılanlardır” buyurdu. Tehlike; korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Düşman saldırdığı zaman, askerin ufak bir iş görmesi, pek çok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz aleyhi ve ala âlihissalevatü vettehiyyat bir hadîs-i şerîfte; “Fitnenin, fesadın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir” buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini arttırmakta, sevâbı kat kat çoğaltmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, müslümanlar için faydalı olmaktadır. Daha ne yazayım? Oğlumuz Şeyh Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekten sıkılıyor. Zenginlerle, dünyâya düşkün olanlarla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felakete götüreceğini, anlayamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin, zehir gibi, gönlü öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşünemiyor. Âmân, âmân kötü arkadaşlardan kaçınız! İnsanın dînine, îmânına saldıran, tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık olunuz. Hadîs-i şerîfte; “Mal ve mevki sahihlerine, malı için, makâmı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider” buyruldu. Mal için, mevki kazanmak için, İslâm düşmanlarına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vaz geçenlere yazıklar olsun! Sonsuz nîmetleri, saâdetleri, birkaç günlük eğlence için elden kaçırıyorlar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir. Bu kavmin Abes kavmi olduğu rivâyet edilmektedir.
Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâmın peygamber olarak gönderilmesine yakın bir zamanda, kavmine bir ateş musallat olmuştu. Bir mağaradan çıkan bu ateş; uzak mesâfelere yayılıyor, tarlalardaki ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. Abes kavmi, bu durum karşısında çâresiz kalmıştı. Onlar bu hâlde iken, Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâm, peygamber olarak gönderildi. Kavmi ona yalvarıp, başlarında bulunan ve büyük bir belâ olan ateşten kendilerini kurtarmasını istediler. Bunun üzerine, Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâm; “Ben, elimdeki asâ ile ateşi, çıktığı mağaraya koşarak sürerim” buyurdu. Sonra, ateş çıkınca, ateşi döndürünceye kadar elindeki asâ ile ateşe vurdu. Evlâdına da şöyle vasiyet etti: “Ben, bu ateşi söndürünceye kadar arkasından gidip, çıktığı mağaraya girerim, Aradan üç gün geçtikten sonra, beni mağaradan çağırınız. Eğer üç günden önce çağırırsanız, çıkarım ve ölürüm! Üç gün sabrederseniz sağ salim çıkarım.” Bundan sonra, ateşi çıktığı mağaraya kadar kovup, peşinden kendisi de mağaraya girdi. Aradan iki gün geçti. Çocukları iki gün sabretti. Üçüncü gün onlara şeytan musallat oldu. Üç günün tamamlanmasını beklemeye sabredemediler. Endişeye kapılıp, babalarının mağarada helâk olduğunu zannettiler. Mağaranın ağzına gelip, çağırmaya başladılar. Bu çağırma sebebiyle, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın başında bir elem (ağrı) hâsıl olup, mağaradan dışarı çıktı ve çocuklarına; “Beni, kavmimi ve vasiyetimi zayi ettiniz!” dedi. Bundan sonra da yakın zamanda vefât edeceğini haber verdi.
Vefâtından sonra, cenâzesini defnetmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini söyledi. “Kırk gün sonra, kabrimin yanına bir koyun sürüsü gelecek. Bu sürünün önünde, kuyruğu kesik, beyaz bir merkep bulunur. Bu sürü kabrimin hizasına ulaşınca, kabrimi açınız” diyerek tembih etti. Böyle yapıldığı zaman, kabrinden çıkıp, kabir ehlini ve kabir hayatını gördüğü gibi aynen kendilerine bildireceğini söyledi. Vefâtından sonra kırk gün beklediler. Nihâyet, önünde kesik kuyruklu, beyaz merkebin bulunduğu bir koyun sürüsü gelip, mezârının yanında durdu. Bu alâmet tamam olunca, mü’minler, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtiler. Fakat; “Bize, öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler” bahanesi ile çocukları, kabrin açılmasına mâni oldular. Böylece, câhillikleri büyük bir hıyânete sebep oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun vasiyetini de zayi ettiler. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ridâsını sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; “Merhabâ, ey kavmi vücûdunun zâyi olmasına sebep olduğu peygamberin kızı!” buyurdu.
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, vefâtından önce; vefâtından kırk gün sonra kabrinin açılmasını söyleyip, berzah âleminden (yani ölümden sonra dirilinceye kadar geçen hâlden, dünyâ ile âhıret arasındaki âlemden) haber vereceğini açıkladı. Elem ve lezzeti, saâdet ve şekâveti, dünyâda bilinen şeylere benzetmek sûretiyle anlatarak, berzah âleminden haber vermek istemişti. Böylece bütün âleme, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) cümlesinin hayatta iken haber verdikleri hâlleri, berzah âlemini ve âhıreti tasdik ettirerek inandırmayı, îmân ettirmeyi ve dolayısıyla bütün âleme rahmet olmayı diledi. Zirâ, Muhammed aleyhisselâmın gelmesinin yaklaştığı bir zamanda bulunmakla şereflenmişti. Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselâmı, âlemlere rahmet olarak göndereceğini biliyordu.
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, resûl değil nebî idi. Vefâtından önce tebliğ ile me’mûr değildi. Yaratılış ve berzah âleminin hâlleri hakkında ilimde kavî olmayı diledi. Kavmi onun emrini yerine getirmemekle, arzusunun hâsıl olmasına mâni oldu. Böylece onun zayi olmasına sebep oldular. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, kavmin zayi olduğunu haber vermedi. Çünkü Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, tebliğ ile vazifeli değildi. Bu bakımdan kavminin, onun; “Kabrimi açınız” emrine uymaması, zayi olmalarını gerektirmez. Eğer tebliğ ile vazifeli olsaydı, bu sefer kavmi zâyi olurdu Resûlullah efendimiz, o kavmi, nebîlerini zâyi etmekle vasıflandırdı. Zirâ Hâlid bin Sinan aleyhisselâm vasiyetlerinin zâyi edilmesi, yerine getirilmemesi sûretiyle murâdına ulaşamadı. Ancak talep edilen amelin ecrine nâil olduğunda şek ve şüphe yoktur. Bu durum, cemâate, gelip de başında yetişemeyen kimsenin cemâat sevâbına nâil olduğu gibidir. Zirâ namaza gelen, cemâatle namaz kılmadıkça, cemâat sevâbına kavuşamadığı açıktır. Fakir olup da zenginlerin yaptıkları hayırları yapmayı temenni eden bir kimse, ancak niyet sevâbına kavuşur. Bu hayır işleri yapmanın sevâbına nâil olmaz. Zengin olup da mal ve servetiyle hayır işler yapan kimse, hem niyet hem de amel sevâbına kavuşur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), her iki sevâba da nâil olur buyurmadı. Bir işi yapmak sevâbı ile niyet sevâbının müsavî olmadığı açıktır. Zirâ nispetleri bütünün parçaları gibidir. (Niyet, işin tamamından bir parçadır.)
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, berzahda da olsa tebliği temennî etti. Binaenaleyh, ameli temennî etmek ile amele başlamak işi birleşti. Temennî ecri ile amel yapma ecri, bir arada hâsıl olmadı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget