Hicret
Son Akabe bî'atıyla Medîne; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bî'atını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı. Müslümanlar için Mekke'de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne) dir. Oraya hicret ediniz" ve “Orada müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib'i (Medîne'yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümanlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Peygamber efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tembih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük kâfileler hâlinde yola çıkıyor ve mümkün mertebe gizli hareket ediyorlardı. Medîne'ye ilk hicret eden Ebû Seleme, müşriklerden çok eziyet görmüştü. Neden sonra işin farkına varan müşrikler hicret için yola çıkan müslümanlardan, görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için, öldürmeye cesâret edemediler. Müslümanlar ise, buna rağmen her fırsatı değerlendirerek Medîne yollarına düştüler.
Hazret-i Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin önünde Kâbe'yi yedi defâ tavâf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle şunları söyledi: "İşte ben de dînimi korumak için Allahü teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vâdinin arkasında önüme, çıksın!..."
Böylece hazret-i Ömer ile yirmi kadar müslüman, güpe gündüz, çekinmeden Medîne'ye doğru yola çıktılar. O'nun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Artık göçlerin arkası kesilmiyor, Eshâb-ı kirâm bölük bölük Medîne'ye ulaşıyordu.
Bu arada hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Sabr eyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Anam-babam sana fedâ olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?" diye sorunca, Peygamberimiz; “Evet vardır" buyurarak sevindirdiler. Ebû Bekr (radıyallahü anh) sekizyüz dirhem vererek iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke'de; sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah'ın da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dâr-ün-Nedve'de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyh-i Necdî kılığında yâni ihtiyâr bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi. Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Fakat hiç biri beğenilmedi. Sonra şeytan söze karıştı ve; "Düşündüklerinizin hiç biri çâre olamaz. Çünkü O'ndaki güler yüz ve tatlı dil her tedbiri bozar. Başka çâre düşününüz" diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reîsi olan Ebû Cehl; "Her kabîleden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed'in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. Böylece mecbûren diyete râzı olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz" dedi. Şeytan da, bu fikri beğendi ve harâretle teşvik ve tavsiye etti. Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek, müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Ali'ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyleyerek; “Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç bir zarar gelmez" buyurdu. Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullah'ın yerine hiç korkmadan kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.
Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrâfını sarmışlardı. Peygamber efendimiz mübârek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Her kimin başına bu toprakdan değmişse, hepsinin Bedr gazâsında öldürüldüğü rivâyet edilmiştir. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû Bekr'in evine ulaştı. Müşriklerden hiç biri O'nu görememişti.
Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip; "Burada ne bekliyorsunuz?" diye sorunca; "Muhammed'in evden çıkmasını" diye cevap verdiler. O gelen; "Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı" dedi. Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhâl kapıya hücûm edip içeri girdiler. Hazret-i Ali'yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali; "Bilmem! Beni, O'nun muhâfazasına me’mûr mu ettiniz?" dedi. Bunun üzerine hazret-i Ali'yi tartakladılar. Kâbe'nin yanında bir müddet hapsedip sonra bıraktılar. Kâfirler, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya çıkıp aramaya başladılar.
Önce hazret-i Ebû Bekr'in evine giderek, Hazret-i Ebû Bekr'in kızı Esmâ'ya (radıyallahü anhâ) sordular. Cevap vermeyince döğdüler. Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En azılıları olan Ebû Cehl, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekr'i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vereceğini vâd etti. Onun bu vâdini duyan ve mala tamâh eden bâzı kimseler silâhlanıp, atlarına binerek aramaya koyuldular.
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr'in evini teşrîf edip; “Hicret etmeme izin verildi" buyurunca, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) heyecanla; "Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?" diye sorunca, Efendimiz; “Evet..." buyurdular. Hazret-i Sıddîk, sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz onu kabûl buyurunuz" dedi. Âlemlerin sultânı; “Benim olmayan deveye binmem. (Ancak) behâsıyla alırım" buyurdular. Bu kesin emir karşısında mecbûr kalan hazret-i Sıddîk, devenin behâsını söyledi.
Hazret-i Ebû Bekr, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti. Safer ayının 27'sinde Perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Ebû Bekr (radıyallahü anh), Resûlullah'ın çevresinde, bâzan sola, bâzan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca; "Etrâftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!" dedi. Server-i âlem efendimiz buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?" Hazret-i Sıddîk; "Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim" dedi.
Sevgili Peygamberimizin nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübârek ayakları yaralandı, yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle dağa çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekr; "Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı bir çok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullah'ı içeri dâvet eyledi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekr'in kucağına koyup uyudu. O zaman, hazret-i Sıddîk'in ayağını yılan soktu. Resûlullah'ın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullah'ın mübârek yüzüne damlayınca; “Ne oldu yâ Ebâ Bekr?" buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekr; "Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu" dedi. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) içerde iken, müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Ağzını bir örümceğin ördüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkame; "İşte burada iz kesildi" dedi. Kâfirler; "Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi" dediler.
Bâzıları; "Buraya kadar geldik, mağaraya biriniz girsin, baksın!..." deyince, Ümeyye bin Halef kâfiri; "Sizin hiç aklınız yok mu? Üzerinde kat kat örümcek ağı bulunan şu mağarada ne işiniz var? Yemîn ederim ki, bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür" dedi. Müşrikler kapı önünde münâkâşa ederlerken, içerde hazret-i Ebû Bekr endişeye kapıldı ve; "Yâ Resûlallah! Vallahi kendim için tasalanmıyorum. Fakat yüksek zâtınıza bir şey gelmesinden korkuyorum. Ben öldürülürsem bir tek kişiyim, hiç bir şey değişmez. Lâkin size bir zarar gelirse, bütün ümmet helâk olur, din yıkılır" dedi. Kâinatın sultânı efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Canım sana fedâ olsun! Onlardan biri, başını eğip baksa bizi görür!" deyince, Efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! İki kişi ki, üçüncüsü Allahü teâlâdır. Üzülme!... Hak teâlâ bizimledir" buyurdu. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.
Allahü teâlâ bu hâli Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Eğer siz, O'na (Habîbime) yardım etmezseniz, (hatırlayın o vakti ki) kâfirler O'nu (Mekke'den) ikinin ikincisi olarak (hazret-i Ebû Bekr ile) çıkardıklarında, (Sevr Dağı’nın tepesindeki) mağarada iken, Allahü teâlâ O'na (Resûlullah'a) yardım etmişti. O zaman arkadaşına (Ebû Bekr-i Sıddîk'a); “Üzülme Allahü teâlânın yardımı, nusreti muhakkak bizimledir" demişti. Allahü teâlâ, O'nun üzerine sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin (küfür) kelimesini alçaltmıştı. Allahü teâlânın (tevhid) kelimesi ise, çok yücedir. Allahü teâlâ mutlak gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir." (Tevbe sûresi: 40)
Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i Ebû Bekr'in oğlu Abdullah, Mekke'de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip haber veriyor, âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bir Füheyre (radıyallahü anh) ise, geceleri süt getirip izleri siliyordu.
Sevr mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine bindi. Bir rivâyete göre terkisine hazret-i Ebû Bekr'i bindirdi. Diğer deveye de Âmir bin Füheyre hazretleri ile yolları iyi bilen Abdullah bin Üreykıt bindiler.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın medhettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden, vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i şerîfe doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; “Vallahi! Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım" buyurdular.
O anda Cebrâil aleyhisselâmınip; "Yâ Resûlallah! Vatanına müştâk mısın, özledin mi?" dedi. Efendimiz de; "Evet, müştâkım!" buyurdular. Cebrâil aleyhisselâm, sonunda Mekke'ye döneceğini müjdeleyen, Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî eyledi.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Müşrikler, her yeri aramalarına rağmen bulamıyorlar, Cenâb-ı Hak, Habîbini onların şerrinden muhâfaza ediyordu. Resûlullah efendimiz, Kudeyd denilen yere geldiklerinde, Ümmü Ma'bed isminde cömertliğiyle meşhûr, akıllı, iffetli bir hanımın çadırı önünde durdular. Ücretiyle yiyecek hurma ve et almak istediler. Ümmü Ma'bed; "Eğer olsa idi, para ile değil, ziyâfet çeker, ikrâmda bulunurdum. Kıtlık ve geçim sıkıntısı sebebiyle elimizde bir şey kalmadı" dedi. “Süt var mı?" diye sorduklarında; "Yoktur. Davarlar kısırdır" diye cevap verdi. Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, çadırın yanında duran zayıf bir koyunu işâret ederek buyurdular ki: “Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun niçin burada bağlı duruyor?" O da; "Gayet hasta ve zayıf olduğundan sürüden kaldı. Dermanı olmadığı için gidemedi" dedi. “Hiç sütü var mıdır? Bu koyunu sağmama izin verir misiniz?" buyurunca; "Anam-babam sana fedâ olsun, sütü yoktur, fakat onu sağmanıza hiç bir şey mâni değildir" dedi. Resûlullah efendimiz, koyunun yanına gelip, Allahü teâlânın ismini zikrettiler. Bereket ile duâ ettikten sonra, mübârek elini koyunun memesine sürdüler. O anda meme, süt ile doldu ve akmağa başladı. Hemen kap getirip doldurdular. Önce Ümmü Ma'bed'e verdiler. O içtikten sonra, hazret-i Ebû Bekr’e ve diğerlerine verip doyuncaya kadar içmelerini sağladı. En sonunda kendisi içti. Bir daha mübârek elini koyunun memesine dokunup sığadılar ve çadırda bulunan en büyük kabı istediler. Onu da doldurup Ümmü Ma'bed'e teslim ettiler. İçtikleri sütün kıymeti kadar da para verdiler.
Oradan ayrıldıktan sonra, Ümmü Ma'bed'in kocası geldi ve sütü gördü. Sevinerek; "Bu süt nereden geldi?" diye sorunca, Ümmü Ma'bed; "Bir mübârek kimse gelip, hânemizi şereflendirdi. Gördüklerin, O'nun himmeti ve bereketidir" dedi. "Târif eder misin? Sıfatı ve cemâli nasıldır?" diye sordu. Ümmü Ma'bed; "Gördüğüm o mübârek zât, pek biçimli ve güzel yüzlü idi. Gözlerinde bir miktar kırmızılık, sesinde nâziklik vardı. Mübârek kirpikleri uzun idi. Gözünün akı pek beyaz, karası da çok siyah olup, kudretten sürmeli idi. Saçları siyah, sakalı sık idi. Sustuğunda, üzerinde, bir vekâr ve ağırbaşlılık vardı. Konuşurken tebessüm ediyor, sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi ağzından tatlı tatlı dökülüyordu. Uzaktan çok heybetli görünüyor, yakına gelince, çok tatlı ve cazip bir hâl alıyordu. Yanında bulunanlar, emrini yerine getirmek için canla başla koşuyorlardı" diyerek daha pek çok hasletlerini saydı. Bunları hayretle dinleyen kocası; "Yemîn ederim ki, bu zât, Kureyş'in aradığı kimsedir. Eğer ben O'na rastlasaydım, hizmetiyle şereflenir, yanından ayrılmazdım" dedi. Rivâyete göre, o koyun onsekiz sene yaşadı. Fahr-i âlem efendimizin bereketi ile sabah-akşam onunla geçinirlerdi. Ümmü Ma'bed'in kocası, Resûlullah efendimizin ardı sıra gidip Rîm vâdisinde yetişti ve müslüman oldu. Ümmü Ma'bed de müslüman oldu.