Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’tır. Onun da babası Şeybe'dir. Peygamberimizin dedesi olan Şeybe, Medîne'de doğdu. Şeybe, babası Hâşim vefât ettiğinde, daha çocuktu. Bir gün Medîne'de, dayılarının evi önünde arkadaşlarıyla ok talimleri yapıyordu. Onları seyreden büyükler, Şeybe'nin alnında parlayan nûrdan, onun şerefli bir kimsenin oğlu olduğunu tahmin ederek hayran kaldılar. Ok atma sırası Şeybe'ye geldiğinde, yayını gerip hedefe okunu saldı. Ok, tam isabet edince, o heyecanla; “Ben Hâşim'in oğluyum. Elbette okum hedefini bulur!” dedi. Onun bu sözlerinden, Mekkeli Hâşim'in oğlu olduğunu anladılar. O sırada Hâşim ölmüştü. Abdü Menaf oğullarından biri Mekke'ye döndüğünde, Hâşim'in kardeşi Muttalib'e; “Medîne'de bulunan yeğenin Şeybe çok akıllı bir çocuk. Alnında da herkesi hayran bırakan bir nûr parlıyor. Böyle kıymetli bir çocuğu yanınızdan ayırmanız doğru mu?” dedi. Bunun üzerine Muttalib, hemen Medîne'ye gitti ve yeğeni Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Mekke sokaklarında; “Bu çocuk kimdir?” diye soranlara da; “kölemdir” derdi. Bundan sonra Şeybe'nin ismi, Muttalib'in kölesi anlamına gelen Abdülmuttalîb olarak kaldı.
Abdülmuttalîb, amcası Muttalib vefât edinceye kadar yanında kaldı. Abdülmuttalîb ki, mübârek bedeninden misk kokusu gelirdi. Alnında, Allahü teâlânın habîbi Muhammed aleyhisselâmın nûru parlar, etrâfına hayırlar, bereketler saçardı. Her ne zaman Mekke beldesine yağmur yağmayıp kıtlık olsa, Mekkeliler Abdülmuttalîb'in eline yapışıp kendisini Sebir Dağı’na çıkarırlar, duâ etmesi için ona yalvarırlardı. O da kimseyi kırmaz. Allahü teâlâya yağmur ihsân etmesi için duâ ederdi. Cenâb-ı Hak da, Abdülmuttalîb'in alnında parlayan sevgili Peygamberimizin nûru bereketine duâsını kabûl eder, bol bol yağmur gönderirdi. Böylece Abdülmuttalîb'in günden güne kıymet ve îtibârı çoğaldı. Mekkeliler onu başlarına reîs seçtiler. Ona karşı gelen olmaz, emri altına giren de rahat ve huzûr bulurdu. O devrin hükümdârları da, Abdülmuttalîb'in fazîletini ve büyüklüğünü tasdik ederlerdi. Sâdece İran kisrası çekemez, açık ve gizli olarak ona düşmanlık beslerdi. Abdülmuttalîb, Hanif dînine tâbi idi, yâni müslüman idi. Bu din, dedelerinden İbrâhim aleyhisselâmın dîni idi. Bu sebeple, hiç bir zaman puta tapmadı ve hattâ yanlarına bile yaklaşmadı. Kâbe'nin etrâfında Allahü teâlâya duâ eder, ibâdetini yapardı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûr-ı şerîfi kondu. O nûr alnında parlamaya başladı. Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiği gibi; Âdem aleyhisselâmdan îtibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek, Peygamber efendimize kadar geldi. Bunu Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirmiştir; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ınkılâb etmiş, ulaşmıştır.” (Şuarâ sûresi: 219) Hadîs-i şerîflerde ise; Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan'da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır.”
Allahü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Her şey içinden insanları sevdi, kıymetlendirdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistan'da yerleştirdi. Arabistan'daki seçilmişler arasından da, beni seçti. Beni, her zamanki insanların seçilmişlerinde, en iyilerinde bulundurdu. O hâlde, Arabistan'da bana bağlı olanları sevenler, benim için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşmanlık etmiş olurlar” buyrulmuştur.
Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâmMuhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için, alnında O'nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ'ya, ondan da Şît aleyhisselâma ve böylece temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da zerre ile birlikte, alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve O'na istiğfârda bulunurlardı. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman, oğlu Şit aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bunu, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!” Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl ve en kibar kızlar ile evlendiler. Nur, kadın erkek, temiz alınlardan geçerek asıl sâhibine ulaştı. Resûlullah efendimizin dedelerinden birinin iki oğlu olsa yahut bir kabîle iki kola ayrılsa, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûru, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O'nun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O'nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve çok nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında seçilir, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Nitekim Peygamber efendimiz bir Hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Benim dedelerimin hiç biri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyib, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.”
Âdem aleyhisselâmdan beri, evladdan evlada geçerek gelen bu nûr, Târuh'a, ondan oğlu İbrâhim aleyhisselâma, sonra oğlu İsmâil aleyhisselâma geçmiştir. Onun da alnında güneş gibi parlayan nûr, evlatlarından Adnan'a ondan Me'add, ondan da Nizâr'a intikal etmiştir. Nizâr doğunca, babası Me'add, oğlunun alnında nûru görüp sevinmiş, büyük bir ziyâfet vererek; “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey” dediği için, oğlunun adı Nizâr yâni az bir şey mânâsında kalmıştır. Bundan sonra da nûr, sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ulaşmıştır. Peygamber efendimizin şerefli nesebi Adnan'a kadar şöyledir:
Resûlullah’ın babası Abdullah’tır. Abdullah’ın babaları sıra ile Abdülmuttalîb (Şeybe) ve Hâşim (Amr) ve Abdü-Menaf (Mugîre) ve Kuseyy (Zeyd) ve Kilâb ve Mürre ve Kâ'b ve Lüveyy ve Gâlib ve Fihr ve Mâlik ve Nadr ve Kinâne ve Huzeyme ve Müdrike (Âmir) ve İlyâs ve Mudar ve Nizâr ve Me'add ve Adnan.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Ben, Abdullah, Abdülmuttalîb, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka'b, Lüveyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me'add, Adnân oğlu Muhammed'im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman, ikiye ayrılmış ise, Allahü teâlâ beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur...” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalîb oğullarını seçti. Abdülmuttalîb oğullarından da beni seçti” buyurdu.
Kıldı ol nûr, ânın alnında karar,
Kaldı ânın ile nice rûzigâr.
Sonra Havvâ alnına, nakl etdi bil,
Durdu anda dahî nice ay ve yıl.
Şis doğdu, ona nakl etdi bu nûr,
Anın alnında, tecelli kıldı nûr.
İrdi İbrâhim ve İsmâil'e hem,
Söz uzanır, ger kalanın der isem.
İş bu resm ile müselsel, muttasıl,
Tâ olunca Mustafa'ya müntekıl.
Geldi çün ol rahmeten-lil-âlemin,
Vardı nûr, anda karar kıldı hemin.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Allahü teâlâ hiç bir şeyi yaratmadan, yâni her şeyden önce, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûrunu yarattı. Tefsîr ve hâdis âlimlerimizden çoğu bildirdiler ki: Cenâb-ı Hak, kendi nûrundan latîf ve büyük bir cevher yaratıp, ondan bütün kâinatı sıra ile vücûda getirdi. Bu cevhere Nur-ı Muhammedî denir. Bütün rûh ve cisimlerin başlangıcı ve menşei bu cevherdir. Eshâb-ı kirâmdan Câbir bin Abdullah, bir gün; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın her şeyden evvel yarattığı şey nedir?” diye sorunca; “Her şeyden evvel senin Peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman; levh, kalem, Cennet, Cehennem, melek, semâ (gökler), arz (yeryüzü), güneş, ay, insan ve cinler yoktu” buyurdular.
Nûr-ı Muhammedî, Âdem aleyhisselâmın kalbi ve cesed-i şerîfi yaratılınca, onun iki kaşı arasına kondu. Âdem aleyhisselâm kendisine rûh verilince, alnında, zühre yıldızı gibi parlayan bir nûrun olduğunu fark etti.
Âdem aleyhisselâm yaratıldığında, cenâb-ı Hakk'ın kendisine; Ebû Muhammed yâni Muhammed'in babası diyerek hitâb ettiğini ilham ile anladı ve; “Ey Rabbim! Bana niçin Ebû Muhammed künyesini verdin?” diye suâl edince, Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Başını kaldır!” dedi. Âdem aleyhisselâm, başını kaldırıp baktığında, Arş-ı âlâda sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) nûrdan yazılmış Ahmed ismini gördü. O zaman; “Ey Rabbim! Bu kimdir?” diye suâl etti. Allahü teâlâ da, “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberdir. O'nun ismi göklerde Ahmed, yerde ise Muhammed'dir. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim” buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget