Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hicretin birinci senesinde, Ensâr'dan Es'ad bin Zürâre, Berâ bin Ma'rûr, Külsüm bin Hidm, Muhâcirlerden Osman bin Maz'ûn vefât etti. Kâfirlerle savaşa izin verildi. Ayrıca, Medîne'nin hava ve suyunun tesirine dayanamayan Hazret-i Ebû Bekr ile Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) sıtma hastalığına tutuldular. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Yâ Rabbî! Mekke'yi sevdirdiğin gibi Medîne'yi de bize sevdir ve burada bize bereket ve rızık bolluğu ver" diye duâ ettiler. Cenâb-ı Hak da duâsını kabûl buyurup, Muhâcirlere Medîne'yi sevdirdi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bizzat iştirâk ettikleri Ebvâ, Veddân gazâları bu senede yapılmıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kur'ân-ı kerîmi öyle güzel, öyle tatlı ve tesirli okurdu ki, O'nu dinleyen gayr-i müslimler de hayran kalırlardı. O'nu dinleyerek müslüman olanların sayısı çoktu. Hazret-i Berâ bin Âzib anlattı ki: "Bir yatsı namazından sonra Resûlullah efendimizi, Tîn sûresini okurken dinlemiştim. Öyle güzel okuyordu ki, sesi ve okuyuşu O'ndan daha mükemmel olan bir kimse dinlemiş değildim."
Eshâb-ı kirâm arasında sesi çok güzel olan, Kur'ân-ı kerîmi okurken ağlayan ve ağlatanlar pek çoktu. Bunlardan birisi, Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh) idi. Bir gece, atını yanına bağlayıp, Bakara sûresini okumaya başladı. Okurken at birden bire ürktü. Hazret-i Üseyd sustu, at sâkinleşti. Okumaya başladı, at yine ürktü. Sununca sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca, yine ürktü. Üseyd bin Hudayr'ın (radıyallahü anh) oğlu Yahyâ, ata yakın bir yerde yatıyordu. Atın, çocuğa bir zarar vermesinden endişe ederek, okumayı bıraktı. Gökyüzüne baktığında, beyaz bulut gölgesine benzeyen bir sisin içinde, kandil gibi parıldayan şeyler farketti. Okumayı kesince, o parıldayan şeylerin semâya doğru yükselerek gittiğini gördü. Sabah olunca, sevgili Peygamberimizin huzûr-ı şerîflerine gidip, başından geçenleri anlattı. Resûlullah efendimiz“Onların ne olduğunu biliyor musun?" diye sorunca, Hazret-i Üseyd; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bilmiyorum" diye cevap verdi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Onlar melekler idi. Senin sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da onları görür ve seyrederlerdi. Onlar, halkın gözlerinden gizlenmezlerdi."
Kur'ân-ı kerîmi pek yanık okuyanlardan biri de hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk idi. Namaz kılarken okumaya başlayınca, kendini tutamaz, mübârek gözlerinden yaşlar boşanırdı. Görenler bu hâline hayran olurlardı. Bir gün müşrikler toplanıp; "Bu kimse, peygamberin getirdiklerini yanık yanık okuyarak ağlıyor. Çocuklarımız ve kadınlarımızın onun bu hâline meftûn olup, müslüman olmalarından korkuyoruz" demişlerdi.
Sevgili Peygamberimizin mübârek cemâlini görerek, O'na âşık olanlardan, mübârek sözlerini ve okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyince, hayran kalıp müslüman olanlardan biri de Abdullah bin Selâm hazretleridir. Tevrât ve İncîl’i iyi bilen Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh), îmân etmeden önce bir yahudi âlimi idi. Kendisi, müslüman oluşunu şöyle anlatır: "Ben Tevrât'ı ve izâhlarını babamdan okuyup öğrenmiştim. Bir gün babam, âhır zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve; "Eğer O, Hârûn evlâdından gelecek olursa, O'na tâbi olurum; yoksa tâbi olmam!" dedi ve Resûlullah'ın Medîne'ye gelişinden önce öldü.
Resûlullah'ın Mekke'de nübüvvetini îlân ettiğini işittiğim vakit, O'nun sıfatlarını, ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple, O'nu gözleyip durdum. Resûlullah'ın Medîne yakınında Kuba denilen yerdeki Amr bin Avf oğullarının evinde misâfir olduğunu birinden öğreninceye kadar bu hâlimi yahudilerden saklayıp sustum.
Bir gün bahçemde hurma ağacından yaş hurma toplarken, Nâdir oğullarından birisi, "Bu gün, Arabların adamı geldi" diye bağırdı. Beni bir titreme almıştı. Hemen; "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdim. O anda halam Hâlide binti Hâris, ağacın altında oturuyordu. Çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince; "Allah elini boşa çıkarsın ve seni umduğuna kavuşturmasın. Vallahi sen, Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitseydin bundan fazla sevinmezdin!" diyerek bana çıkıştı. Ona; "Ey hala! O, vallahi Mûsâ bin İmrân'ın kardeşidir ve O'nun gibi bir peygamberdir. O'nun yolundadır ve O'nun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir" dedim. Bunun üzerine bana; "Ey kardeşimin oğlu! Yoksa O, kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen peygamber midir?" dedi. "Evet" dedim, "Öyleyse haklısın" dedi.
Resûlullah Medîne'ye hicret ettiği zaman, O'nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. Mübârek cemâlini, nûrlu yüzünü görür görmez; "O'nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!" dedim. Resûlullah, toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasîhatler veriyordu. Burada Resûlullah'dan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur:
“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabâları ziyâret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selâmette girersiniz."
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem, beni nübüvvet nûru ile tanıyıp; “Sen, Medîne âlimi İbn-i Selâm mısın?" buyurdu, ben de; "Evet" deyince, sevgili Peygamberimiz“Yaklaş" buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah! Allahü teâlâ için söyle! Tevrât’da benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?" Ben de; "Allahü teâlânın sıfatları nelerdir, söyler misiniz?" dedim. Bu suâle karşılık, Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil aleyhisselâm İhlâs sûresini indirdi: Resûlullah efendimizin okuduğu bu sûreyi işitince, Peygamberimize hemen: "Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve Resûlüsün" diyerek Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum."
Sonra; "Yâ Resûlallah! Yahudiler; insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnâd ve iftirâlarda bulunan zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirâlarda bulunurlar. Siz, önce beni onlardan sorunuz!" dedim ve evin bir tarafına saklandım. Benim peşimden yahudilerin ileri gelenlerinden bir grup içeri girdi.
Resûlullah efendimiz, yahudilere; “Aranızdaki Abdullah bin Selâm, nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Yahudiler de; "O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbn-i Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!" dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, yahudilere; “Eğer o müslüman olduysa, siz buna ne dersiniz?" diye sordu. Yahudiler; "Allah onu böyle bir şeyden korusun!" diye karşılık verdiler.
O sırada saklandığım yerden çıkıp; "Ey yahudi topluluğu! Allahü teâlâdan korkunuz! Size geleni kabûl ediniz. Allahü teâlâya yemîn ederim, siz de bilirsiniz ki; elinizdeki Tevrât’da isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allahü teâlânın resûlü budur. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" diyerek O'nu tasdik ettim. Bunun üzerine yahudiler; "O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur!" diyerek çeşitli kusurlar ve iftirâlarda bulunup beni kötülediler. Ben; "Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların zâlim, yalancı, kötülükten çekinmeyen, iftirâcı bir millet olduğunu size haber vermemiş miydim? İşte hepsi ortaya çıktı!" dedim. Resûlullah yahudilere; “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur" buyurdu. Bunun üzerine hemen evime döndüm. Âilemi ve akrabâlarımı İslâmiyete dâvet ettim. Halam da dâhil hepsi müslüman oldular.
Benim îmân etmem, yahudileri çok kızdırdı. Bunun için beni sıkıştırmaya başladılar. Hattâ yahudi âlimlerden bâzıları; "Arablardan peygamber çıkmaz, senin adamın hükümdârdır" diyerek, beni İslâmiyetten vazgeçirmeğe kalkıştılar, fakat muvaffak olamadılar."
Kendisi ile birlikte; Sa’lebe bin Sa'ye, Üseyd bin Sa'ye, Esed bin Übeyd (radıyallahü anhüm) ve bâzı yahudiler samîmi olarak müslüman oldular. Fakat bâzı yahudi âlimleri; "Muhammed'e yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onlara cevap olarak âyet-i kerîme indirip, meâlen buyurdu ki: “Onların (ehl-i kitâbın) hepsi bir değildir. Ehl-i kitâbın içinde ibâdet ve tâatte bulunan bir cemâat vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allahü teâlânın âyetlerini okurlar." (Âl-i İmrân sûresi: 113)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Gün geçtikçe İslâmın nûru yayılmaya, Resûlullah efendimizin mübârek ismi işitilince kalblerde yer tutmaya başladı. O'nun gelmesini hasretle bekleyen ilim ehli kimseler, arayış içinde ve heyecanla Medîne'ye koşarak, îmân etmekle şerefleniyorlardı. Bunlardan birisi de Selmân-ı Fârisî hazretleri idi. O, müslüman olmasını şöyle anlatmıştır:
"Ben Fâris'in (İran), İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arâzimiz ve malımız çoktu. Evin yegane çocuğu ve babamın tek sevgilisi idim. Bunun için beni kız gibi yetiştirirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Mecûsî olduğu için, bana mecûsîliği istediği şekilde eksiksiz olarak öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz de ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve; "Yavrum! Ben öldüğüm zaman bu malların sâhibi sen olacaksın, onun için, git mallarını ve arâzilerini tanı" dedi. Ben de "Peki" deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir kiliseye rastladım. Hıristiyanların seslerini işittim, yanlarına gidince içerde ibâdet ettiklerini gördüm. Ben, daha önce öyle bir şey görmediğimden, hayrette kaldım. Çünkü bizim ibâdetimiz ateş yakıp, ona secde etmekten başka bir şey değildi. Onlar ise, görünmeyen bir Allah'a ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime; "Vallahi bunların dîni haktır ve bizimki bâtıldır" dedim. Akşama kadar onları merâkla seyrettim. Tarlalarımıza gitmeden karanlık basmaya başladı. Onlara; "Bu dînin aslı nerededir?" deyince; "Şam'dadır" dediler. Sonra; "Şam'a gitsem beni de kabûl ederler mi?" diye sorduğumda; "Evet kabûl ederler" diye cevap verdiler. "Sizlerden, yakında Şam'a gidecek kimseler var mıdır?" diye sorunca; bir müddet sonra bir kervanın gideceğinden bahsettiler. Konuştuğum kimseler az olup, Şam’dan İsfehan'a gelmişlerdi.
Ben bunlarla meşgûl iken eve gitmekte geciktim. Benim dönmediğimi gören babam, beni aramaya başlamış ve adam göndermiş. Aramışlar bulamamışlar. Onlar telâş içinde iken eve döndüm. Babam; "Bu zamana kadar nerede idin? Seni aramadığımız yer kalmadı" dedi. Ben de; "Babacığım! Ben bu gün tarlaları dolaşmaya çıkmıştım. Fakat yolda bir hıristiyan kilisesine rastladım. İçeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve her şeye hâkim ve kâdir olan bir Allah'a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Onların dîninin hak olduğunu anladım" dedim. Bunu duyan babam; "Ey oğlum! Yanlış düşünüyorsun, babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın aldanma ve inanma!" dedi. Ben de; "Hayır, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onlarınki hak, bizimki bâtıldır" dedim. Babam, buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Bu durumda iken, devamlı Şam'a gidecek kervandan haber beklerdim.
Nihâyet hıristiyan râhiplerin, kervanı hazırladıklarını öğrendim. İplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım ve kervana katılarak Şam'ın yolunu tuttum. Şam'da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana birini târif ettiler, onun yanına gidip hâlimi anlattım. Yanında kalmak istediğimi, kendisine hizmet edeceğimi söyleyip, hıristiyanlığı öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını ricâ ettim. Kabûl etmişti. Artık ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini yapmaya başlamıştım. O da bana hıristiyanlığı öğretiyordu. Fakat sonradan onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hırıstiyanların, fakirlere vermek için getirdikleri sadaka, altın ve gümüşleri saklar, muhtâçlara vermezdi. Tam yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Bunu benden başka bilen yoktu. Bir müddet sonra vefât etti. Hıristiyanlar defin için toplandılar. Onlara; "Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete lâyık bir insan değildir!" dedim. "Sen bunu nereden çıkarıyorsun?" dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini gösterdim. Yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar, sonra; "Bu, defne ve teçhize lâyık bir kimse değildir" diyerek bir yere atıp üzerini taşla örttüler. Yerine başka birisi geçti. Bu zât gerçekten ilim sâhibi zahid bir kimse olup, dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhırete tâlib bir kimse idi ve hep âhıret için çalışır, gece-gündüz dâimâ ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Hizmetini severek yapardım. Birlikte ibâdet ederdik. Bir gün ona; "Ey benim efendim! Uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü Allahü teâlânın emirlerine itâat ediyor ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım bana ne tavsiye edersiniz?" diye sordum. Cevap olarak; "Oğlum, Şam'da insanları ıslâh edecek bir kimse kalmadı. Kime gitsen seni ifsâd eder. Fakat Musul'da bir zât vardır. Onu bulmanı tavsiye ederim" dedi. Vefât edince, Musul'a geçtim, târif ettiği zâtı buldum ve başımdan geçenleri anlattım. Hizmetine kabûl etti. O da, diğer zât gibi çok kıymetli, dünyâya düşkün olmayan ve devamlı ibâdet eden bir kimse idi. Ona da uzun zaman hizmet ettim. Fakat bir gün hastalandı. Vefât zamanı, aynı soruları ona da sordum. Bana Nusaybin'de bir zâtı tavsiye etti. Vefâtı üzerine derhal Nusaybin'e gittim. Söylediği kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi bildirdim. Kabûl etti, bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Hastalanınca, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye adlı Rum şehrinde bulunan başka bir zâtı târif etti. Vefâtından sonra Amuriye'nin yolunu tuttum. Söylediği bu şahsıda bulup, hizmetine girdim ve uzun zaman kaldım. Onun da vefâtı yaklaştı. Beni birine havâle etmesini ricâ edince; "Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhır zaman peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Hediyeyi kabûl eder sadakayı kabûl etmez. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır" diyerek alâmetlerini saydı. Bu zât da vefât edince, söylediklerine uyarak Arab diyârına gitmeye karar verdim.
Amuriye'de çalışıp, bir kaç öküz ile bir mikdâr koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile, Arab beldesine gidecekti. Onlara; "Bu sığır ve koyunlar sizin olsun, beni Arab vilayetine götürün!" deyince, teklifimi kabûl edip yanlarına aldılar. Vâdiy-ül-Kurâ denilen yere gelince, ihânet edip, köledir diyerek beni bir yahudiye sattılar. Yahudinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. "Âhır zaman peygamberinin hicret edeceği yer herhâlde burasıdır" diye düşündüm. Fakat bir türlü ısınamadım. Bu yahudiye bir müddet hizmet ettim. Sonra beni amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne'ye getirdi. Medîne'ye varınca, burasını önceden görmüş gibi ısındım. Artık günlerim Medîne'de geçiyor, beni satın alan yahudinin bağında-bahçesinde çalışıp, hizmetini görüyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşmanın sabırsızlığı içinde idim.
Bir gün, bir hurma ağacına çıkmış çalışıyordum. Sâhibim, biri ile bir ağacın altında konuşuyordu. Bir ara; "Evs ve Hazrec kabîleleri helâk olsunlar. Mekke'den bir kimse Kuba'ya geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu kabîleler de O'nu kabûl edip dînine giriyorlar..." diye konuştular. Ben bu sözleri işitince, kendimden geçer gibi oldum. Derhal aşağı inip, o şahsa; "Ne diyorsun?" dedim. Sâhibim bana; "Neyine lâzım, neden soruyorsun, sen işine bak!" diyerek bir tokat vurdu. O gün akşam olunca, bir miktar hurma alıp, hemen Kuba'ya vardım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanına girip; "Sen sâlih bir kimsesin, yanında da fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim" dedim. Resûlullah, yanında bulunan Eshâba; “Geliniz hurma yiyiniz" buyurdu. Onlar yediler. Fakat kendisi hiç yemedi. Kendi kendime; "İşte alâmetin biri budur. Sadaka kabûl etmiyor" dedim. Resûlullah efendimiz Medîne'yi teşrîf ettikten sonra bir miktar hurma daha alıp, Resûlullah'a getirdim. "Bu, hediyedir" dedim. Bu defâ yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. "İşte ikinci alâmet de çıktı" dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş civarında idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullah efendimizin mûcizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime; "Bir alâmet daha gördüm" dedim. Resûlullah'ın yanına tekrar gitmiştim. Cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için iyice yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, nübüvvet mührünü gördüm; hemen öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah'a, başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri en ince teferruâtına kadar anlattım..." Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman, Arab lisânını bilmediği için, tercümân istemişti. Gelen yahudi tercümân, onun sevgili Peygamberimizi medhetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil aleyhisselâm gelip, hazret-i Selmân'ın sözlerini doğru olarak Resûlullah'a bildirdi. Yahudi durumu anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh), müslüman olduktan sonra, köleliğe bir müddet daha devam etti. Sevgili Peygamberimizin; “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!" buyurması üzerine, sâhibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahudi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip, hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti. Bunu, Resûlullah efendimize haber verdi. O da, Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz" buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz“Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver" buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince, teşrîf edip fidanları kendi mübârek elleriyle dikti. Bir tanesini de hazret-i Ömer dikmişti. Hazret-i Ömer'in diktiği hariç, hepsi Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. Resûlullah efendimiz o bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.
Selmân-ı Fârisî hazretleri anlattı ki: "Bir gün, bir zât beni arıyor ve; "Selmân-ı Fârisî'yi Mükâtib-i fakir (efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli bir miktarda anlaşan köle) nerededir?" diye soruyordu. Beni buldu ve elinde bulunan yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize gittim ve durumu arzettim. Resûlullah altını tekrar bana verip; “Bu altını al borcunu öde!" buyurdu. Ben; "Yâ Resûlallah! Bu altın yahudinin istediği ağırlıkta değil" deyince, Resûlullah efendimiz o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu edâ eder" buyurdu. Allah hakkı için o altını tarttım, istenilen kadardı. Onu da götürüp verdim. Böylece kölelikten kurtuldum."
Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh) bu günden sonra, Eshâb-ı suffe arasına katıldı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget