Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Cennetle müjdelenen 10 Sahabeden birisi olan Abdurrahman (r.a.), Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) tabi olan ilk sekiz Müslüman’dan biri olup, Hz. Ebû Bekir (r.a.) vasıtasıyla İslam’a girenlerin de beşincisi idi. Fil Vakası yılında dünyaya gelmiş olan Abdurrahman (r.a.), Hz. Peygamber’le (a.s.m.) aynı yaşta idi.
İslamiyet’ten önce ismi “Abdülkâbe” iken, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Abdurrahman” olarak değiştirdi. Hem Habeşistan’a hem de Medine’ye hicret etmekle, iki şerefi birden kazanan Müslümanlardan birisi oldu.
Hicret’ten sonra çok müstesna ve tatlı bir manzara sergilenmişti. Şöyle ki:
Mekkeli muhacirlerle, Medineli ensar İki Cihan Peygamberi’nin (a.s.m.) işa­ret­le­riy­le kardeş ilan edilmişti. Ensar, Mekkeli kardeşleri için, öz kardeşlerine yaptıklarından da öte fedakârlıklardan çekinmiyor, evine barkına ve malına mülküne onları ortak edi­yordu. Herkes kardeş olmuş, sıcak ve taze duygularla birbirinin boynuna sarılıyor idi.
Hz. Peygamber’in (a.s.m.) kardeş ilan ettiklerinden ikisi de Mekkeli Abdur­rahman bin Avf ile Medineli Sa’d bin Rebi’ (r.a.) idi. Sa’d, Abdurrahman’a şöyle diyordu:
“Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. İşte malımın yarısı, al. İki tane de hanımım var; bak, hangisi hoşuna gidiyorsa boşayayım, onunla evlen!”
Abdurrahman’ın cevabı ise şöyle oldu:
“Kardeşim Sa’d! Allah malını da, aileni de sana bağışlasın. Siz bana çarşının yolunu gösterin.”
Abdurrahman’a çarşının yolunu gösterdiler. Doğruca çarşıya gitti, epey bir miktar kazanç elde ederek döndü. Daha sonra Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mal çokluğu için duasına da mazhar olan Abdurrahman, çok geçmeden öylesine zengin oldu ki, bir defada 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yolunda ba­ğışlayacak dereceye geldi. Kendisi der ki: “Elime taş alsam, altın ve gümüş ol­duğunu gördüm!”[1]
Bedir Savaşı’na katılan Hz. Abdurrahman, çok büyük kahramanlıklar göster­di.
Bedir Savaşı’nda, Peygamberimiz bir ara göremeyince onu sordu. Bir sa­habi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, onu dağın eteğinde gördüm. Başına birçok müşrik toplan­mıştı. Ona yar­dım etmek istedim, fakat sizi burada görünce yardımınıza koş­tum!” dedi. Peygamberimiz:
“Onun için korkma, çünkü melekler ona yardım etmekte­dir.” buyurdu.
Daha sonra o sahabi, Hz. Abdurrahman’ı aramaya çıktı. Yedi kişiyi öldürdüğünü gördü.
“Hepsini sen mi öldürdün?” diye sordu. Hz. Abdurrahman:
“Şu ikisini ben öldürdüm. Fakat diğerlerini, daha önce hiç görmediğim birisi öldürdü.” dedi. Bunun üzerine o sahabi:
“Allah Resûlü doğru söyledi.” diyerek Re­sû­lul­lah’ı tasdik etti.
Uhud Savaşı’nda Peygamberimizi vücuduyla koruyan sahabilerden birisi de Hz. Abdurrahman’dı. Bu savaşta 21 yerinden yara aldı. Ayağından aldığı yara, biraz sakat kalmasına ve aksayarak yürümesine sebebiyet verdi.
Hz. Abdurrahman, Peygamberimize herhangi bir şekilde en küçük bir zarar bile gelmesini istemezdi. Bunun için de gözünü ondan ayırmazdı. Bir gün Pey­gamberimizin yalnız olarak bir yere gittiğini gördü. Başına bir şey gelmesinden endişe etti. Peşine düştü. Bir ara Re­sû­lul­lah secdeye kapandı. Uzun müddet öy­lece kaldı. Hz. Abdur­rah­man, onun ruhunu teslim etmiş olmasından korktu. Yanına gitti. Tam o sırada Re­sû­lul­lah (a.s.m.), başını secdeden kaldırdı. Hz. Abdurrahman’ı görünce:
“Ne var, bir şey mi oldu?” buyurdu. Hz. Abdurrahman:
“Yâ Re­sû­lal­lah, secdeniz o kadar uzadı ki, mübarek ruhu­nuzu teslim etmiş olmanızdan endişe duydum!” deyince, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Bana Cebrâil geldi. ‘Kim sana salat ve selam getirirse, Cenâb-ı Hakk’ın mağ­firet ve selamına nail olur.’ dedi. Ben de bunun için şükür secdesi yaptım.”[2]
Hz. Abdurrahman, günlerinin çoğunu oruçlu geçirir, her sene hacca giderdi. Peygamberimizin (a.s.m.) duasının bereketiyle sahip olduğu servetini Allah yolunda harcama hususunda en küçük bir tereddüt göstermedi. Bir defasında 40 bin dinar, 500 at ve 500 yük devesini cihat için vermişti. Gayet sade yaşar, evin­de fakirler için devamlı olarak sofralar kurulurdu.[3]
Enes’in (r.a.) rivayetine göre, bir gün Medine’de birtakım sesler duyuldu. Hz. Âişe (r.a.):
“Nedir bu?” diye sordu.
“Abdurrahman bin Avf’ın kervanıdır.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) şöyle buyurduğu­nu duydum: ‘Abdurrahman bin Avf’ı emekleyerek cennete girerken gör­düm.’”
Bu söz Abdurrahman’a ulaşınca:
“Eğer yapabilseydim, cennete yürüyerek girerdim!” dedi ve o kervanı bütün ağırlıklarıyla Allah yolunda harcamak üzere sadaka olarak verdi.[4]
Abdurrahman (r.a.) zaman zaman Re­sû­lul­lah’ın duasına da mazhar olurdu. Bir defa­sında Peygamberimiz, “Allah’ım, Abdurrahman’a cennet sebillerinden içir!” diye dua etmişti. Diğer taraftan bu bahtiyar sahabi, Peygamberimizin “Ab­durrahman bin Avf yeryüzünde ve gökyüzünde emindir.” şeklindeki iltifatına da mazhar oldu.
Abdurrahman bin Avf (r.a.) malını mülkünü Allah yolunda sarf etmekte böy­lesine cömert, ibadet ve taatine öylesine takva ve hassasiyet sahibi, cihatta fevkalade yiğit ve fedakâr olmasına rağmen, zaman zaman kendisinden daha fedakâr olan sahabileri hatırlar ve ahiret yurdu için hazırlık yapamama endişe­sinden dolayı ağlardı.
Bir gün sofrada şöyle demekten kendisini alamamıştı:
“Benden daha hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehit olduğunda kefen olarak bir hırkaya sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtülünce başı açıkta kalı­yordu! Benden hayırlı olan Hamza da şehit olduğunda böyle olmuştu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada al­maktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım!”
Hz. Abdurrahman bu sözlerinden sonra, ağlamaktan dolayı yemek yiyeme­di.[5]
Hicret’in 6. senesinde Peygamberimiz (a.s.m.), Abdurrahman’ı Duvmetü’l-Cen­del’de bulunan Kelb kabilesine İslam’ı tebliğ etmek için vazifelendirdi. Yo­la çıkmadan önce kendi elleriyle sarığını sarıp sancağını eline teslim ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Allah’ın ismiyle Allah yolunda git. Allah’ın emri dairesinde hareket et. Kelb kabilesini İslam’a davet et. Kabul ederlerse reislerinin kızıyla evlen.”
Abdurrahman bin Avf orada bulunduğu müddetçe İslam’ı öylesine güzel bir şekilde tebliğ etti ki, Hıristiyan olan kabilenin büyük ekseriyeti Müslüman oldu ve geri kalanları da Hıristiyan kalarak cizye vermeyi kabul etti.[6]
Hz. Abdurrahman cemaate imam olduğu bir sırada Re­sû­lul­lah’ın gelip ken­disine uyması, onun faziletine bir yenisini daha ilave ediyordu. Hadise Tebük Seferi esnasında oldu. Peygamberimiz bir ara kafileden ayrılmıştı. Sabah na­mazının vakti geçmek üzereydi. Sahabiler, Hz. Abdurrahman’ı imamlığa geçir­diler ve arkasında namaza başladılar. Birinci rekât için rükûya gidildiğinde Peygamberimiz geldi. Cemaate katıldı. İkinci rekâtı Hz. Abdurrahman’ın imamlığında kıldı. Cemaat selam verdikten sonra kalktı, namazı tamamladı. Namazını bitirince:
“Güzel kıldırdınız, iyi yaptınız.” buyurarak iltifatta bulun­du.[7]
Hz. Abdurrahman, varlıktan da tehlike gelebileceğini idrak eden insanlar­dandı. Bu hususta endişe duymuyor değildi. Bir gün müminlerin annesi Ümmü Seleme’ye gelerek, bu endişesini şöyle dile getirdi:
“Malın çokluğu helake se­bep olur. Bundan endişe ediyorum!” dedi. Ümmü Seleme (r.anha):
“Fakat Allah yolunda sarf edilen mal böyle değildir.” de­yince rahatladı. Çünkü kendisi zaten malını Allah yolunda sarf ediyordu.
Hz. Abdurrahman (r.a.), evine her girişinde Âyete’l-Kürsî’yi okur, sık sık da “Allah’ım, beni nefsimin tamahkârlığından koru!” diye dua ederdi. “Bundan baş­ka, Allah’tan isteyeceğin bir şey yok mudur?” diyenlere şu cevabı verirdi:
“Şayet nefsimin tamahkârlığından korunursam ne hırsızlık eder, ne zina yapar, ne de herhangi bir günah işlerim.”
Hz. Abdurrahman gerek Hz. Ebû Bekir’in gerekse Hz. Ömer’in en büyük yardımcılarındandı. Her iki halife de onun fikirlerine ehemmiyet verir, mühim meselelerde onunla istişare ederdi.
Hz. Ömer’in (r.a.) şehit edilmesinden sonra, halife seçimi hadisesinde yine Abdur­rah­man bin Avf’ın üstün fedakârlığını ve feragatini görüyoruz. Hz. Ömer’in suikastten aldığı yaradan kurtulma ihtimali kalmayınca, sahabenin ileri gelenleri halife olarak yerine birisini tercih etmesini teklif ettiler. Hz. Ömer de, “Sa’d bin Ebî Vakkas, Hz. Talha, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Abdur­rahman bin Avf” gibi zatlardan birisi üzerinde karar verilmesi düşüncesinde ol­duğunu bildirdi.
Hz. Ömer’in vefatından sonra toplanan ilk şûrada, Hz. Abdurrahman şöyle bir teklifte bulundu:
“İçinizden üçümüz, diğer üçümüz lehine feragat ede­lim.”
Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali, Hz. Talha Hz. Osman ve Hz. Sa’d bin Ebî Vak­kas Abdurrahman bin Avf lehine feragat etti. Daha sonra Abdurrah­man da kendi adaylığından feragat edince hilafet meselesi Hz. Ali ile Hz. Os­man arasında kaldı.
Hz. Abdurrahman kendilerine şöyle dedi:
“İçinizden hanginiz feragat ederse bu işi ona verelim.”
Ancak her ikisinin de sükût etmesi üzerine Abdurrahman:
“İçinizden birini seçmeyi bana bırakır mısınız? Ben sizin efdal olanınızı araştırır, bu işi ona bıra­kırım.” dedi.
Hz. Ali de, Hz. Osman da “peki” diyerek kabul ettiler.
Abdurrahman bin Avf üç gün üç gece sahabilerle istişare ettikten sonra, Hz. Osman’a biat edilmesi gerektiğine kanaat getirdi ve halkı toparlayıp kanaatini bildirdi. İlk olarak da kendisi gelip Hz. Osman’a (r.a.) biat etti. Onun üzerine herkes Hz. Osman’a biat ederek tabi oldu.[8]
Abdurrahman (r.a.), Peygamberimizin ilminden en fazla istifade eden sahabiler­den­di. Birçok hadis rivayet etti. Bu hadislerden ikisi şu mealdedir:
“Bir yerde veba hastalığının bulunduğunu işittiğiniz zaman oraya gitmeyi­niz. Eğer hastalık bulunduğunuz yerde çıkarsa kaçmak için sakın oradan ayrıl­mayınız!”[9]
“Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, kocasına da itaat ederse ona, ‘Dilediğin kapıdan Cennete gir.’ denilir.”[10]
Abdurrahman bin Avf (r.a.), vefatından önce, servetinden Bedir şehitlerinin yakınlarına 400’er dinar verilmesini vasiyet etti. Bedir şehitleri ise 100 kişi idi...
Abdurrahman (r.a.), Hicret’in 21. senesinde 72 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını bir rivayete göre Hz. Osman, diğer bir rivayete göre ise Zübeyr bin Avvâm kıldırdı. Allah hepimizi onların yolundan yürümeye muvaffak etsin!

________________________________________
[1]Müsned, 1: 91.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 2: 416, 3: 314; Mektûbât, s. 148.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 314-317.
[4]Tabakât, 3: 93.
[5]Tabakât, 1:403.
[6]Sîre, 2: 256.
[7]Müsned, 4: 247; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 9: 196.
[8]Asr-ı Saadet, 1: 393-394.
[9]Buhârî, Tıb: 30; Müslim, Selâm: 98.
[10]Müsned, 1: 191.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğluydu. Ebû Tâlib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi ken­di yanında büyüttü. Hattâ o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeye baş­latmazdı. Çok tecrübelerle, Peygamberimizin “bereket sebebi” olduğunu biliyor­du.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, “amcasının yükünü hafif­let­mek ve ona minnet borcunu ödemek” düşüncesiyle Hz. Ali’yi yanına aldı. O sı­ralar Hz. Ali henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple, çocukluk yılları Pey­gamber Efendimi­zin terbiyesi altında geçti.
Kâinatın Efendisi peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali 10 yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan da Hz. Ali ermişti.
Hz. Ali bir gün Peygamberimizle Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, hay­ranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek çocuk­su bir edayla, Peygamberimize:
“Nedir bu yaptığınız?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“Ey Ali!” dedi, “Bu, Allah’ın beğendiği dindir. Seni, bir olan Allah’a imana davet edi­yorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum!”
Böyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali:
“Bunu babam Ebû Tâlib’e bir danışmam gerekir.” dedi.
Fakat Peygamberimiz henüz davasını açıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu:
“Yâ Ali, söylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye söyleme!” buyurdu.
O geceyi düşünerek geçiren Hz. Ali, sabah olunca Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şöyle dedi:
“Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki, ben de O’na ibadet etmek için gidip babama danışayım!”
Hz. Ali bu sözleriyle, Re­sû­lul­lah’ın terbiyesinde yeti­şen bir kişiden beklenen olgunluğu göstererek imanla şereflendi.
Artık bundan sonra Hz. Ali, Re­sû­lul­lah’ı bir gölge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir düşüncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû Tâlib, Re­sû­lul­lah ile görüşüp onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Müslüman olmamakla beraber, Hz. Ali’nin Peygamberimize tabi olmasına rıza gösterdi. Nitekim müşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû Tâlib şu cevabı verdi:
“Eğer nefsim, Abdülmuttâlib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü o halimdir, emindir, tahirdir.”[1]
Hz. Ali daha önce hiç puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri bo­yunca Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla mühim bir vazife gördü.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte Mekke’yi terk etmeden önce Hz. Ali’den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan müşrikle­re ait ema­­netleri de kendisine bıraktı. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etmesini söyledi.
Müşrikler o gece Re­sû­lul­lah’ın evinin çevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden, gü­nün ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden çıkacağı ânı gözetlemeye başladılar. Çün­kü o zamanın âdetlerine göre, bir insanı evinin içinde öldürmek büyük bir korkaklık sayılırdı.
Re­sû­lul­lah, yatağına Hz. Ali’yi yatırıp gece yarısı evden çıktı. Yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin üzerlerine attı ve Yâsin Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okuyarak gözleri önünden çekip gitti. Müşriklerden hiçbiri kendisini görmemişti.
Müşrikler hâlâ bekliyordu. Bir ara Re­sû­lul­lah’ın evden çıkmış olabileceğini düşündüler. Hane-i Saadet’in penceresinden baktılar. Hz. Ali’yi Peygamberimiz sandılar, “İşte Muhammed yatıyor.” diyerek beklemeye devam ettiler.
Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammül edemeyip içeri daldılar. Ya­takta Hz. Ali’yi görünce şaşkına döndüler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Müşrikler fazla üstelemediler, zaman kaybetmemek için etrafa adamlar saldılar.
Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Üç gün sonra o da Medine’nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Öyle ki, ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı hâlini görünce şefkatin­den gözyaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mübarek eliyle meshetti. İyileş­mesi için duada bulundu. O anda Hz. Ali’nin bütün ağrı ve sızıları geçti, şifa buldu.[2]
Hz. Ali’nin en mümtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı bütün savaşlarda kah­ramaklık ve cesaretin en güzel örneklerini göstermişti.
Mesela Uhud Savaşı’nda müşriklerin bütün güçleriyle Peygamberimizi şehit etmek için saldırdıkları sırada vücudunu ona siper edenlerden biri de oydu. Bir ara müşriklerden bir grup, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) doğru geliyordu. Re­sû­lul­lah, Hz. Ali’ye, müşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hücum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de öldürdü. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygambe­rimiz onları da Hz. Ali’ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin Mâlik’i öldür­dü.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimize geldi ve:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ali’nin yaptığı büyük bir iyilik ve civanmertliktir.” dedi. Peygamberimiz de:
“O bendendir, ben de ondanım.” buyurarak Hz. Ali’yi taltif etti. Cebrail,
“Ben de her ikinizdenim.” buyurarak bu taltifi daha da latifleştirdi. Bu sırada semadan şöyle bir ses işitildi:
“Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç olmaz.”
Hz. Ali, Uhud Savaşı’nda müşrikler tarafından birkaç defa yere düşürülmüş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı.[3]
Hayber’in fethi güçlükle gerçekleşmişti. Çünkü Hayber, volkanik bir arazi üzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine’den sürgün edilen Yahudilerin çoğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gün Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Al­lah ve Resûl’ünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.”
Bu söz üzerine mücahitleri bir merak sardı. Kimdi bu büyük şerefe nail ola­cak insan? Sahabilerden birçoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Ömer’di. Bu hadise için, “Kumandanlığı o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Sancak için çağırılırım ümidiyle bekledim.” demiş­tir.
Herkes dört gözle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygambe­rimiz:
“Sancağı getirin.” buyurdu. Sancağı getirdiler. Re­sû­lul­lah (a.s.m.):
“Ali nerededir?” buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gözlerinden rahatsızdı. Re­sû­lul­lah mü­barek eliyle gözlerini meshetti:
“Allah’ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali’den gider” diye dua etti. Sonra da: “Allah sana fethi nasip edinceye kadar yürü!” buyurdu. Gözlerinin ağrısı geçen Hz. Ali he­defe doğru ilerledi.[4]
Hz. Ali, Re­sû­lul­lah’ın beyaz sancağını Hayber Kalesi’nin önüne dikti. Bu arada Hayberlilerin kuvvetli ve cesur bir adamı kabul edilen Merhab, askerleriyle bir­likte kaleden çıktı. İki kat zırh giymiş ve iki adet de kılıç kuşanmıştı:
“Ben,” diye kükredi, “arslanları bile kılıç ve mızrakla yere seren biriyimdir!” Hz. Ali ise:
“Ben de annemin bana ‘Haydar’ adını taktığı insanım. Cesarette ormandaki en heybetli arslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” diye haykır­dı.
Yapılan teke tek mücadelede Hz. Ali, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab’ı ikiye bölerek yere serdi. Manzarayı gören Re­sû­lul­lah:
“Sevininiz, artık Hayber’in fethi kolaylaştı!” buyurdu.
Bunun üzerine mücahitler hep birden hücuma geçip kaleyi ele geçirdiler. Hz. Ali, pek ağır olan kalenin demir kapısını yerinden söküp kalkan olarak kullandı. Harp bitince kapıyı yere bıraktı. Fakat sekiz kişi kapıyı yerden kaldıramadı…[5]
Hz. Ali, Tebük Savaşı hariç, Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıl­dı. Bu savaşa katılmamasının sebebi de, Re­sû­lul­lah’ın Medine’de, yerine onu ve­kil bırakmasıydı.
Cihat ordusundan geri kalmak, Hz. Ali gibi bir kahramana çok ağır gelmişti:
“Yâ Re­sû­lal­lah,” dedi, “siz beni çocuklar ve kadınlar arasında mı bırakıyorsu­nuz?!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Harun’un Mûsâ’ya vekâlet ettiği gibi, sen de bana vekâlet etmeyi istemez misin? Ne var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” buyurdu.
Hz. Ali bu ifadeler üzerine rahatladı ve Peygamberimizin vekili olarak Me­dine’de kaldı.[6]
Hz. Ali’nin en bariz vasıflarından biri de, ihlasıydı. Her işinde Allah’ın rızasını esas maksat yapmıştı. Bir işe nefsi ve duyguları karıştığı zaman hemen ondan yüz çevirirdi.
Bu mevzuyla ilgili bir hadiseyi Bediüzzaman Hazretleri şöyle nakleder:
Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem di­niniz bu kadar safi ve hâlistir; o din haktır.”[7]
Hz. Ali, bütün amelinde takvayı esas alırdı. Başkalarına da takvayı tavsiye ederdi. Bununla ilgili olarak şöyle derdi:
“Takvaya dikkat edin ve onu amellerinizin Allah katında makbul olmasına vesile ya­pın. Takvayla yapılan ibadet hiçbir zaman az sayılmaz. Makbul amel hiç az olur mu?...”
Hz. Ali (r.a.), tevekkül ve kadere rızanın saadet kaynağı olduğuna inanırdı. Bu hususta da şöyle derdi:
“Kadere razı olmayan, imanın tadını alamaz. Kişi Allah’ın takdir ettiği şeye razı olsa da, olmasa da mutlaka o başına gelecektir. Fakat kaderine razı olan se­vap kazanır, razı olmayan ise günahkâr olur.”
Hz. Ali, her hususta Peygamberimizden en çok istifade eden sahabilerdendi. Peygam­ber Efendimiz onun ilminin büyüklüğünü ifade için:
“Ben ilmin şehri­yim, Ali de kapısıdır. İlim öğrenmek isteyen, onun kapısından gelsin.”[8]buyurmuştur.
Hz. Ali (Kerremallâhü Veche), Kur’ân ilmine en çok vâkıf olan zattı. Han­gi âyetin nerede, hangi hadise üzerine, kimin için indiğini çok iyi bilirdi. Bir ko­nuşma esnasında, kalabalık bir topluluğa şöyle hitap etti:
“Bana sorunuz. Vallahi bana sorduğunuz her şeye cevap vereceğim! Bana Al­lah’ın Kitabı’ndan sorunuz. Vallahi hiçbir âyet yoktur ki, ben onun gece mi gün­düz mü, dağda mı ovada mı indiğini bilmeyeyim...”[9]
Hz. Ali’nin bu faziletlerinin yanı sıra Peygamber Efendimizin en küçük ve en sevgili kızı Hz. Fâtıma’yla evlenmesi de onun için pek büyük bir şereftir. Pey­gamber Efendimizin Medine’yi teşriflerinden beş ay sonra Hz. Fatıma, Hz. Ali’yle nikâhlanmış, Hicret’in 2. yılında Bedir Savaşı’ndan sonra da evlenmişler­dir.
Düğün için Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Bilâl-i Habeşî’ye, “Dört-beş avuç un ek­mek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin!” diye emretmiş. Bilâl-i Habeşî Haz­retleri der ki:
“Ben yemeği getirdim, mübarek elini üstüne vurdu. Sonra Sahabiler taife taife gelip yediler, gittiler. O yemekten geri kalan miktar için de dua etti. Bütün hanımlarına birer kâse gönderildi. Ayrıca emretti ki: ‘Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler.’ Evet, böyle mübarek bir evlilikte, elbette böyle bir bereket lazımdır ve vukuu katidir.”[10]
Birer sene arayla bu mübarek evlilikten Hz. Hasan ve Hüseyin’in dünyaya ge­lişi, Peygamber Efendimizi çok sevindirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), nur torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i son derece sever, onları omuzlarına alır, taşır­dı. Ve haklarında şöyle buyururdu:
“Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır.”[11]
* * *
Bir gün Hz. Hasan ve Hüseyin hastalanmıştı. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma, sevgili yavruları iyileşirse Allah rızası için üç gün oruç tutmayı adadılar. Cenâb-ı Hak yavrulara sıhhat ve afiyet verince, adaklarını yerine getirmek üzere oruca başla­dılar. Akşam olmuş, iftar vakti gelmişti. Fakat yiyecek olarak ancak bir parça ekmekleri vardı. O sırada kapıda bir yetim belirdi. Ekmeği ona verip ken­dileri suyla iftar ettiler. İkinci ve üçüncü gün de üst üste bir fakir ve esir geldi. Yi­yeceklerini onlara verdiler. Üç gün üst üste aç kalmanın tesiriyle güçsüz düştüler. Sabah olunca yavrularını da alarak Peygamber Efendimizin huzuruna gitti­ler. Renklerinin solgunluğu Peygamberimizin dikkatini çekti:
“Yâ Ali!” dedi. “Hâliniz nedir?”
Hz. Ali, başlarından geçen hadiseyi anlattı. Derken Cebrail gel­di ve İnsân Sûresi‘nin şu mealdeki 5-10. âyetlerini vahyetti:
“İyiler, şüphesiz güzel kokulu ve serin kâfur dolu bir kadehten içerler. O bir pınardır ki, ancak ondan Allah’ın veli kulları içer. Onu nereye isterlerse peşle­rinden akıtırlar, fışkırtırlar. Onlar adaklarını yerine getirirler. Şerri yaygın olan günden korkarlar. Yemeğe olan sevgi ve iştihalarına rağmen fakiri, yetimi, esiri doyururlar. Biz size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rabb’imizden ve yüzlerin ekşiyeceği o çetin günden korkarız, derler.”
Peygamber Efendimiz, gelen bu vahyi kendilerine bildirdiğinde o kadar çok sevindiler ki, üç günlük açlığın verdiği bitkinliği unuttular.[12]
* * *
Hz. Osman’ın şehit edilmesi üzerine karışıklık sürüp gidiyordu. Asiler, Hz. Osman’ın yerine kime halife olmasını teklif etmişlerse hep ret cevabı aldılar. Kimse böyle bir zamanda hilafeti almak istemiyordu. Nihayet fitnenin daha faz­la yayılmaması için Medineliler bir araya gelerek “Hz. Ali’nin halifeliği”nde ittifak ettiler. Hz. Ali kabul et­mek istemediyse de, karışıklığın önünü almak, fitne ve fesadı önlemek için bu ağır mesuliyeti kabul etmek zorunda kaldı.
Hz. Ali’yi bekleyen müşkiller pek çoktu. İlk önce her tarafa kendi tayin ettiği valileri gönderdi. Tayin ettiği valilerin hepsi de idarecilik hususunda liyakatliy­di. Hz. Ali, valilerine güveniyordu. Onları vazifelerine gönderirken birtakım tavsiyede bulundu. Onun bu tavsiyeleri her zaman aynı canlılığı korumakta­dır. Mesela bunlardan Mısır Valisi Mâlik’e yaptığı şu konuşma, çok ibretli­dir:
“Ey Mâlik! Ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki, birçok hükûmet senden önce oralarda adalet sürdü, zulmetti. Sen vaktiyle nasıl önceki valilerin icraatını gözden geçiriyorsan, halk da şimdi öylece senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyle­yecek. Kimlerin iyi ve doğru olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden söy­lettiği sözlerle anlaşılır. Onun için en sevimli azığın, doğru ve adil işlerin olsun. Hevesatına hâkim ol.
“Halkın için kalbinde sevgi ve merhamet duyguları, lütuf meyilleri besle. Sa­kın biçarelerin başına, kendilerini yutmayı bekleyen bir cani kesilme! Çünkü bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaradılışta bir benzerin... Evet, kendile­rinden hata sadır olabi­lir, birtakım arızalar çıkabilir. ‘Ben mutlak güce sahibim, emrederim, itaat ederler.’ de­me. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini zaafa uğrat­mak ve felakete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret sana bir büyüklük duygusu veriyorsa, derhâl melekutun azametine bak ve senin kendi kendine güç yetiremediğin şeylerde, Allah’ın sana karşı Kadîr olduğunu düşün. İşte bu düşünce, senin o yükseklerde uçan nazarını yere indirir, şiddetini giderir; seni bırakıp gi­den aklını başına getirir.
“Allah’a ve insanlara karşı adaletten ayrılma. Böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Kullara zulmetmenin davacısı Allah’tır. Birinin hasmı Allah oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün hüccetler batıldır. Dünyada zulüm kadar Al­lah’ın lütfunu değiştirip kahrını çabuklaştıracak bir şey yoktur. Allah, zulüm al­tında inleyenlerin iniltisini işitir ve zalimleri de görür.
“İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz. Seni intikama doğru sürükle­yecek iplerin hepsini kes. Şunu bunu çekiştiren gammazların sözüne çarçabuk inanma. Çünkü gammaz, ne kadar saf görünürse görünsün, yine dessastır. Ne cimriyi, ne korkağı, ne de sana ihtirası hoş gösterecek hırslı kimseleri meclisine sokma.
“Müşavirlerin içinde en ziyade beğeneceğin, sana acı hakikatleri herkesten çok söyle­yen olsun. Sadık ve Allah’tan korkan adamları kendine sırdaş edin. Se­ni alkışlamaları­na, yapmadığın şeyleri sana isnat ederek keyfini getirmelerine müsaade etme. Çünkü al­kışın çoğu insanı gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü, yanında bir olmasın! Zira bu çeşit bir eşitlik, iyileri iyilikten soğutur, kötülerin de fenalığa meylini artırır.
“Memurları seçerken sadece simalarını tetkik ve hüsn-ü zannın kâfi gelme­sin. Çünkü insanlar daima yapmacık davranıp güzel hizmet göstererek, zahire göre hükmeden valilerin gözüne girebilir. Hâlbuki işin ötesinde ihlas namına bir şey yoktur. Onun için, senden önce halkın arasında iyilikleriyle tanınanları seç.
“Her türlü çareden mahrum fukara ve felaketzedeler, kötürümler hakkında Allah’tan kork, hem çok kork! Bunlar arasında hâlini söyleyen de olur, söyleyemeyen de... Hepsinin hakkını gözetmek senin vazifendir. Sakın büyüklük, seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın! Hâsılı öyle çalış ki, huzur-u İlahiye çıktığın zaman, ‘Gücümün yettiği kadarını yaptım.’ diyebilesin.
“Ben, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden birkaç yerde işittim: ‘Zayıfın hakkının kuv­vetlisinden rahatça alınamayan bir millet, hiçbir zaman kuvvetlenemez.’ buyurmuştu.
“Her günün işini o gün gör. Çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi var­dır.
“Valinin hususi ve yakın adamları bulunur. Bunların iltiması, zulmü ve mua­mele­ler­­de insafsızlığı görülebilir. Sen onların zararını, bu gibi durumların se­beplerini kökün­den kaldırmakla kes. Etrafındakilere, yakınlarına, akrabana katiyen toprak verme. Bunlardan hiçbiri, senden cesaret alıp etrafındakileri sı­kıntıya sokacak şekilde mal biriktirmeye tamah etmesin. Bunun kârı senin ol­madığı gibi, ârı hem dünyada hem de ahirette senindir.
“Sakın kendini beğenme! Sakın nefsinin sana hoş gelen cihetlerine güvenme! Sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme! Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsi­nin mahvı için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sakın halkına etti­ğin iyiliği başına kakma, yaptığın işleri mübalağalı gösterme yahut kendileri­ne olan vaadinden dönme… Çünkü minnet etmek, iyiliği bitirir; mübalağa, hakikati söndürür; sözünden dönmek ise, Yaratıcı‘nın da, halkın da nefretini celbeder.
“Sakın bir işe vaktinden önce atılma, vakti gelince de tembellik etme! Açıklı­ğa kavuşmamış işlerde inat etme, açıklığa kavuştuğu zaman da gevşeme, her işi yerli yerince yap. Herkesin eşit olduğu noktalarda kendine imtiyaz tanımak­tan çekin. Çalıştırdığın adamların ortaya çıkmış kötülüklerinden dolayı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma.
“Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol. Bunların hepsinin kötülüğünden masun kalabilmek için şiddetini geciktir ki, öfken geçsin de iradene sahip ola­sın.”[13]
Hz. Ali, adaletin mutlaka yerini bulması çok titiz davranırdı. Makam ve mev­kileri ne olursa olsun, hukuk ve hâkim karşısında insanların eşit olduğunu biz­zat kendi hayatıyla ispatladı. Müminlerin halifesi olduğu hâlde, bir Yahudi’yle muhakeme edilmekten çekinmedi. Şöyle ki:
Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip Kûfe’ye dön­düğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi:
“Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.” Yahudi:
“Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir.” dedi.
Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da ol­sa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti:
“O hâlde hâki­me gidelim.” dedi. Birlikte hâkime gittiler.
Hâkim, adaletiyle tanınan Kadı Şureyh idi. Hz. Ali huzura girdiğinde, hâkimin ya­nı­başına geçip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da:
“Hasmım Yahudi olmasaydı elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Re­sû­lul­­lah’tan, ‘Al­lah’ın onları küçülttüğü yerde siz de onları küçültün!’ buyurduğunu işittim.” de­di.
Kâdı Şureyh, Hz. Ali’ye:
“Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir?” dedi. Hz. Ali:
“Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sat­tım, ne de hediye ettim.”
Meseleyi anlayan kadı, Hz. Ali’ye:
“Bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sordu. Hz. Ali:
“Evet, var.” dedi, “Hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın be­nim olduğuna iki şahittir.” Kadı Şureyh:
“Oğulun baba için şehadeti caiz değildir.” dedi. Hz. Ali:
“Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz?! Ben Re­sû­lul­lah’ın, ‘Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.’ buyurduğunu işittim.” dedi.
Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelen­dirdi. Bu büyük adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı:
“Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım.”
Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi:
“Mademki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum” dedi.[14]
Hz. Ali, kendisinden önceki üç halifeye bütün gücüyle destek oldu. Üç halife de, mühim meselelerde Hz. Ali’yle istişare ederek onun fikrine değer verdi­ler.
Diğer taraftan Hz. Ali, Hz. Osman zamanındaki fitne hareketlerinin önlen­mesi için elin­den gelen gayreti gösterdi. Fakat kaderin bir tecellisidir ki, Hz. Os­man’ın şehade­tiy­le neticelenen hadiselere mâni olamadı.
Hz. Ali’nin kendi hilafet döneminde de tamamen bir iç karışıklık hüküm sürdü. Müslümanlardan bir kısmı Hz. Ali’yi, bir kısmı Hz. Muâviye’i halife olarak ta­nıdı. Hz. Muâviye, Hz. Osman’la akraba olduğu için kanını dava etti. Katillerin cezalandırılmasını istedi.
Fakat Hz. Osman’ı kimin öldürdüğü bilinmiyordu. Sadece birkaç kişiden şüpheleniliyordu. Hz. Ali zaman istedi. Şüphe üzerine kısas yapamayacağını söyledi. Katil belirlendiğinde gerekli cezanın verileceğini vaat etti. Ancak Hz. Muâviye acele ediyordu. Neticede iki sahabi arasında, içtihat farklılığı yüzün­den kanlı savaşlar oldu. Birçok Müslüman şehit edildi. Bunun için Müslüman­lar arasındaki birlik ve beraberlik bir türlü temin edilemedi.
Nihayet Hz. Ali, Hicret’in 40. yılında Kûfe’de şehit edildi. Müslümanların tamamı Muâviye’ye biat ettiler.
Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin apayrı bir yeri vardı. En sevgili kızını ona nikâhlaması bunu gösterdiği gibi, Peygamberimizin (a.s.m.) onun hakkın­daki şu mübarek hadisleri de bunu gösterir:
“O, Allah ve Resûl’ünü sever, Allah ve Resûl’ü de onu sever.”[15]
“Ali’yi seven beni sevmiş, beni seven Allah’ı sevmiş olur. Ali’ye kızan bana kızmış, bana kızan da Allah’a kızmış olur.”[16]
“Ben Ali’denim, Ali de bendendir.”[17]
“Münafık olan, Ali’yi sevmez; mümin olan da, ona kin duymaz.”[18]
“Yâ Ali, sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin.”[19]
“Ali’ye söven, bana sövmüş olur.”[20]
Hz. Ali’den 586 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birkaçının meali şöy­ledir:
“Re­sû­lul­lah: ‘Cennette öyle odalar vardır ki, içeriden dışarısı, dışarıdan da içerisi görünür.’ buyurdu. Bunun üzerine bir zat: ‘Yâ Re­sû­lal­lah, bu odalar kim­ler içindir?’ diye sordu. Re­sû­lul­lah: ‘Tatlı konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken geceleri namaz kılan kimselere aittir.’ buyurdu.”[21]
“Her kim Kur’ân’ı okur, ezberler, helalini helal, haramını haram bilirse, Allah onu cennete koyar ve ailesinden cehennemlik 10 kişiye de şefaatçi yapar.”[22]
“Ey Ali! Üç şeyi geciktirme: Vakti giren namazı, hazır olan cenazeyi ve dengi­ni bulan kız veya dul kadını evlendirmeyi…”[23]
Hz. Ali’nin bize kadar ulaşan birçok hikmetli sözü vardır. Bunlardan birka­çı şöyledir:
“Cenneti arzulayan kimse, dünyada nefsin arzu ettiği şeylerden uzak dur­sun.”
Hz. Ali bir defasında:
“Kurtuluş imkânı elinde olduğu hâlde mahvolan insa­na şaşarım doğrusu!” demişti. Dinleyenler:
“Ey Ali, kurtuluş imkânı nedir?” diye sordular. Hz. Ali:
“Allah’tan af dilemek.” cevabını verdi.
“Az konuş ki, selamette olasın. Susmak, cennete girmek için bir vesiledir. Sırrını söyleme dostuna; dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna!”
Cenâb-ı Hak, ondan razı olsun ve bizleri şefaatine nail eylesin!

____________________________
[1]Sîre, 1: 262-264.
[2]Tabakât, 8: 18.
[3]Taberî, 3: 177.
[4]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 33-34.
[5]İnsânü’l-Uyûn, 2: 737-738; Tabakât, 2: 110-112.
[6]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 31.
[7]Mektûbât, s. 248.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 20.
[9]Tabakât, 2: 338.
[10]Mektûbât, s. 119.
[11]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[12]Üsdü’l-Gàbe, 5: 530-531; Tefsîrü’l-Kebîr, 30: 244.
[13]Kitabü’l-Haraç, 448-460.
[14]Târihü’l-Hulefâ, s. 172.
[15]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 33.
[16]Târihü’l-Hulefâ, s. 162.
[17]Tirmizî, Menâkıb: 20.
[18]Tirmizî, Menâkıb: 21; İbni Mâce, Mukaddime: 11.
[19]age.
[20]Fethü’r-Rabbânî, 23: 121.
[21]Tirmizî, Birr: 53.
[22]Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 13.
[23]Tirmizî, Salât.13.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizin üçüncü halifesi, hayâ ve edep numunesi Hz. Osman, hayatta iken cennetle müjdelenen bahtiyarlardan biriydi. Hz. Ebû Bekir, ilk defa eski samimi dostlarını ziyaret ederek hak dini onlara anlatmaya başlamıştı. Bu dost­larından biri de Hz. Osman’dı. Hz. Osman yaradılıştan halim selim, iyi ahlaklı ve dürüst bir şahsiyetti. İslam’ı kabule müsait bir mizaca sahipti. Hz. Ebû Bekir’i dikkatle dinledi ve anlattıklarına büyük bir alaka duydu. Sonra da birlikte Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gittiler.
Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Osman’a:
“Allah’ın ihsanı olan cennete rağbet et. Ben sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” dedi. Kur’ân-ı Kerim okudu.
Hz. Osman İlahî kelamın cazibesine kapıldı. Hemen Kelime-i Şehadet getire­rek Müslüman oldu. Hz. Osman, daha sonraları bu hissiyatını şöyle dile geti­rir:
“Re­sû­lul­lah’ın lisanından duyduğum o ilk sözler, o kadar saf ve sade, o kadar tesirli idi ki, âdeta Kelime-i Şehadet ihtiyarsız olarak dudaklarımdan dökülüverdi.”
Hz. Osman, İslam’la şereflendiği sırada 34 yaşında idi. Genç, nüfuzlu bir tüc­cardı. Hâli vakti yerinde bir kimseydi. Müslüman olduğunu öğrenen amcası Hakem bin Ebi’l-As öfkesinden çıldıracak gibi olmuştu. Osman’ı bir direğe bağladı ve:
“Bu dini terk etmedikçe sana hiç yiyecek vermeyeceğim!” dedi. Fakat ölüm pahasına da olsa, onun dininden dönmeyeceğini anlayan diğer akraba­sı araya girerek serbest bıraktırdılar.[1]
İslamiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in oğlu Utbe, Peygamberimizin kızı Rukiyye ile evliydi. Utbe, Peygamberimizin yeni bir dini tebliğ ettiğini öğre­nince gelip Peygamber Efendimize (a.s.m.) hitaben:
“Senin kızını da, tebliğ et­tiğin dini de istemiyorum!” demiş ve Hz. Rukiyye’yi boşamıştı. Bunun üzerine Hz. Osman, Rukiyye’ye talip olmuş ve onunla evlenmişti.
Müşriklerin zulmünden dolayı Habeşistan’a hicret eden 15 kişilik kafile ara­sında Hz. Osman ve Rukiyye de bulunuyordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Os­man’ın herkesten önce yola çıktığını duyunca şöyle buyurdu:
“Onların dostu ve hâkimi Allah’tır. Osman, Lût’tan (a.s.) sonra ailesiyle bir­likte ilk hicret eden kimsedir.”[2]
Hz. Osman, bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra tekrar hanımıyla birlik­te Mekke’ye döndü. Daha sonra da oradan Medine’ye hicret etti.
Hz. Osman’ın en bariz vasfı, edep ve hayâsı idi. Hz. Âişe’nin rivayetine göre, bir gün Re­sû­lul­lah, üzerine bir örtü çekmiş olduğu hâlde istirahat ediyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir kapıya geldi, içeri girmek için izin istedi. Re­sû­lul­lah tav­rında bir değişiklik yap­madan içeri girmesine izin verdi. Sonra soracağını sorup gitti. Daha sonra Hz. Ömer geldi, ona da aynı şekilde hâlini değiştirmeden izin verdi. Ondan sonra Hz. Osman, huzura girmek için izin istedi. Bu defa Re­sû­lul­lah hemen doğruldu, toparlandı.
Bunun üzerine Hz. Âişe:
“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedi, “Ebû Bekir ve Ömer için toparlanmadığınız hâlde, neden Osman gelince hâlinizi değiştirdiniz?”
Allah Resûlü şöyle cevap verdi:
“Çünkü Osman çok hayâlı birisidir. Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?!”[3]
Ebû Mûse’l-Eş’arî anlatıyor:
Re­sû­lul­lah ile birlikte bir eve gelmiştik. Bana:
“Kapıda dur ve kimseyi izinsiz içeri alma!” buyurdu.
Biraz sonra Ebû Bekir çıkageldi.
“Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedim, “Gelen, Ebû Bekir’dir.” Buyurdu ki:
“İçeri al ve kendisini cennetle müjdele.”
Sonra Ömer geldi. Ona da aynı şeyi söylememi emretti.
Daha sonra Osman geldi. Onun için şöyle buyurdu:
“İçeri al ve onu da başına gelecek belalardan dolayı cennetle müjdele!” buyurdu. Böylece, Hz. Osman’ın hem cennetle müjdelenenlerden, hem de ilerde başına pek çok musibet gelecek birisi olduğunu ifade etmiş oldu.[4]
Hz. Osman, bütün arzusuna rağmen Bedir Savaşı’na katılamamıştı. Zira ha­nımı Hz. Rukiyye ağır hasta idi. Peygamber Efendimiz mazeretini kabul ettiği hâlde, o, kalbinde Bedir’e iştirak edememenin üzüntüsünü hissediyordu. Hz. Rukiyye yakalandığı hastalıktan kurtulamadı, vefat etti. Bedir’de Müslümanla­rın zaferi Hz. Osman’ın bu derin üzüntüsünü sevince çevirdi.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Bedir’den döndükten sonra Hz. Osman’a bir müjde daha verdi:
“Sen Bedir’e katılmadığın hâlde bir şehit ecri aldın.”
Daha sonra Peygamberimiz, diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hz. Osman’a nikâhladı. Bundan sonra Hz. Osman “iki nur sahibi” manasında “Zinnûreyn” la­kabıyla anıldı.
Ümmü Gülsüm’ün vefatından sonra da Peygamberimiz, “Eğer 40 tane kı­zım olsaydı, onları birer birer Osman’la evlendirirdim!” buyurarak, hayâ timsali olan damadını teselli etti.[5]
Uhud Gazası’na katılan Hz. Osman (r.a.), orada Peygamberimizin (a.s.m.) vefat haberinin yayılması üzerine duyduğu üzüntüyü zaman zaman hatırlar ve o sırada çektiği ıstırabın şiddetini dile getirirdi.
Hicret’in 4. yılında yapılan Zâtürrikâ Gazvesi’nde Peygamberimiz, kendisini Medine’de vekil olarak bırakmıştı. Bundan sonra yapılan bütün gazalara katılan Hz. Osman, Hudeybiye Sulhü sırasında da Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından Kureyş’e elçi olarak gönderilmişti. Hz. Osman, Mekke’ye gidip, geliş maksatla­rının sadece umre haccı yapmak olduğunu anlattıysa da, müşrikler direnmeye devam ediyor, şöyle diyorlardı:
“Git, seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke’ye girip Kâbe’yi tavaf edemeyecek! Ama sen Kâbe’yi tavaf etmek istersen, edebilirsin.”
Hz. Osman ise onlara şöyle cevap vermişti:
“Ben Re­sû­lul­lah olmaksızın Kâbe’yi tavaf etmem!”
Kureyşliler, Hz. Os­man’ın bu sözünden çok rahatsız oldular ve bir müddet kendisini göz hapsinde tuttular.
Müşriklerin sözleri boşa çıkacak ve Re­sû­lul­lah çok kısa bir zaman sonra gele­rek Kâbe’yi tavaf edecekti.
Hz. Osman’ın göz hapsinde tutuluşu, Müslümanlara “şehit edildiği” şeklinde ulaştı. Bu­nun üzerine galeyana gelen Müslümanlar savaştan başka çare görmüyorlardı. Heyecan son safhasındaydı. İlahî vahiy “Re­sû­lul­lah’a biat yapılması” şeklinde tecelli etti. Bü­tün Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’a itaat edeceklerine, Al­lah ve Resûlü yolunda canlarını feda edinceye kadar savaşacaklarına söz verdi­ler. Re­sû­lul­lah bir eliyle kendisi için, diğer eliyle de Hz. Osman için biat alıyor­du. Bu biat, İslam tarihine “Rıdvan Biatı” olarak geçti.
Müşrikler bunu haber alınca endişeye kapıldılar ve Hz. Osman’ı serbest bı­raktılar. Bir müddet sonra Hz. Osman’ın çıkıp gelmesi Müslümanları çok sevin­dirdi. Kendisine, “Her hâlde Kâbeyi tavaf etmişsindir” dediler. Hz. Osman’ın cevabı ise şu idi:
“Allah’a yemin ederim ki, Mekke’de bir yıl kalsaydım ve Re­sû­lul­lah da Hu-dey­bi­ye’de bulunsaydı, o Kâbe’yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma tavaf et­mezdim.”[6]
Hz. Osman daha sonra yapılan Hayber Gazası’na, Mekke’nin Fethi’ne ve Hevazin Harbi’ne iştirak etti. Huneyn Gazası’nda, etten bir kale gibi Re­sû­lul­lah’ı ko­ruyan ve müdafaa edenler arasında Hz. Osman da (r.a.) vardı.
Hz. Osman, Tebük Gazvesi’nde 1000 dinar para, 50 at ve 100 adet deve yardı­mında bulundu. Peygamberimiz onun bu cömertliği karşısında:
“Bundan sonra yapacağı hataların hiçbirisi Osman’a zarar vermez.” buyurarak onu müjdele­di.[7]
Hz. Osman, zenginliğin şükrünü eda etmek için muhtaçlara bol bol ikramda bulunur, fakat kendisi gayet mütevazi yaşardı.
Medine’de kıtlık olduğu bir sırada Hz. Osman, Şam’dan 100 deve yükü buğ­day getirtmişti. Sahabe-i Kirâm, satın almak için yanına koştular. Ancak o:
“Siz­den daha iyi alıcım var. Sizden daha fazla kâr veren var.” dedi. Sahabiler bunu Hz. Ebû Bekir’e bildirip üzüldüklerini ifade ettiler. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman’ı herkesten iyi tanıdığı için onlara şöyle dedi:
“O, Re­sû­lul­lah’ın damadı olmakla şeref kazanmıştır. Cennette de onun arkada­şıdır. Siz onun sözünü yanlış anlamışsınızdır. Buyurun, beraber gidelim ve du­rumu kendisinden öğrenelim.”
Hz. Osman’ın yanına vardıklarında Hz. Ebû Bekir:
“Ey Osman, sahabiler sözlerine üzülmüşler. Ne dersin? Meselenin aslı nedir?”
Hz. Osman şöyle cevap verdi:
“Ey Re­sû­lul­lah’ın halifesi! Onlardan daha iyi alıcı olan biri, 1’e 700 veriyor. Biz de buğdayı 1’e 700 verene sattık.”
Hz. Osman bu sözleriyle, kervandaki malını Allah yolunda sadaka olarak verdiğini ifade ediyordu.
Nitekim az sonra 100 deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakir sahabilere karşılık­sız olarak dağıtıverdi. Hz. Ebû Bekir buna çok sevindi ve Hz. Os­man’ı alnından öptü.
Hz. Osman, bir defasında Re­sû­lul­lah’ın evinde yiyecek kalmadığını haber almıştı. Derhâl semiz bir koyun, bir miktar un ve yağ alarak Hz. Âişe’nin kal­dığı eve götürdü ve şöyle dedi:
“Ey müminlerin annesi! Re­sû­lul­lah’ın bunu diğer hanımları arasında pay­laştıra­ca­ğı­nı sanıyorum. Asla yapmasın. Çünkü ben onlara da bunların aynı­sını göndereceğim.”
Peygamberimiz (a.s.m.) eve gelip durumu öğrenince:
“Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş, gelecek, açık ve gizli bütün günahlarını bağışla!” diye dua etti.
Hz. Ali, Hz. Fatıma’yla evleneceği zaman, düğün masrafı yapmak için zır­hını satılı­ğa çıkartmıştı. Pazarda Hz. Osman’la karşılaştı. Hemen müjdeyi verdi. Sonra da me­hir parası için zırhını satmak istediğini söyledi. Osman (r.a.) 480 dirheme zırhı satın aldı, parasını ödedi. Sonra Hz. Ali’ye döndü ve şöyle dedi:
“Yâ Ali, Allah yolunda hizmet etmen için bu zırhı sana düğün hediyesi olarak veriyorum. Bu zırh ancak senin gibi bir İslam kahramanına layıktır.”
Hz. Osman’ın en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi. Hz. Osman, servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmezdi. Bir defasında Müslümanlar içecek su bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Rûme Kuyusu’nun suyundan başka tatlı su bulamıyorlardı. Bu kuyu ise bir Yahudi’ye aitti. Suyu Müslümanlara çok pahalı­ya satıyordu. Bu durum Peygamberimizi (a.s.m.) çok üzüyordu. Sahabilerle be­raber olduğu bir sırada:
“Rûme Kuyusu’nu kim satın alırsa, cennette de onun benzer bir kuyusu olacaktır.” buyurdu.
Hz. Osman da oradaydı. Hemen harekete geçti. Yahudi’yi buldu. Kuyuyu satın almak istediğini söyledi. Yahudi kuyunun tamamını satmaya yanaşmadı. Çok yüksek bir fiyata yarısını sattı. Hz. Osman sevinçle Peygamberimizin huzuruna çıktı. Kuyunun yarısını satın aldığını ve Müslümanlara vakfettiğini söyledi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.):
“Osman’ın hayrı ne güzel hayırdır!” buyurarak onu taltif etti. Hz. Osman bilahare kuyunun diğer yarısı­nı da satın alarak tasadduk etti.[8]
Hz. Ebû Bekir’in, halifeliği sırasında istişare ettiği ve görüşüne başvurduğu sahabi­lerin başında Hz. Osman gelirdi.
Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken, kendisinden sonra halife olacak zatın va­sıf­la­rı­nı Hz. Osman’a anlatıyordu. Hz. Osman da bunları kaydediyordu. Hz. Ebû Bekir, tarif ettiği zatın ismini anmadan bayılmıştı. Hz. Osman “vefat ettiği” zannıyla Hz. Ömer’in ismini yazdı.
Biraz sonra Hz. Ebû Bekir ayıldı, kimi yazdığını sordu. Hz. Osman, “Ruhunu teslim ettiğini sanmıştım. Tefrika çıkmasından korktuğum için Ömer bin Hattab’ı yazdım, ey müminlerin emîri!” dedi.
Hz. Ebû Bekir, onun bu hassasiyetine çok sevindi ve memnuniyetini şöyle di­le getirdi:
“İslam’a ve Müslümanlara yaptığın bu iyiliğinden dolayı Allah seni hayırla mükâfatlandırsın! Şayet kendini de yazmış olsaydın, yine isabetli hareket etmiş olurdun.”[9]
Hz. Osman, Hz. Ömer devrinde de bütün gücüyle ona destek olmuş ve önemli hizmetlerin tedvirinde görev almıştı. Vefatını müteakip Hz. Ömer’in tayin ettiği şûra meclisi, Hz. Osman’ı halife seçti.
Şûra şu zatlardan meydana geliyordu:
Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali (r.a.)…
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da bu heyette bulunuyordu. Hz. Ömer, vefatını müteakip bu şûranın, içlerinden birisi­ni üç gün içinde halife seçmesini vasiyet etmişti.
Hz. Ömer’in teçhiz ve tekfininden sonra, heyet durumu iki gün boyunca müzakere ettiği hâlde bir türlü karara varamadı. Üçüncü gün Abdurrahman bin Avf, altı adaydan üçünün adaylıktan çekilmesini, geri kalan üçü üzerinde tercih yapılmasını teklif etti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali’yi, Hz. Sa’d da Abdur­rahman bin Avf’ı, Hz. Talha ise Hz. Osman’ı aday gösterdi. Abdurrahman bin Avf (r.a.) adaylıktan feragat ettiğini açıkladı. Bunun üzerine seçim Hz. Osman ile Hz. Ali arasında kaldı.
Daha sonra Hz. Abdurrahman her ikisiyle görüşmeler yaptı. Bu arada, sokak­taki adama, evdeki kadına ve mektepteki çocuğa varıncaya kadar herkesin görüşünü aldı Çoğunluk Hz. Osman’ı tercih ediyordu.
Hz. Abdurrahman daha sonra halkı mescide davet etti. Halifeliğe Hz. Os­man’ı müna­­sip gördüğünü açıkladı ve ona biat etti. Hz. Abdurrahman’dan sonra Hz. Osman’a biat eden ikinci şahıs Hz. Ali oldu. Bunları diğer Müslümanlar ta­kip etti. Hepsi de biat et­­tiler. Hz. Osman böylece 644 tarihinde halife seçildi.[10]
Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yılı fetihlerle geçti. Bu zaman içinde Afri­ka’nın mühim bir kısmı fethedildi. İspanya’ya ilk Müslüman akınları başlatıldı. Kıbrıs fethedil­di. Ayrıca Hz. Ömer’in vefatını fırsat bilerek isyan eden Ermenis­tan ahalisi itaat altı­na alındı, Taberistan fethedildi. Bu yılın en mühim bir hadi­sesi, İslam donanmasıyla Bi­­zans donanmasının Akdeniz’de karşı karşıya gelme­si ve İslam donanmasının 500 par­­çalık Bizans donanmasını bozguna uğratmasıdır. Bu zafer, Müslümanlara Akdeniz’de rahat manevra yapma imkânını ka­zandırdı. Müslümanlar, Malta ve Girit adaları­na çıktılar. Bu arada bir grup Müs­lüman, Anadolu sahillerine çıkarken, diğer bir grup da İstanbul surlarına dayan­dı. Peygamber Efendimizin müjdesine layık olabilmek için gayret göstermiş­lerdi.
Yine bu zaman zarfında idarede eyalet sistemi kökleştirildi. İslam ülkesi mülki ve idari olmak üzere iki sisteme ayrıldı.
* * *
Hz. Osman’ın gerçekleştirdiği büyük ve tarihî hizmetlerinden birisi ve en mühimi, şüphesiz “Kur’ân-ı Kerim nüshalarının çoğaltılması” işidir. O sıralar Erme­nistan ve Azerbaycan fethine katılmış olan sahabiler arasında Kur’ân-ı Kerim’i okuma hususunda bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Çünkü Irak ordusunda bulunanlar İbni Mes’ud’dan, Şam ordusunda bulunanlar da Ubey bin Kâb’dan Kur’ân okumayı öğrenmişlerdi. Aradaki küçük farklılıklar sebebiyle Huzeyfetü’l-Yemanî, Hz. Osman’a gelmiş:
“Bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi ih­tilafa düşmeden önce onların imdadına yetiş!” demişti.
Bu müracaat üzerine Hz. Osman, hemen bir istişare meclisi topladı. Bu he­yet, yardımcılarıyla birlikte 12 kişiden müteşekkildi. İleri gelenleri Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Sâid bin Âs ve Abdurrahman bin Hâris (r.a.) idi. Heyet, Hz. Ömer’in evinde ve Hz. Hafsa’nın himayesinde olan Kur’ân nüshasını, Hz. Ebû Bekir zamanında toplatılan nüsha esas alınarak beş (veya yedi) nüs­ha olarak çoğalttı. Çoğaltılan bu nüshalar Kûfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bir nüsha da Medine’de bırakıldı. Bu nüshaya “imam” adı verildi.
* * *
Hz. Osman’ın halifeliğinin son dönemi fitne ve karışıklıklarla geçmiştir. Hz. Osman (r.a.) ve daha sonra Hz. Ali (r.a.) devrinde meydana gelen üzücü fitne ve fesat hadiselerinin sebep ve amilleri olarak İslam tarihçileri ittifakla aşağıdaki hususları zikrederler:
1- İki Cihan Serveri Re­sû­lul­lah’a yetişme bahtiyarlığına erişerek ondan feyiz ve nur alan bahtiyar Sahabe neslinin mühim bir kısmının vefat etmiş olması, ge­ride kalanların da yaşlanarak kendi köşelerine çekilmek durumunda kalması. Bu itibarla idareye tam layık kimseler bulunamıyor, mevcutların ihmalleri ve dirayetsizlikleri de zamanla karışık­lıklara sebebiyet verebiliyordu. Şüphesiz ki, Sahabe-i Kirâm’dan feyiz alan Tâbiîn nes­li de insanlık tarihinin mümtaz ne­sillerinden birisiydi. Ancak onların, adalet, dirayet ve hakkaniyette sahabiler kadar hassas olduklarını söylemek mümkün değildi.
2- Cahiliyet devrinde en önemli gurur ve iftihar sebebi olarak kabul edilen ka­vim ve kabile duyguları, İslam’ın ilk devirlerinde kutsi emirlere sadakatle uyul­masından dolayı yerini ulvi seciye ve duygulara terk etmişti. Ancak Peygambe­rimizin vefatından sonra kazanılmış olan fetih ve zaferlerde Kureyş kabilesi gençlerinin mühim payeler edinmiş olması, onların kabile gururlarını bir dere­ce uyandırmıştı. Kureyş kabilesine mensubiyet bir imtiyaz ve üstünlük vesilesi sayılmaya ve Müslümanlar arasında rahatsızlık meydana getirmeye başlamış­tı.
3- Fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir taraftan Kuzey Afrika’da Mer’akeş’e, diğer taraftan Asya ortalarına Kabil’e kadar dayanmıştı. Bu durum, aynı zamanda muhtelif din, dil, ırk ve kabilelere mensup milletlerin ya Müslüman olması veya Müslüman­ların hâkimiyeti altına girmesi demekti. Bu millet­lerden bazılarının, bilhassa İranlıların milli gururları fazlaca incinmiş olduğun­dan, merkezî İslam otoritesine karşı yavaş yavaş bir başkaldırma ve muhalefet hareketi baş göstermişti.
4- Hz. Osman’ın (r.a.) yaradılıştan yumuşak huylu, halim selim oluşu, insanları cezalandırmaktan ziyade affı tercih etmesi, bazılarının bunu istismar etmesi­ni netice vermiş ve bu da suiistimallere ve idarenin zaafa uğramasına sebebiyet vermişti. Zaafa uğrayan bir idarede ise, maksatlı kimseler fitne ve fesat hareket­lerine rahatlıkla devam edebilmişlerdir.
5- Hz. Osman (r.a.), Müslüman olmadan önce de gayet zengin, iyiliksever ve cömertti. Akrabasına düşkündü; onlara daima iyilik yapar, korur gözetirdi. Müslüman olduktan sonra ise bu duyguları ve iyilikseverliği daha da inkişaf et­miş ve akrabasını çok­ça gözetir olmuştu. Onun kendi malından ve kesesinden yaptığı yardımlar hazineden imiş gibi gösterilerek aleyhinde propagandalar yapılmış ve bu şekilde fitne ve fesat körüklenmiştir.
6- Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) zamanlarında idareciler gayet dirayetli ve oto­riter, zemin ise fitne ve fesat hareketlerinden uzaktı. Hz. Osman (r.a.) ise şartların hassasiyeti do­layısıyla kimseye itimat edemez olmuş ve mühim idarecilikle­re, her zaman iyilikleriy­le kendisine bağlamış olduğu akrabasını getirmeyi tercih etmişti. O böyle hareket et­mekle otoriteyi sağlamaya çalışıyordu. Şüphe­siz ki bu idareciler de gayet liyakatli ve dü­rüst kimselerdi. Ancak bu durum, mu­halifler tarafından, “akrabanın kayırılması” ve “mühim idareciliklere akrabanın getirilmesi” şeklinde propaganda edilmiştir.
7- Fetihlerle birlikte Arap toplumu değişik milletlerle münasebetler içine gir­miş, bu şekilde kurulan evliliklerle ya yeni Müslüman veya henüz Hıristiyan ve Yahudi ailelerinden meydana gelen çocuklar ahlakta ve dinde zayıf yetişmiş­tir.. Bu da fitne ve fesat için müsait bir zemin teşkil etmiştir.
Bütün bu sebeplere, Yahudi asıllı Abdullah ibni Sebe’nin de gayretleri ekle­nince, önü alınamaz bir fitne ateşi ortaya çıkmıştı.
Nihayet Hicret’in 35., Hz. Osman’ın hilafetinin de 12. yılında Kûfe, Basra ve Mısır gibi bölgelerden gelen bozguncular, Hz. Osman’ın evini muha­sara altına aldılar. Başta Hz. Ali olmak üzere ileri gelen sahabiler muhasarayı kaldırmak için gayret gösterdiyse de, buna bir türlü muvaffak olamadılar. Ka­der hükmünü yerine getirecekti. Bozguncular bu edep ve hayâ abidesi, masum ve mazlum halifeyi şehit etmeye kararlıydılar. Hz. Osman, gözü dönmüş cani­lere son defa hitap ederek şöyle dedi:
“Beni niçin öldürmek istiyorsunuz?! Hâlbuki ben, Re­sû­lul­lah’ın şöyle buyur­duğunu işitmişim: ‘Şu üç hâlin dışında Müslüman’ı öldürmek haramdır: Evliy­ken zina eden, kasten adam öldüren, Müslüman olduktan sonra dinden dönen…’ Allah’a yemin ederim ki, ben ne Cahiliye döneminde, ne de Müslüman olduk­tan sonra zina etmedim. Hiç kimseyi öldürmedim. Müslüman olduktan sonra da bu dinden asla ayrılmadım... O hâlde beni neye dayanarak öldürmek istiyorsu­nuz?!”[11]
Fakat fitne ağları örülmüş, tahrikler yatıştırılamayacak noktaya varmıştı. Hz. Ali (r.a.), iki oğlunu, Hasan ve Hüseyin’i halifeye nöbetçi bırakmıştı. Abdullah bin Ömer ve bazı sahabiler de aynı şekilde halifeyi bekliyorlardı. Bu arada bozgun­culara karşı koyacak kuvvet vardı. Abdullah bin Zübeyr, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre (r.a.) ve diğer sahabiler, Allah’ın dinine yardım etmeye hazır oldukla­rını, halife izin verirse bozguncularla savaşmak istediklerini söylediler. Fakat Hz. Osman, Müslüman kanı akmasını asla istemiyordu. Bu istekleri hep geri çe­viriyordu:
“Ben hiçbir zaman ‘Müslüman kanı döken bir halife’ olarak anılmak istemem. Tek bir kişinin kanının dökülmesinden bile Allah’a sığınırım! Ben savaşsam on­lara galip geleceğimi gayet iyi biliyorum. Fakat ben onları da, onları aleyhimde kışkırtanları da Allah’a havale ediyorum…”[12]
Edep, hayâ ve fazilet timsali, İslam’ın üçüncü halifesi, şehadetinden bir gün önce rüyasında, Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i gördü. Peygamberimiz kendisine hitaben:
“Biz oruçluyuz, seni de iftara bekliyoruz.” buyurmuştu. Hz. Osman uyandıktan sonra o gece hemen oruca ni­yet etti.
Sevinçliydi. Çünkü artık Allah ve Resûl’üne kavuşma günü gelmişti. O gün cuma idi. Kur’ân okumaya başladı. Bozgunculardan birkaçı tam bu sırada fırsat bulup içeri daldılar ve Hz. Osman’ı şehit ettiler. Hz. Osman’dan akan kanlar, okuduğu Kur’ân’ın üzerine damladı. Böylece, Peygamber Efendimizin istikbale ait bir mucizesi daha gerçekleşmiş oluyordu. Çünkü onun “haksız yere şehit edi­leceği”ni haber vermişti.
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle alakalı olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Neden Sahabiler veli oldukları hâlde bu fitneleri keşfedip, çıkaranlara karşı tedbir almadılar?” şeklindeki suale verdiği cevap, aynı zamanda bu cinayetin se­beplerine de ışık tutmaktadır: “O hadisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudi’den ibaret değil­dir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın… Çünkü pek çok milletlerin İslamiyet’e gir­meleriyle birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahu­sus bazıların gurur-u millileri Hz. Ömer’in darbeleriyle dehşetli yaralandığın­dan, seciyyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İnti­kamını bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslamiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler, denilmiş. Demek o hadisatın önünü almak o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”[13]
* * *
Hz. Osman, Re­sû­lul­lah’tan 146 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”inde yer alanlarından bazıları şunlardır:
“Kabir, ahiret yurtlarının ilkidir. Bir kimse eğer orada kurtuluşa ererse ondan sonrası daha kolaylaşır. Eğer orada kurtuluşa eremezse, ondan sonrası daha da zorlaşır.”
“Bir Müslüman, yolculuk veya başka bir maksatla evden çıkar ve ‘Allah’a iman ettim. Allah’a dayandım. Allah’a tevekkül ettim. Allah’ın güç ve kuvveti dışında hiçbir güç ve kudret yoktur.’ diye dua ederse, evden bu şekilde ayrılışı iyiliklere kavuşmasına vesile olduğu gibi, kötülüklerden de uzaklaşmasına se­bep olur.”
“Lâilâhe illallah gerçeğini bilerek ve ona inanarak ölen kimse cennete gi­der.”
“Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılan kimse, bütün geceyi ibadetle geçir­miş olur.”
“Kim güzel bir şekilde abdest alır, mescide girer ve namazını kılarsa, diğer namaz vaktine kadar arada geçen günahlarını Allah affeder.”[14]

____________________________________
[1]Tabakât, 3: 55; İnsânü’l-Uyûn, 1: 446; İstiâb, 4: 221
[2]age.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 378.
[6]Sîre, 3: 330; Zâdü’l-Mead, 3: 290-291.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 19; Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 97.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 14.
[10]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[11]Asr-ı Saadet, 1: 293-294
[12]Tirmizî, Menâkıb: 19; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 28.
[13]Mektûbât, s. 48.
[14]Müsned, 1: 57-75.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget