Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Suffe Medresesi’nin talebelerinden bir kısmı evlendikten sonra da bu nur mekte­bine devam ediyordu. Bunlardan biri de Abdullah bin Üneys el-Cühenî’ydi. Re­sû­lul­lah’a canını feda edercesine bağlıydı. Bedir ve Uhud Muharebeleri’nde İslam düşmanlarına göz açtırmayan Abdullah bin Üneys, Medine’ye biraz uzakta, çölde yaşayan bir bedeviydi.[1]Re­sû­lul­lah’tan aldığı hakikat dersi sayesinde in­sanlara doğruyu, güzeli gösteren bir üstad derecesine yükseldi. Yolun uzaklığı onu korkutmuyordu. Sıkıntılara aldırmadan Suffe Medresesi’ne gelir, ilim tahsil eder, ibadet ve taatle meşgul olurdu. Çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen, bun­lar Re­sû­lul­lah’ı görmesine ve İslamiyet’i öğrenip yaymasına engel olamıyor­du.
O, Benî Seleme kabilesi arasında İslamiyet’i yayıyordu. Tevhid inancını bütün kalplere hâkim kılmak için canla başla çalışıyordu. Benî Seleme putlarını kıranlar arasında o da vardı.[2]Her Sahabe gibi o da putçuluğa şiddetle düşmandı, nefret ediyordu.
Onun İslam düşmanlarına karşı bir de seriyyesi vardı. “Süfyân bin Hâlid’in Re­sû­lul­lah’a karşı halkı kışkırttığı” haberi ulaşınca, Efendimiz, Abdullah bin Üneys’i gereken cevabı vermekle vazifelendirdi. Fakat Abdullah onu tanımı­yordu. Re­sû­lul­lah’tan, hususiyetlerini tarif etmesini istedi. Re­sû­lul­lah şöyle bu­yurdu:
“Onu gördüğün zaman korkacaksın, biraz çekineceksin, şeytanı hatırlaya­caksın...”
Abdullah, Resûl-i Ekrem’e, “Ben insanlardan korkmam, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. Daha sonra Re­sû­lul­lah’tan izin aldı ve kılıcını kuşanarak yola çıktı. Urne Vadisi’ne vardığında, aradığı adamı, peşinde kalabalık bir toplulukla yürürken gördü. Dikkat etti. Re­sû­lul­lah’ın tarif ettiği adamdı. Hadisenin devamını kendisi şöyle anlatır:
Onunla karşılaşınca biraz korktum! Harbe hazırlanır gibi oldum. “Re­sû­lul­lah gerçekten doğru söyledi!” dedim. Beni görünce “Kimsiniz?” dedi. Ben de “Huzaa’dan biri.” dedim. “Senin Muhammed’e karşı adam topladığını duydum. Se­ninle birlikte hareket etmek için geldim.” deyince bu sözlerimden çok memnun oldu. “Evet, ben Muhammed’e karşı kuvvet hazırlıyorum.” dedi. Onunla yola devam ettik. Konuşmaya başladık. Sohbeti iyice koyulaştırdık. Konuşmalarım­dan çok hoşlanıyordu. Benden artık hiç şüphe etmez olmuştu. Evinin yanına ka­dar vardık. Arkadaşları teker teker ayrıldılar. Çevre oldukça sakinleşti. Herkes uykuya dalmıştı. Bir fırsatı yakalayarak kılıcı çektim, onu öldürdüm! Başını ya­nıma alarak dağdaki bir mağaraya girdim. Örümcekler bana yardım edercesine mağaranın kapısını sardılar. Sonradan hadise duyuldu. Benim yaptığımı anladı­lar, peşime düştüler. Defalarca mağara kapısına geldikleri hâlde beni bulamadı­lar. Sonra geri döndüler. Ümitlerini kesmişlerdi. Bir gece çıktım. Yola devam ettim. Gündüzleri saklanarak dinleniyor, geceleri yürüyordum. Nihayet Medi­ne’ye vardım. Re­sû­lul­lah’a gittim. Beni görünce, “Gözün aydın!” dedi. Ben, “Asıl sizin gözünüz ay­dın, yâ Re­sû­lal­lah!” dedim. Adamın kellesini Re­sû­lul­lah’ın önüne koydum. Hadiseyi ol­duğu gibi anlattım. Re­sû­lul­lah bana, âsasını verdi. “Bunu cennette eline alıp gezeceksin.”[3]buyurdu. Bu sözler Abdullah için bir cennet müjdesiydi.
Hz. Abdullah bu âsanın, kefeninin içine konulmasını vasiyet etti. Ölünce de vasiyetini yerine getirdiler.
Abdullah bin Üneys böylece, Kâinatın Efendisi’ni öldürmek isteyen bir din düşmanını öldürdü. Onun Re­sû­lul­lah’ın aleyhinde çevirdiği hile ve desiselerini aleyhine döndürdü. Abdullah bu hadisede 18 gün evinden uzak kalmıştı.
Abdullah bin Üneys, ömrünün sonlarına doğru zayıf düşmüştü. Medine’den biraz uzakta yaşıyordu. Her zaman camiye gelemiyordu. Re­sû­lul­lah’tan Kadir Gecesi’nin Ramazan’ın hangi gecesine rastladığını öğrenmek istiyordu. O gün ne olursa olsun mutlaka camiye gelmeyi arzu ediyordu. Re­sû­lul­lah ona, Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın 23. gecesinde aramasını söyledi. Ravi, Abdul­lah bin Üneys’in oğluna, babasının o gün camiye geldiğinde neler yaptığını sor­duğunda, oğlu şöyle cevap veriyordu:
“Babam ikindiyi kılmak üzere mescide gelir, sabah namazını kılıncaya kadar da hiçbir ihtiyaç için dışarı çıkmazdı. Sabah namazını kılınca bineğini caminin kapısında hazır bulur, biner ve çöldeki evine giderdi.”[4]
Hz. Abdullah’ın hangi tarihte vefat ettiği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı rivayetler Hicrî 54, bazıları Hicrî 74, diğer bir kısım rivayetler de Hicrî 80 tarihi­ni göstermektedir. Uzun ve bereketli ömrünü böylece sonuna kadar İslam’ın ya­yılması ve gelişmesi için harcayan Hz. Abdullah bin Üneys’ten Allah razı olsun!

______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 119-120.
[2]age.
[3]Tabakât, 2: 50-51.
[4]Ebû Dâvud, Salât: 319.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslam’ın ilk yıllarında iman saadetine eren, Peygamberimizin müezzinlerinden olan, Medine’ye ilk hicret eden Muhacirler arasına giren ve 13 defa gaza ve seferler sırasında Peygamberimiz tarafından Medine’de vekil bırakılarak Müs­lümanlara namaz kıldıran Hz. Abdullah (r.a.), göz nimetinden mahrumdu, fa­kat kalbi ve basireti nurlu bahtiyarlandandı.
İbni Ümmü Mektûm’un asıl ismi “Amr”dır, fakat Medineliler “Abdullah” diyor­lardı. Babası Kays bin Zâide, annesi Âtike bint-i Abdullah idi. Kendisi de anne­sine nispetle “Ümmü Mektûm’un oğlu” manasında “İbni Ümmü Mektûm” ismiyle meşhur olmuştur. Hz. Hatice validemizin de dayısının oğluydu.[1]
İbni Ümmü Mektûm Hazretleri’nin gözlerini ne zaman kaybettiği hususunu şu mukaddes sohbetten öğrenmekteyiz:
Hz. Enes’in (r.a.) anlattığına göre, bir defasında Hz. Cebrail, Peygamberimizin huzuruna geldiğinde İbni Ümmü Mektûm da orada bulunuyordu. Cebrail “Gözünü ne zaman kaybettin?” diye sorun­ca, “Çocukken.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Cebrail kendisine şu müjdeyi verdi:
“Allah Tealâ buyuruyor ki: ‘Ben bir kulumun gözünü aldığım zaman ona cenneti mükâfat olarak veririm.’”
Bu hadiseyle de, İbni Ümmü Mektûm dünyadayken cennet müjdesini almış oluyordu.[2]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin sohbe­tinde bulunmak için sık sık huzuruna gelirdi. Peygamberimizden Kur’ân âyetle­rini ezberledi. Bir defasında Peygamberimiz, Utbe bin Şeybe, Ümeyye bin Ha­lef ve Ebû Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleriyle, “Belki içlerinden birkaçı imana gelir de İslam’ın gücü artar, onlara bakarak birçok insan da Müslüman olur.” düşüncesiyle tebliğ vazifesini yapıyordu. Bu esnada İbni Ümmü Mektûm meclise gelerek Peygamberimize hitaben, “Yâ Re­sû­lal­lah, bana Kur’ân okut. Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret.” dedi.
Peygamberimiz onların üzerinde fazla durduğundan, İbni Ümmü Mektûm’la ilgilenemedi. İbni Ümmü Mektûm, Peygamberimizden cevap alamayınca, ar­zusunu birkaç defa tekrar etti. Peygamberimiz ona aldırmayıp yüzünü buruştu­rup döndü, sözünün kesilmesini istemedi, onlarla konuşmaya devam etti. Orada bulunanların, “Bu dine hep zayıflar, fakirler, köleler ve âmâlar giriyor.” diye alaylı bir şekilde gülmelerine yol açmamaları için İbni Ümmü Mektûm’u cevap­sız bıraktı. Fakat çok sürmedi, tam sözünü bitirip kalkacağı sırada İlahî ikaz gel­di:[3]
“Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü! Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı… Yahut o öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda vere­cekti... Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mesul değilsin. Sana koşarak ge­len ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur’ân bir öğüttür.”[4]
Bu hadiseden sonra Peygamberimiz, İbni Ümmü Mektûm’a iltifat ve ikramda bulundu. Ne zaman onu görse, “Ey Rabb’imin beni ikazına sebep olan kardeşim, merhaba!” diye latife yapardı. Bazen de hırkasını serer, oturtur, hâlini hatırını sorardı. Artık ona ailesinin bir ferdi gibi muamele ediyordu.[5]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Medine’ye ilk hicret edenler arasındaydı. Medine’ye önce vardıklarından halka Kur’ân dersi veriyordu. Peygamberimiz, Medine’ye yerleştikten ve Mescid-i Şerif’i yaptıktan sonra ona en büyük şeref sayılan müezzinlik vazifesini verdi.
Peygamberimizin Medine’de üç müezzini vardı: Bilâl, Ebû Mahzûre ve İbni Ümmü Mektûm (r.a.)… Hz. Bilâl olmadığı zaman Ebû Mahzûre, o da bulunmadı­ğı zaman İbni Ümmü Mektûm ezan okurdu. İbni Ümmü Mektûm, Ramazan’da ezan okuyor, sahurun bittiğini insanlara bildiriyordu. Bunun için Peygamberi­miz, “Bilâl ezanı gece okuyor. İbni Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yi­yip içiniz.” buyuruyordu.[6]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, evinin mescide uzak olmasına ve âmâ olmasına rağmen bütün namazlarda mescide gelir, cemaatle namaz kılardı. Peygamberi­mizin, namazını evinde kılabileceğine dair izin vermesine rağmen, müezzinlik­ten geri kalmamak için cemaati terk edemeyeceğini söylerdi.
Çok zaman Hz. Ömer ona rehberlik eder, gidip gelirken yardımcı olurdu.
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Kur’ân hafızıydı. Peygamberimizden duyduğu bir­çok hadis-i şerifi de ezberlemişti. Son derece takva sahibi bir zattı.
Hicret’ten sonra cihat başlayınca eli silah tutan bütün müminler savaşa katıl­dı. Savaşa katılanları öven “Müminlerden oturanlarla cihat edenler müsavi ol­mazlar.” mealindeki Nisâ Sûresi’nin 95. âyet-i kerimesi nazil olduğunda Pey­gamberimiz, Hz. Zeyd bin Sâbit’e kalem ve kâğıt getirmesini söyleyerek âyeti yazmasını söyledi. Bu sırada Hz. İbni Ümmü Mektûm orada hazır bulundu. Peygamberimize, “Ey Allah’ın Resûl’ü, cihada gücüm yetseydi ben de gider­dim, fakat âmâyım!” dedi. Sonrasını Hz. Zeyd bin Sâbit şöyle anlatıyor:
“Bunun üzerine Allah, Peygamberimize vahiy gönderdi. Bu sırada Re­sû­lul­lah’ın uy­luğu benim uyluğumun üzerinde bulunuyordu. Vahyin ağırlığı bana o kadar çöktü ki, di­zimin ufalanıp dağılmasından korktum! Sonra Re­sû­lul­lah’tan vahyin izleri sıyrıldı. Allah ‘özür sahibi olanlar müstesna’ cümlesini gönder­di.”[7]
Bu âyet-i kerimeyle, mazereti ve özrü olanlara cihadın farz olmadığı bildirili­yordu. Fakat bu İlahî ruhsat varken, Hz. İbni Ümmü Mektûm bazı savaşlara ka­tılır, bağırıp çağırmakla düşmana korku salardı. Fakat Peygamberimiz birçok gaza ve seferde Hz. İbni Ümmü Mektûm’u Medine’de vekil bırakarak imam­lığı ona veriyordu.
Hz. Ömer devrinde meydana gelen Kadisiye Savaşı’na Hz. İbni Ümmü Mektûm da katılmıştı. Sırtında bir zırh, elinde de siyah bir sancak bulunuyordu. Bir köşeye çekilmiş, mücahitlere şevk veriyor, cesaretlerini artırıyordu. Gür sesiy­le de düşmanı ürkütüyordu. Savaş bittiğinde şehitler arasında Hz. İbni Ümmü Mektûm da vardı.[8]
Allah ondan razı olsun!

___________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 206.
[2]Tabakât, 4: 206.
[3]age., 4: 208.
[4]Abese Sûresi, 1: 10.
[5]Tecrid Tercemesi, 2: 580.
[6]Buhârî, Ezan: 10.
[7]Umdetü’l-Karî, 18: 185.
[8]İsâbe, 2: 523.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Abdullah, İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. Müşriklerin dayanıl­maz işkencelerine maruz kaldı. Peygamberimizin müsaadesi üzerine Habeşis­tan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Rahattı. Kimse ibadetine engel olmu­yordu. Fakat bütün Muhacirler gibi o da Re­sû­lul­lah’tan ayrı kalmanın ıstırabını yaşıyordu. Daha fazla dayanamadı. Her türlü çile ve işkenceyi göze alarak Mek­ke’ye döndü.
O sıralar müşrik olan babası Süheyl, oğlunun Müslüman olmasına, hele hele hicret etmesine çok içerlemiş ve kızmıştı. Oğlunun geri dönmesine çok sevindi. İşte artık eline fırsat geçmişti. Hz. Abdullah’a gereken cezayı verecek, aklı sıra onu dininden döndürecekti. Hemen harekete geçti. Önce şiddetli bir şekilde dövdü, sonra da direğe bağladı. İşkenceyi o derece artırdı ki, sonunda Hz. Ab­dullah kalben inandığı hâlde müşrik görünmek mecburiyetinde kaldı. Böylece babasının zulmünden kurtuldu.
Süheyl oğlunu çözdü. Birçok ikramda bulundu. Onun putlara tekrar dönme­sine çok sevinmişti. Günler böylece geçti. Müşrikler Bedir Savaşı için ordu ha­zırladılar. Süheyl kendisi bu orduya katıldığı gibi, oğlunu da yanına aldı. Artık onun Müslüman olabileceğine ihtimal vermiyordu. Hâlbuki Hz. Abdullah za­ten Müslüman’dı. Dininden dönmemiş, müşrik olduğunu sadece diliyle söyle­mişti. Kalben kuvvetli bir imana sahipti.
Hz. Abdullah o günden beri Peygamberimize kavuşmak için fırsat kollamış, fakat bir türlü bu fırsata kavuşamamıştı. Bunun kendisi için iyi bir imkân olaca­ğını düşündü. Bir yandan da Cenâb-ı Hakk’a duada bulundu, O’ndan yardım iste­di.
İki ordu Bedir’de karşılaştılar. Hz. Abdullah bedenen müşriklerin arasında bulunsa da, ruhen Müslümanların yanındaydı. İç dünyasında Re­sû­lul­lah’a kavuşmanın, müşriklere karşı kılıç kullanmanın hesaplarını yapıyordu. Müşrikler sayıca çok fazlaydı. Bir an önce Müslümanların safına geçmek gerektiğini düşündü. Nihayet bir fırsatını buldu. Âni bir hamle yaparak mücahitlere iltihak et­ti. Artık aylardır kurduğu hayaller gerçekleşmişti. Ölse de gam değildi.
Babası, oğlunu Müslümanların safında görünce çok kızdı, ağır laflar söyle­di. Fakat Abdullah’ın (r.a.) bunlara aldıracak vakti yoktu. Babasına, “Cenâb-ı Hak bunu benim için hayırlı kıldı.” cevabını verdi. Sonra da bütün kiniyle müş­riklere saldırdı. Zaten hep bu ânı beklemişti. Bu savaşta çok büyük kahraman­lıklar gösterdi. Peygamberimizin takdirini kazandı. O sıralar 27 yaşında bulu­nuyordu.
Hz. Abdullah, Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıldı. Umre Sefe­ri’nde bulundu. Bu arada kendisini derinden üzen bir hadiseyle karşılaştı: Müş­rikler, Peygamberimizi Mekke’ye sokmak istemiyorlardı. Fakat barış tarafta­rıydılar. Bunun için Süheyl bin Amr’ı görevlendirdiler. Süheyl, anlaşmanın ba­şına Besmele yazılmasına ve Peygamberimizden “Allah’ın Resûl’ü” olarak bahsedilmesine itiraz etti. “Biz senin Re­sû­lul­lah olduğuna iman etseydik zaten senin­le savaşmazdık!” dedi. Peygamberimiz bu anlaşmada Süheyl’in bütün şartlarını kabul etti. Müslümanlardan bazılarını da buna şahit gösterdi. Şahitlerden birisi de Abdullah’tı.
Babasının Re­sû­lul­lah’a karşı bu saygısız davranışı, Hz. Abdullah’ı çok üzdü. Mahcubiyetinden başını yere eğdi.
Fakat biraz sonra Hz. Abdullah’ı bundan kat kat fazla mahzun eden bir hadise daha yaşandı: Hz. Abdullah’ın kardeşi Ebû Cendel, Müslüman olduğu için müş­rikler tarafın­dan zincire vurulmuştu. Fakat bir fırsatını bulup kaçmış ve Pey­gamberimize sığınmıştı. Süheyl bin Amr birdenbire oğlunu karşısında görünce şaşırdı. Ebû Cendel’in boynundan tuttu. Elindeki dikenli, budaklı ağaç parçası­nı yüzüne çarptı. “Ey Muhammed! Anlaşmamız üzere bana geri çevireceğin in­sanların ilki budur.” dedi. Peygamberimiz önceleri bu teklifi kabul etmek iste­medi. Fakat Süheyl “Anlaşmayı imzalamam!” diye diretince mecbur kaldı. Ebû Cendel’i (r.a.) babasına teslim etti. Bu arada Ebû Cen­del’e (r.a.), “Biraz daha sabret. Allah’tan bunun mükâfatını dile. Şüphesiz Allah se­nin için bir genişlik yaratır.” buyurdu. Ebû Cendel, Re­sû­lul­lah’ın isteğine teslimiyetle razı oldu. Her türlü zorluğu göze alarak babasıyla birlikte Mekke’ye geri döndü. Bu hadise orada bulunan bütün sahabileri derinden üzmüştü. Fakat Hz. Abdullah’ı daha da çok üzmüş, hicrana boğmuştu. Ancak sabredecekti. Cenâb-ı Hakk’ın bir se­bep yaratacağına inanıyordu.
Hz. Abdullah, Mekke’nin Fethi’nde de bulundu. Düşmanlıkta aşırı giden bazı müşrikler gibi, babası Süheyl de yakalandığında öldürülecek olan müşrikler ara­sındaydı. Peygamberimizden, babasını affetmesi ricasında bulundu. Re­sû­lul­lah da (a.s.m.), Hz. Abdullah’ın ve kardeşi Ebû Cendel’in (r.a.) hatırına Süheyl’i af­fetti. Hz. Abdullah buna çok sevindi. Hemen koştu, babasını gizlendiği yerde buldu ve müjdeyi verdi. Süheyl bin Amr, Müslümanlara yaptığı bunca düşman­lıktan sonra affedileceğine katiyen ihtimal vermiyordu. Peygamberimizin bu âlicenaplılığı karşısında kelim-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra canla başla İslamiyet için çalışmaya başladı. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. (Süheyl bin Amr maddesine de bakınız.)
Hz. Abdullah, Peygamberimizin vefatından hemen sonra meydana gelen dinden dönme hareketlerini bastırmada büyük gayretler gösterdi. Kahramanca cihat etti. Neticede şehadete erme saadetini kazandı. O sırada 38 yaşında bulu­nuyordu.
Hz. Ebû Bekir hac esnasında Hz. Abdullah’ın babası Süheyl bin Amr’a taziyetlerini bildirdi. Başsağlığı diledi. Yıllar önce Müslüman oldukları için çocuk­larına her türlü işkenceyi reva gören Hz. Süheyl, “Keşke ben de şehit olsaydım!” temennisinde bulundu. Sonra da şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah’tan bana, şehidin, ailesinden 70 kişiye şefaat edeceği haberi ulaştı. Ben oğ­lumun, benden önce kimseye şefaat etmeyeceğini umuyorum.”[1]

_________________________________
[1]Tabakât, 3: 406; Üsdü’l-Gàbe, 3: 180-181; Sîre, 3: 331.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget