Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hicret’ten önceydi... Peygamberimiz, İslamiyet’i yayması ve oradaki Müslüman­lara öğretmesi için sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye gönder­mişti. Hz. Mus’ab iyi konuşan, meselesini insanları kırmadan rahatça anlatabi­len bir kabiliyete sahipti. Zaten Re­sû­lul­lah onu bunun için böyle mühim bir va­zifeye göndermişti. Gerçekten de Hz. Mus’ab bu vazifeyi en güzel şekilde ifa et­ti. Peygamberliğin 13. yılında 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişiyle Akabe’ye geldi. Peygamberimizle buluştu.
İşte Peygamberimize biat etmek üzere gelen bu 75 kişiden biri de Abbas bin Ubâde idi (r.a.). Hz. Abbas’ın çok tesirli hitabeti vardı. Burada çok güzel bir ko­nuşma yaptı:
“Siz Re­sû­lul­lah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vere­ceksiniz. Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz. Eğer bir tehlikeyle karşılaştığınızda Re­sû­lul­lah’ı düşman eline bırakacaksanız şimdiden bu işten vazgeçiniz. Söz verip de bunu yerine getirmeyecek olursanız, vallahi, bu hem dünyada hem de ahirette yüz karasıdır! Eğer her türlü tehlikeye karşı onu koruyacaksanız, bu, dünyada da ahirette de hayırlıdır.”
Bu konuşma üzerine Akabe Biatı’na gelenler hep bir ağızdan:
“Onu korumak uğrunda her türlü tehlikeye razıyız!” diye bağırdılar. Sonra da teker teker Re­sû­lul­lah’a biat ettiler. Bu durum Re­sû­lul­lah’ı çok memnun etti.
Akabe’de biat işi devam ederken müşrikler bunu haber aldılar. Peygamberi­miz, Medineli Müslümanlara:
“Hemen konak yerlerinize dönünüz.” buyurdu. Hz. Abbas bin Ubâde bütün samimiyetiyle:
“Yâ Re­sû­lal­lah, Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer arzu ederseniz yarın sabah Mina’daki halka hücum eder, onları kılıçtan geçiririz!” diye bir teklifte bulundu. Fakat Peygam­berimiz (a.s.m.):
“Henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.” buyurarak buna müsaade etmedi.
Hz. Abbas, Akabe Biatı’ndan sonra Mekke’ye yerleşti. Peygamberimize yakın olmak istiyordu. Oysa o sırada müşrikler, Müslümanlara karşı giriştikleri işken­ce ve tazyi­ki artırmışlardı. Fakat Hz. Abbas’ın Re­sû­lul­lah ile beraber olmak uğ­runa göze alama­ya­cağı tehlike yoktu. Nitekim Mekke’de bulunduğu müddetçe birçok sıkıntıyla karşılaş­tı. Hicret emri çıkınca da Medine’ye hicret etti. Böy­lece hem Muhacir, hem de Ensar olma şerefini kazandı. Müslümanlar arasında “Ensar’ın muhaciri” diye isimlendirilirdi. Peygamberimiz onunla Muhacirîn ileri gelenlerinden Osman bin Ma’zun (r.a.) arasında kardeşlik tahsis etti.
Abbas (r.a.) mazereti dolayısıyla Bedir Savaşı’na katılamadı. Fakat bunun ıstırabını yaşadı. Peygamberimizin Uhud Savaşı için hazırladığı orduya ilk işti­rak edenlerdendi. Okçuların Re­sû­lul­lah’ın emrine muhalefet etmeleri sebebiyle bozguna uğrandığı bir sırada sebat edenlerden birisi de Hz. Abbas’tı. Abbas (r.a.) bir yandan düşmana kılıç sallıyor, bir yandan da:
“Ey Müslümanlar toplu­luğu! Sizin uğradığınız bu musibet, Peygamberinize isyanınızın neticesidir. O si­ze, sabır ve sebat ederseniz yardıma nail olacağınızı vaat etmişti. Eğer biz Re­sû­lul­lah’ı koruyanların arasında bulunmaz da ona bir zarar gelecek olursa, artık Rabb’imiz katında ileri sürebileceğimiz hiçbir mazeret yoktur.” diye bağırıyor­du.
Hz. Abbas, konuşmasını tamamladıktan sonra kılıncının kınını kırdı. Zırhı­nı ve miğferini çıkardı. Ve müşriklerin arasında kaldı. Birçok yara almasına rağmen müşrikler Re­sû­lul­lah’a bir zarar verirler endişesiyle ayakta durmaya, düşmana kılıç sallamaya çalışıyordu. Nihayet kuvveti tükendi. Son nefesine ka­dar Re­sû­lul­lah’ı korumanın saadeti içerisinde şehadet mertebesine erdi. Allah ondan razı olsun![1]

[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 108-10; Sîre, 2: 90; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 3: 154.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslamiyet’ten önce de Kâbe’ye hizmet kutsi bir vazife kabul edilirdi. Bu mukad­des vazifeyi Kureyş’in asil ailelerinden olan Hz. Abbas’ın ailesi yerine getirirdi. Kâbe’yi tamir eder, ziyaret edenlere su dağıtırlardı. Kâbe’ye hizmet, bu ailenin bir geleneğiydi.
Hz. Abbas henüz çocuktu. Bir gün kayboldu. Annesi her tarafı aradı, fakat bir türlü onu bulamadı. “Eğer Abbas’ımı bulursam, Kâbe’yi ipek kumaşla süsleye­ceğim!” diye adakta bulundu. Sonunda Abbas çıkageldi. Annesi de sözünü yeri­ne getirdi. Böylece Kâbe, ipek kumaşla tarihte ilk defa Hz. Abbas’ın annesi ta­rafından örtülmüş oldu. Ailesinin bu güzel âdetine sahip çıkan Hz. Abbas, Kâbe’de kimsenin kötü söz söylemesine müsaade etmezdi.
Hz. Abbas, Müslüman olmadan önce de yeğeni Re­sû­lul­lah’ı severdi. Onu Mekke müşriklerine karşı korurdu. Peygamber Efendimiz bazı mühim kararlar aldığında önce onunla istişare ederdi. Mekke müşrikleri Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) çok rahatsız ettiklerinde Medineliler kendi beldelerine davet ettiler. Meşhur Akabe Biatı’nda Hz. Abbas da bulunarak, onlardan, Re­sû­lul­lah’ın korunması için canlarıyla mallarıyla çalışmalarını iste­di. Medinelilere hitaben şöyle konuş­tu:
“Ey Medineliler! Muhammed’in yüksek mevkiini ve kıymetini elbette bili­yorsunuz. Mekke’deki düşmanlarından onu koruduk, korumaya devam edece­ğiz. Onu Medine’ye davet ediyorsunuz. Ancak onu koruyabilecekseniz mem­leketinize götürünüz. Şayet onu himaye edeceğinizden emin değilseniz bu te­şebbüsten vazgeçiniz.”
Böylece Hz. Abbas, Re­sû­lul­lah’ın korunmasını garantiye almak istedi. Medi-neli­ler­den söz aldı. Medineliler, Evs ve Hazreçliler, Re­sû­lul­lah’ı canları gibi ko-ruyacak­la­rına söz verince, Hz. Abbas’ın gönlü rahatladı, endişesi zail oldu. Üçüncü Akabe Biatı böylece müspet neticelendi.
Hz. Abbas, Bedir Harbi’nde müşriklerin safında yer almıştı. Re­sû­lul­lah Efen­dimiz bütün sahabilere onun öldürülmemesi hususunda talimat vermiş ve:
“Abbas’la karşılaşırsanız, sakın onu öldürmeyiniz! Abbas bizdendir.” buyurmuş­tu.
Hz. Abbas, Bedir Savaşı’nda esir alındı. Peygamberimiz, esaretten kurtulabil­mesi için, diğer esirler gibi fidye ödemesi gerektiğini bildirdi. Hz. Abbas:
“Yâ Re­sû­lal­lah, ben Müslüman’ım. Kureyş kabilesi beni bu savaşa zorla getirdi.” de­di. Peygamberimiz:
“Senin Müslümanlığını Allah bilir.” buyurdu, “Söylediğin doğruysa, Allah elbette onun sevabını sana verir. Fakat sen görünüşte bizim aleyhimizdeydin. Sen, kurtulman için fidyeni ödemeye bak.”
Savaştan sonra, Hz. Abbas’ın üzerinde bulunan bir miktar paraya ganimet olarak el konulmuştu. Hz. Abbas, Peygamberimize:
“Hiç olmazsa benden aldı­ğınız altınları fidye olarak kabul et.” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu teklifi kabul et­medi:
“Hayır, o para, Allah’ın bize senden nasip ettiği bir ganimettir.” buyur­du. Hz. Abbas:
“Yâ Re­sû­lal­lah, benim ondan başka malım yok. Sen beni Mek­ke’de halktan dilenecek bir hâlde mi bırakacaksın?!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.):
“Ey Abbas, altınlar nerede kaldı?!” diye sordu. Hz. Abbas şaşırmıştı. Re­sû­lul­lah’a:
“Hangi altınlar?” diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:
“Mekke’den çıktığın gün, hanımın Ümmü’l-Fadl’a teslim ettiğin altınlar! O esnada yanınızda ikinizden başka kimse yoktu. Sen o zaman hanımına, ‘Bu se­ferim esnasında başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet başıma bir felaket ge­lir de geri dönmezsem, şu kadarı senin içindir. Şu kadarı Fadl için, şu kadarı Ab­dullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı da Kusem içindir.’ demiş­tin.”
Hz. Abbas’ın şaşkınlığı iyice artmıştı:
“Bunu sana kim haber verdi? Vallahi bunu benden ve Ümmü’l-Fadl’dan başka hiç kimse yoktu!” dedi. Peygamberi­miz:
“Allah haber verdi.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas:
“Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki, sen Allah’ın Resûl’üsün” diyerek Müslümanlığını açıkladı.[1]
Peygamberimiz, amcasının tekrar Mekke’ye dönmesini, müşriklerin hareket­lerini kontrol edip kendisine bildirmesini istedi. Hz. Abbas, Mekke’ye döndü, bir müddet ima­nını gizledi. Çok mühim vazifeler gördü. Mekke’de bütün olan bi­tenleri Re­sû­lul­lah’a ulaştırır, Mekke’nin nasıl fethedilebileceğini bir bir anlatır­dı.
Müşrikler bunun farkındaydılar. Bu sebeple Hz. Abbas’ı hiç sevmezlerdi. Fa­kat bir şey de diyemezlerdi. Bununla beraber, Hz. Abbas da onların surat asma­larından rahatsız olurdu. Zaman zaman:
“Yâ Re­sû­lal­lah, müşriklerin beni gör­düklerinde surat asmalarından rahatsız oluyorum!” derdi. Peygamberimiz onu teselli eder ve:
“Onlar seni sevmedikçe cennete giremez.” buyurur, onların ahirette çekecekleri aza­ba dikkat çekerek onu teselli ederdi.
Hz. Abbas zaman zaman hicret etmeyi düşünür, Peygamberimizden izin is­terdi. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ona:
“Allah benimle peygamberliği sona erdir­diği gibi, seninle de hicreti sona erdirecektir.” der, Mekke’de kalmasını ister­di.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Abbas’ı çok severdi. Onun hakkında “Kureyş’in en cö­mer­ti­dir.” buyurur, “Ey Allah’ım, Abbas’ı ve çocuklarını affet, onları günah kirlerinden temizle, muhafaza et!” diye duada bulunurdu.[2]
Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a hitap ettiğinde, “Ey Re­sû­lul­lah’ın amcası” derdi. Hz. Abbas, bu hitaptan çok hoşlanırdı. Sık sık Re­sû­lul­lah’a gelir, kendisi­ne dua ve ilim öğretmesini isterdi. Re­sû­lul­lah Efendimiz de ona kısa ve öz dualar öğretir, dünya ve ahirette afiyet dilemesini isterdi.
Hz. Abbas, Re­sû­lul­lah’tan yaşlı olmasına rağmen çok hürmeti vardı. “Resu-lul­lah’tan büyüğüm.” demeye dili varmazdı. “Sen mi büyüksün, Re­sû­lul­lah mı?” diye soran­lara, “O benden büyük, ben ise ondan yaşlıyım!” cevabını verirdi.
Hz. Abbas’ın, Peygamberimizin irtihâlinden sonra da büyük hizmetleri oldu. Hicret’in 18. senesiydi... Bir kuraklık felaketi ve kıtlık bütün Arap Yarımadası’nı kasıp ka­vu­­ruyordu. Bütün canlılar susuzluktan kıvranıyordu. Müslümanların halifesi Hz. Ömer’di. Bu durum karşısında çaresizdi. Allah’tan başka iltica ede­cek hiçbir merci yok­tu. Hz. Ömer bütün ahaliyi, çocukları, yaşlıları yanına alıp yağmur duasına çıktı. Bun­ların arasında Hz. Abbas da vardı. Müslümanların halifesi Hz. Ömer, yanına Hz. Abbas’ı alarak minbere çıktı, gözyaşları içinde Yüce Allah’a şöyle yalvardı:
“Yüce Rabb’im! Kâinatın Efendisi Re­sû­lul­lah (a.s.m.) hayatta iken böyle za­man­larda sana yalvarır, sen de bize yağmur ihsan ederdin. Şimdi ise o Yüce Pey­gamber’in amcasıyla sana yalvarıyoruz. Bize yağmur ihsan et.”
Hz. Ömer’in bu duasından sonra Hz. Abbas da şöyle niyazda bulundu:
“Allah’ım, her şeyi gözeten, gören sensin. Ne çaresiz mahluku kendi hâline bırakır, ne de bacağı kırık devenin bakımsızlıktan helakine meydan verirsin. Yüce Rabb’im, ço­cuklar iyice güç ve kuvvetten kesildi. Yaşlılar iğne ipliğe dön­dü. Ah u eninleri gökle­ri tuttu. Sen gizliyi de, en gizliyi de bilensin. Bu zayıf kul­larının imdadına yetiş. Mer­hamet ve yardımını esirgeme. Resûl’üne olan yakın­lığım itibarıyla bana tutunup sana yalvarıyorlar. Yağmur ver Yâ Rabbi.”
Bu yakarışlar dergâh-ı İzzet’e ânında ulaştı. Bulutlar kümelendi, sema karar­dı, gök gürledi, İlahî rahmet yağmur damlaları hâlinde yeryüzüne indi. Bereket çiçek çiçek açtı. Yeryüzü ve canlılar bayram etti…
Hicrî 32 senesinde 88 yaşında vefat eden, Peygamberimizin amcası Hz. Ab-bas’tan Allah razı olsun!

____________________________________

[1]Tabakât, 4: 13-14.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 310; Tirmizî, Menâkıb: 29.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Abbad (r.a.), Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Mus’ab bin Umeyr’in vasıtasıyla Müslüman oldu. Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarının yanı sıra Peygamber Efendimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Cihat meydanlarında büyük fedakârlıklar gösterdi.
Bazı sahabiler, savaş esnasında Peygamberimizin yanı başında nöbet bekler, gelebilecek muhtemel bir tehlikeye karşı onu korurlardı. Abbad bin Bişr de, Peygamber Efen­dimizin muhafızlarından biriydi. Uykusuz olduğu, yorgun bu­lunduğu zamanlarda dahi bu hizmetini ifa eder, gönüllü olarak Re­sû­lul­lah’ın muhafızlığını yapardı.
Peygamberimiz, bazı mühim vazifelere Hz. Abbad’ı gönderirdi. O, Re­sû­lul­lah’ın emir­lerini eksiksiz bir şekilde yerine getirir, üzerine aldığı hizmeti başa­rıyla ifa ederdi. Re­sû­lul­lah umre seferinde onu bir süvari birliğinin başında, müşriklerin hareket ve davranışlarını gözetlemek ve keşfetmek için gönderdi. Bir defasında da Benî Mustalık kabilesine Kur’ân öğretmek ve zekât toplamak­la vazifelendirdi. Hz. Abbad, Benî Mus­talıkların yanında 10 gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerim okuttu, İslam’ın esaslarını öğretti. Zekâtlarını da alarak mem­nun bir şekilde Peygamberimizin yanına döndü.[1]
Hz. Abbad’ın sabahlara kadar ibadet ettiği geceler çok olurdu. Bir defasında Peygamberimiz, Hz. Aişe’nin evinde geceleyin namaz kılarken Abbad bin Bişr’in sesini duydu. Hz. Abbad mescitte ibadetle meşguldü. Peygamber Efen­dimiz, onun ibadete olan rağbetini görünce, “Allah’ım, Abbad bin Bişr’e rahmet et!” diye duada bulundu.[2]
Abbad bin Bişr, namazlarını son derece huşu içerisinde eda ederdi. O anda kıl­dığı namazın “son namaz”ı olduğunu düşünürdü.
Zâtürrika Seferi dönüşüydü... Hz. Abbad, Peygamberimizin hemen yanı ba­şında bulunuyordu. Vakit geceydi. Re­sû­lul­lah, mücahitlerin istirahat etmesi için mola verilmesini emretti. Muhtemel bir baskına karşı nöbet beklenmesini uy­gun buldu. Bu hizmet için iki gönüllü arıyordu. Sahabilerine sordu:
“Bu gece bi­zi kim bekler?”
Muhacirlerden Ammar bin Yâsir, Ensar’dan da Abbad bin Bişr ayağa kalktılar. Aynı anda ikisi birden:
“Biz bekleriz yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek öne atıldılar. Peygamberimiz onlara şu talimatı verdi:
“Öyleyse vadinin ağzında bekleyiniz ve etrafa göz kulak olunuz.”
İki kahraman, vadiye doğru ilerlediler. Hz. Abbad, Ammar’a sordu:
“Gecenin başında mı beklemek istersin, sonunda mı?”
Hz. Ammar, önce beklemeyi kabul etti. Nöbete durdu. Abbad da hemen namaza başladı. Bu sırada çok yorgun olan Ammar uyuyuverdi. Abbad bin Bişr’in, arkadaşının uyuduğundan haberi yok­tu.
Namazına devam ederken, mücahitleri takip eden bir müşrik onu gördü. Bu fırsatı kaçırmak istemedi. Hemen yayına bir ok yerleştirip fırlattı. Müşrikin oku Hz. Abbad’a saplandı. Hz. Abbad, İlahî huzurdaydı. Öyle bir huşu içindeydi ki, vücuduna saplanan ok değil, sanki bir dikendi… Hiç tavrını bozmadı. Eliyle oku çekip çıkardı ve yere bıraktı. Namaz kılmaya devam etti. Üçüncü defa fırlayıp gelen oku da öbürleri gibi eliyle çıkarıp yere koydu, rükû ve secdeye vardı. Selam verdi. Artık iyice hâlden düşmüştü. Gitti, arkadaşını uyandırdı. Hafifçe:
“Kalk, otur! Ben kımıldamayacak hâlde yaralandım.” dedi.
Gözlerini açan Hz. Ammar bir de ne görsün, Abbad’ın her tarafından kanlar boşalıyordu! Durumu anlamıştı:
“Sübhanallah! O müşrik sana ilk oku attığı zaman beni niçin uyandır­madın?!” diye sordu. Hz. Abbad şu karşılığı verdi:
“Ben namazda uzun bir sûreye başlamıştım. Sûreyi bitirmedikçe kesmek is­temedim. Oklar üzerime art arda gelmeye başlayınca, uyandırıp sana haber ver­mek için okumayı kestim, rükûa vardım. Vallahi Re­sû­lul­lah’ın korunmasını emrettiği boğaz ağzını korumayıp kaybetmiş olmaktan korkmasaydım, sûreyi bitirmeden kendim biterdim [ölürdüm]!”[3]
Onların bu konuşmasını fırsat bilen müşrik oradan uzaklaştı.
Peygamberimizin, “Ensar arasında üç kişi çok iyi kimselerdir: Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr ve Abbad bir Bişr…”[4]şeklinde övgüsüne mazhar olan Hz. Ab­bad, sık sık Peygamberimizi ziyaret eder, onun sohbetinden feyiz alırdı.
Bir gün yine Üseyd bin Hudayr ile birlikte Re­sû­lul­lah’ı ziyarete gitmişlerdi. Geç saate kadar nurlu sohbetinde bulundular. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Birden ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrılınca ışık ikiye bölündü. Her biri kendi bastonunun ışığında yürüyerek evlerine gittiler.[5]
Abbad bin Bişr, Allah yolunda şehit olmayı çok arzuluyordu. Cenâb-ı Hak, bu sevgili kulunun arzusunu kabul buyurdu, Yemâme Savaşı’nda şehitlik merte­besini ona nasip etti.
Hz. Abbad, şehit olmadan bir gün önce Ebû Said el Hudrî’ye (r.a.):
“Ey Ebû Said! Bu gece rüyamda göklerin bana açıldığını, sonra tekrar kapandığını gör­düm. İnşallah şehit düşmeme alamettir…” dedi.
O gün harp başladığında kahra­manca ileri atıldı ve Ensar’a hitaben:
“Ey Ensar! Kılıçlarınızın kınlarını kırın ve bir tarafa ayrılın.” diye seslendi. Bununla, onlardan, şehit oluncaya kadar düş­manla çarpışmalarını istediğini anlatmak istiyordu.
Onun bu çağrısı üzerine Ensar’dan 500 sahabi, diğerlerinden ayrıldılar. Hz. Abbad bu Sahabilerle birlik­te Müseylimetü’l-Kezzâb’ın bahçesine kadar ilerledi. Orada şiddetli bir çarpış­ma oldu. Birçok sahabi şehit düştü. Bunların arasında Hz. Abbad da vardı. Her tarafı yara içerisinde ve tanınmaz bir hâldeydi. Onu, vücudundaki bir alametten tanıdılar.[6]
Allah ondan razı olsun!

_________________________________

[1]Tabakât, 2: 95, 161-162.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 100.
[3]Sîre, 3: 218-219.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 100.
[5]Tabakât, 3: 606.
[6]Tabakât, 3: 441.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget