Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamberliğin 13. senesiydi… Hicret’ten az önce, Medine’de tebliğle vazifelen­di­ri­len Hz. Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) eliyle çok sayıda Medineli, İslam’ı seçmiş­ti. Hac mevsimi gelince 2’si kadın, 75 kişilik bir heyet, Hz. Mus’ab’la birlikte Mekke’ye gitti. Esasen kafile 500 kişilikti. Çoğunluğu müşrikler teşkil edi­yordu. Onlar da hac mevsiminde Kâbe’ye giderek putlara tapıyor, kendilerine göre bunu hac sayıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, Peygamberimizle geceleyin görüşmek üzere anlaştı­lar. Fakat bu haberi müşriklerden gizli tutuyorlardı. Ka’b bin Mâlik (r.a.) birkaç Müslüman’la, henüz o zaman müşrikler safında bulunan Abdullah bin Amr’e gi­derek, onu hidayete davet etti. Çünkü bu zat, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Eğer iman ederse kabilesinden pekçok kimsenin de kurtulmasına vesile olabilirdi. Şu teklifte bulundular:
“Ey Câbir’in babası! Sen bizim efendimiz ve büyüklerimizdensin, muhterem ve herkesçe tanınan bir insansın. Biz senin gibi şerefli ve kabilesi içinde belli bir yeri olan birisinin cehenneme odun olmanı istemeyiz.”
Bu sözlerden sonra Müslüman olmasını teklif ettiler. İtiraz etmeyip kalbinin İslam’a ısındığını hissettikleri zaman da Resûl-i Ekrem’le buluşacaklarını bildir­diler. Zaten fıtraten temiz ruhlu ve sevimli olan Abdullah bin Amr, çok geçme­den iman ederek saadete kavuştu.[1]
O gece bütün Medineli Müslümanlar, Akabe’de Peygamberimizle buluştular. Peygamberimiz, içlerinden temsilci olarak 12 kişiyi seçmelerini istedi. Hazreçlileri temsil eden dokuz kişiden birisi de Hz. Abdullah bin Amr’dı (r.a.). Hz. Abdullah kuvvetli irade sahibi, bilgili ve dirayetli bir insandı. Okuma yazma da bilirdi. Bu seyahatte Hz. Abdullah müminler halkasına girince, hâliyle daha da mükemmel bir insan olmuştu. Biata katılanları Peygamberimiz cennetle müjdele­miş, böylece Hz. Abdullah da Müslüman olur olmaz ebedî huzurun saadetini tatmıştı.
Peygamberimizin Medine’yi teşrifinden sonra ondan ilim ve hikmet dersi al­mak için mukaddes sohbetlerinin ekserisinde bulunmuştu. Hz. Abdullah kala­balık bir ailenin reisi ve fakir bir vaziyette olduğu hâlde Peygamber sohbetin­den geri kalmıyordu. Ayrıca Suffe Medresesi’nin talebeleri arasında yer almıştı. Peygamberimizin hususi talebeleri içinde bulunarak Allah’ın medhine, Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar olan Hz. Abdullah, Bedir’de müşriklerle iman-küfür mücadelesini vermek üzere cihat daveti vuku bulunca cephede vazife aldı. Yüce dinin bahtiyar erleri içinde bulundu.
Bir sene sonra Peygamberimiz Uhud Gazası için mücahit toplarken, Hz. Ab­dullah da Peygamber ordusunda bulunmayı arzu etti. Evde bir oğlu, yedi kızı vardı. Kendisiyle beraber İkinci Akabe Biatı’nda Müslüman olan oğlu Hz. Câbir de (r.a.) müşriklere kılıç sallamak istiyordu. Fakat kız çocuklarını yalnız başla­rına, kimsesiz bir hâlde de bırakamazdı. İkisi de harbe katılıp şehit olsalar, onlara kim bakacaktı? Mücahit oğlunun gönlünü alan Hz. Abdullah şöyle konuştu:
“Vallahi oğlum Câbir, şu kızların kimsesiz kalmasını düşünmesem, senin gözlerimin önünde şehit düşmeni isterdim! Ben senin evde kalıp kardeşlerine bakmanı arzu ediyorum.”[2]
Babasını kırmayan Hz. Câbir, aile reisliğine vekâlet ederken, Hz. Abdullah Uhud Savaşı’na katıldı.
Uhud’da müşrik güruhunun üzerine atılan Hz. Abdullah, her kılıç kaldırışın­da Allah düşmanlarına ağır zayiat verdiriyordu. Eşsiz şecaat sahneleri sergili­yordu. İmanı uğrunda, inancı istikametinde bütün gücüyle mücadele ediyordu. Onu Peygamber’inin yanı başında çarpışmaktan ne ailesi ne de körpe kız çocuk­ları alıkoymuştu. Bu savaşta da gaye, tevhid sancağının dalgalanması, Allah’ın yüce isminin dünyaya ilanıydı.
Savaşın ateşli bir ânında müşriklerden Üsame’nin kılıcı Hz. Abdullah’a şehadet şer­be­tini tattırdı. Abdullah bin Amr’ın Allah’a yaptığı niyaz kabul edilmiş, Uhud’da ilk şehit düşen sahabi olmuştu.
Savaştan sonra Medine’de bulunanlar Uhud’a gelmişlerdi. Yakınları şehit olanlar, on­ları arıyorlardı. Hz. Câbir de gelmişti. Babasının cesediyle karşılaş­masını şöyle anlatır:
“Uhud günü babam yüzü örtülü olarak getirilmişti. Üzerindeki örtüyü kaldır­dım. Müşrikler burnunu ve kulağını kesmişler ve onu tanınmaz hâle sokmuşlar­dı. Kendimi tutamayarak ağladım! O sırada halam Fâtıma da geldi. Feryat edip ağlamaya başladı. Onu teselli etmek için Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu: ‘Ne diye ağ­lıyorsun?! O şehit kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirmekten geri durmadılar.”[3]
Daha sonra Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın Amr bin Cemuh’la (r.a.) birlikte defnedilmesini emretti:
“Bunlar hayatta iken birbirlerini seven en iyi iki dosttu.” buyurdu.[4]
Bir gün Hz. Peygamber, Câbir bin Abdullah’ı mahzun görmüştü:
“Ey Câbir, ne oldu sana? Seni üzgün ve kalbi kırılmış görüyorum.” dedi. Hz. Câbir de:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, babam şehit oldu, geride kalabalık bir aile ile bir hayli borç bı­raktı!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz şu müjdeyi ve saadetli teselliyi verdi:
“Baban şehit olunca Allah onu diriltip huzuruna aldı ve ona sordu: ‘Ey kulum, dile ben­den, dilediğini sana ihsan edeyim!’ Baban da: ‘Yâ Rabbi, ben Sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya geri göndermeni, Peygamberimin yanında sa­vaşıp senin uğrunda bir kere daha şehit olmayı dilerim!’ dedi. Allah da: ‘Ben şe­hitlerin geri dönmeyeceklerine hükmettim.’ buyurdu. Sonra baban: ‘Öyleyse yâ Rabbi, bunu geride kalanla­ra ulaştır.’ deyince Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimeleri vahyetti:
“’Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar Rab’lerinin katında hayat sa­hibidirler ve O’nun nimetleriyle rızıklanırlar.
“Onlar, Allah’ın kereminden bağışladığı nimetlerle sevinç içindedirler. Ar­kada kalan ve henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerinin ahiretteki hâlle­rini görüp sevinirler ve bilirler ki, onlar üzerine hiçbir korku olmayacak ve onlar hiçbir üzüntüye uğramayacaklardır.
“O şehitler, Allah’tan kendilerine erişen büyük bir nimetle, pek ziyade bir mükâfatla ve müminlerin mükâfatını Allah’ın zayi etmediğini görmekle sevi­nirler.”[5]
Bu haberi duyan Hz. Câbir’in sevincine diyecek yoktu…[6]
Aradan 46 yıl geçmişti… Hz. Abdullah’ın kabri sel sularının akıntı yerin­deydi. Akan sular toprağı iyice oyunca şehitlerin kabirleri açılmıştı. Başka tara­fa nakledilmeleri gerekince, mezarları açtılar. Şehitler sanki yeni vefat etmiş gi­biydiler. Cesetleri hiç değişmemiş ve bozulmamıştı. Kabir açılır açılmaz misk gibi bir koku yayıldı. Uyur gibiydiler. Hz. Abdullah yaralandığı zaman elini ya­rasının üzerine koymuştu. Mezar açılıp eli yarasının üzerinden ayrılmak ve uza­tılmak istenince yarası kanamaya başladı. Sonunda eli olduğu gibi bırakıldı. Kanama da durdu…[7]

______________________________________

[1]Sîre, 2: 83.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 1: 257; Tabakât, 3: 563.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 232; Tabakât, 3: 561.
[4]Tabakât, 3: 562
[5]Âl-i İmrân Sûresi, 169-170.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 3: 232; Hilyetü’l-Evliyâ, 2: 4-5.
[7]Tabakât, 3: 562.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Abdullah, Medineliydi. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. Asıl ismi Hu­bab’dı. Peygamberimiz bu isimden hoşlanmadığı için “Abdullah” olarak değiştir­di. Ab­dullah (r.a.), Peygamberimize bütün kalbiyle bağlanmıştı. Onun uğrunda yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktu. Bütün savaşlara iştirak etti.
Fakat kaderin garip bir cilvesidir ki, babası Abdullah bin Übeyy, meşhur münafıklardandı. İman etmeyişinin sebebi ise, Re­sû­lul­lah’a duyduğu kindi. Çünkü o, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Zengindi. Kavmi tarafından çok se­viliyordu. Bilgili ve dirayetli bir adamdı. Medine’nin hükümdarı olacağı bir sı­rada, Hicret hadisesi vuku bulmuş ve İslam Devleti kurulmuştu. Bu durum onu çok rahatsız etti. Peygamberimize düşmanlık besledi. Etrafındakilerle birlikte Re­sû­lul­lah’a ve Müslümanlara ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Fakat Pey­gamberimizin günden güne kuvvetlendiğini görünce, çaresizlik içinde, iman et­tiklerini açıklamak zorunda kaldılar. Ancak her fırsatta ihanet etmekten, çeşitli dedikodularla Müslümanların maneviyatını sarsmaktan da geri durmadılar.
Mesela Uhud Savaşı başlamadan önce, İslam ordusunun üçte birini teşkil eden adamlarıyla birlikte Medine’ye dönmüştü. Neticede İslam ordusu mağlup olmuştu.
Abdullah bin Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah, bu savaşta çok büyük kahraman­lıklar göstermiş, birkaç yerinden yaralanmıştı. İki dişi de kırılmıştı. Babası onun bu hâline çok sevindi:
“Sen beni dinleyip, gençlerin görüşüne uyan Muhammed’i dinlemeseydin bu felakete uğramazdın.” dedi.
Hz. Abdullah böyle bir şeyden babasının memnuniyet duymasına çok üzüldü. O, bu neticede bir hayır olduğuna inanıyordu. Babasına:
“Allah’ın takdir ettiği şeyde muhakkak bir ha­yır ve hikmet vardır.” cevabını verdi.
Abdullah bin Übeyy, Benî Mustalık Gazası’na da katıldı. Niyeti bu defa da bozgunculuk çıkarmak, münafıklık yapmaktı. Başına topladığı münafıklara:
“Medine’ye dönüşte izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak ora­dan sürüp çıkaracaktır. Onları siz kendi elinizle yurdunuza yerleştirdiniz. Mal­larınızı onlarla paylaştınız. Eğer siz böyle yapmayıp onlara karşı sıkı davran­saydınız, onlar başka yerlere giderlerdi. Sizler onun uğrunda ölüp çocuklarınızı yetim bıraktınız, azaldınız. Onlar ise çoğaldılar. Yanındakilere zekât ve sadaka vermeyiniz ki, onlar etrafından dağılıp gitsinler.” dedi.
Hz. Abdullah, babasının bu sözlerini duyduğunda çok üzüldü. Hemen Pey­gambe­ri­mizin huzuruna çıktı. Şu ricada bulundu:
“Yâ Re­sû­lal­lah, duyduğunuz sözler için eğer babamı öldürecekseniz, emrediniz bu işi ben yapayım, onun başını kesip size getireyim! Vallahi Hazreç kabilesi, aralarında babasına karşı benden daha hayırlı ve saygılı birinin bulunmadığını bilirler. Korkarım ki, öl­dürme işini benden başkasına emredersiniz de, nefsim, babamın katilinin halk içerisinde dolaşmasına razı olmaz. Sonunda bir kâfire karşı bir mümini öldürürüm de, cehenneme girerim...”
Birtakım dedikodulara meydan vereceği düşüncesiyle, Peygamberimiz buna müsaade etmedi:
“Hayır, babana karşı yumuşak davranırız, aramızda bulundu­ğu müddetçe iyi arkadaşlık yaparız.” buyurdu.
Hz. Abdullah, babasının Re­sû­lul­lah hakkındaki sözlerini bir türlü unutamıyordu. Mutlaka babasını cezalandırmak istiyordu, daha fazla bekleyemedi. İler­leyip babasının önünü kesti ve:
“İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğu­nu söyleyinceye kadar seni bırakmayacağım!” dedi. Babası hayret içerisinde:
“Demek beni Medine’ye bırakmayacaksın?!” diye sordu. Hz. Abdullah:
“Evet!” dedi, “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu itiraf etmeyecek olur­san, boynunu vuracağım!”
Abdullah bin Übeyy, oğlunun kararlı olduğunu anla­yınca:
“Ben şehadet ederim ki, izzet ve kudret Allah’a, Resûl’üne ve müminlere aittir.” de­mek zorunda kaldı.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın bu davranışından dolayı çok memnun oldu:
“Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” buyurarak ona dua etti. Sonra da ona, babasını bırakmasını emretti.
Bir iman kahramanı olan Hz. Abdullah, hayatının sonuna kadar İslam’a hiz­metten geri durmadı. Hicret’in 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı’na katıldı. Burada çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Birçok yerinden yaralandı. Neticede şehadet mertebesine erişti. Allah ondan razı olsun![1]   

__________________________________________
[1]Tabakât, 2: 65; 3: 540-541; Müstedrek, 3: 488. Üsdü’l-Gàbe, 3: 197.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizin (a.s.m.), Medine’ye hicretinden üç sene önceydi... Amcası Hz. Ab­bas’ın evinde bir şenlik vardı. Bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuğu Re­sû­lul­lah’a götürdüler. Nur topu çocuğu kucağına alan Kâinatın Efendisi ona “Abdullah” ismini verdi. Ağzına biraz hurma ezmesi koydu, dua buyurdu.
Küçük Abdullah, Peygamber Efendimizin ailesinin bir ferdiydi. Teyzesi Hz. Meymune, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) mübarek hanımlarındandı. Bu sebeple Hz. Ab­dullah, Efendimizin evine sık sık gider, ondan ders alırdı. Re­sû­lul­lah ile birlikte geceleri ibadet eder, hizmetini görürdü. Çalışkanlığıyla, pratik zekâsıyla ve doğruluğuyla Peygamberimizin sevgisini kazanmıştı.
Hz. Peygamber, Abdullah’ın bir âlim olarak, mükemmel bir sahabi olarak yetişmesini istiyor, her vesileyle ders veriyor, eğitiyordu. Hz. Abdullah bir de­fasında Peygamberimizin arkasında namaz kılarken biraz uzakta durmuştu. Aynı hizada namaz kılmanın Re­sû­lul­lah’a saygısızlık olacağını düşünüyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) başından hafifçe tutup sağına çekti. Tek kişi olduğun­dan cemaatin imamın sağında durması gerektiğini söyledi.
İbni Abbas (r.a.) devamlı olarak Re­sû­lul­lah ile birlikte bulunurdu. Bir gün yi­ne birlikte idiler. Re­sû­lul­lah’ın terkisine binmişti. Peygamberimiz (a.s.m.), “De­likanlı, sana bir şeyler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu:
“Sen Allah’ın emir ve yasaklarına riayet et ki, O’nun yardım ve inayetini daima yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Bir yardım di­leyeceğin zaman Allah’tan yardım dile. Ve şunu da bil ki, bir konuda yardım et­mek maksadıyla bütün millet bir araya gelse, Allah’ın senin için takdir etmiş ol­duğundan öte bir yardımda bulunamazlar. Sana zarar vermek maksadıyla hepsi bir araya gelseler, yine Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinden öte bir zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur [Meydana gelecek her şey, önceden tespit ve takdir olunmuştur].[1]
Re­sû­lul­lah vefat ettiğinde Hz. Abdullah 14-15 yaşlarında bir gençti. Fakat Re­sû­lul­lah’tan aldığı dersler ve Kur’ân sayesinde hadis ilminde bir derya olmuş­tu. Bunda, Peygamberimizin kendisini kucaklayıp, “Allah’ım, ona Kitabı, Kita­bın tefsirini ve hik­meti öğret. Allah’ım, onu dinde ince anlayış sahibi kıl.” şeklin­deki mübarek duaları­nın his­sesi vardı. Diğer taraftan Hz. Abdullah, Peygambe­rimizin vefatından sonra âlim sa­ha­bilerden dersler aldı. Bu hususta yılmadan usanmadan gayret gösterdi. Neticede İbni Abbas (r.a.) ilmin en yüce mertebele­rine çıktı. Yaşının küçüklüğüne rağmen büyük ilmî meclislere katılır, en zor meseleleri hallederdi. Sahabiler arasında “Kur’ân Tercümanı,” “Hadis Denizi” unvanıyla anılıyordu.
Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) ders halkası meşhurdu. Onun sohbet meclisleri zengin ve bereketliydi. Genç ihtiyar herkes katılır, Hz. Abdullah’ın ilminden is­tifade ederdi. Sohbetinin iki hususiyeti vardı: Derin ilim ve takva... Hz. Abdul­lah’ın ilim meclislerinde bu ikisi birleşmişti. İhlasla anlatırdı. Herkesin anlaya­bileceği şekilde açık konuşurdu. Herkes dikkat kesilerek can kulağıyla dinler­di.[2]
Hz. Abdullah’ın ilmine herkes hayrandı. O ise, “Bu nimeti bana veren, Yüce Allah’tır. Re­sû­lul­lah benim için ilim ve hikmet niyazında bulundu, Cenâb-ı Hak da ihsan etti.” derdi. Gurura kapılmazdı. Kendisinden büyük, yaşlı sahabilere saygıda kusur etmezdi. Bir seferinde Zeyd bin Sabit ata binerken orada bulunan Hz. Abdullah, atın üzengisini tuttu. Hz. Zeyd:
“Ey Re­sû­lul­lah’ın amcası oğlu, ri­ca ediyorum bunu yapma! Beni mahcup ediyorsun.” dedi. Hz. Abdullah:
“Biz, âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk.” diye karşılık verdi. Hz. Zeyd (r.a.) dayanamayarak Hz. Abdullah’ın elini öptü ve:
“Biz de Âl-i Beyt’e böyle davranmakla emrolunduk.” karşılığını verdi.[3]
Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ilmî danışman­lığını yapardı. Hz. Ömer, kendisine gelen ilmî meseleleri havale ederek:
“Bunu ancak sen halledersin.” der ve halletmesini isterdi. Hattâ bir defasında, hiç kim­seden tatminkâr bir cevap alamayan Yemenli bir zatın Hz. Abdullah’tan doyu­rucu cevap almasından dolayı Hz. Ömer çok sevinmiş ve:
“Şahitlik ederim ki, Abdullah, Peygamberimizin evinde yetişti.” demişti. Bu sebeple kendisine ge­len zor meseleler için, “Abdullah bu meseleleri daha iyi bilir.” derdi.
Hz. Abdullah, Hicret’in 27. senesinde Abdullah bin Şerh ile Afrika fetihlerine katıldı. Afrika Kralı Cercir’le karşılaşmıştı. Cercir kendisine birçok sual sormuş, Hz. Abdullah da cevaplarını vermişti. Kral bu yüzden kendisine “Arap dâhisi” tabirini kullanmıştı.
Hz. Abdullah, daha sonra Basra valiliği yaptı. Orada da ilmî sohbetlerine ara vermedi. Daima Müslümanlara faydalı olmak için çalıştı. Hattâ Hz. Abdul­lah’ın Basra’da vali iken Ramazan’da gece tedrisatı tatbik ettiği rivayet edilmek­tedir. Ramazan’ın sonunda bu tedrisata devam edenleri birer fakih, dini iyi bilen insanlar hâline getirdi.
Hz. Abdullah’ın faziletini, ilminin derinliğini dile getiren birçok âlim vardır. Bunlardan Ebû’l-Leys şöyle der:
“70 sahabinin üzerinde fikir beyan edip de halledemediği bir meseleyi, Hz. Abdullah bin Abbas’ın hallettiğini gözlerimle gördüm.”
Ubeydullah bin Abdullah Hazretleri ise, İbni Abbas’ın ilmiyle ilgili olarak şunları söyler:
“İbni Abbas’in bazı vasıfları diğer sahabilerden üstündü. O, geçmişi iyi bilir­di. Görüşüne başvurulan meselelerde içtihat ederdi. Halimdi, izzet ve ikram sa­hibiydi. Ben Re­sû­lul­lah’ın hadislerini ondan daha iyi bileni görmedim. Ebû Be­kir, Ömer ve Osman’ın (r.a.) verdiği hükümleri ondan dahi iyi bileni görmedim. Görüşlerinde ondan daha isabetli olanı da tanımıyorum. Tefsir ve fıkıh ilmindeki derin bilgisine herkes hayrandı. Bir gün fıkıhtan, bir gün tefsirden bahsederdi. Bir gün geçmiş savaşları anlatır, bir gün Arap tarihinden bahsederdi. Onun ilmi tükenmek bilmezdi. Yanında oturup da ilmî üstünlüğünü kabul etmeyen âlim görmedim.”[4]
Müslümanları daima helal kazanca teşvik ederdi. Şöyle derdi:
“Allah’ın farz kıldığı meseleleri yerine getirin. Allah hakkını ihmal etmeyin. Allah herkesin rızkını helal kazançtan vermiştir. Mümin sabrederse rızkı ayağına gelir; helal rızıkla yerinmezse helal rızkı kâfi gelmez, harama girer.”
İbni Abbas (r.a.), ilim ve âlimle ilgili olarak da şöyle derdi:
“Eğer ilim sahiple­ri ilmi hakkıyla öğrenseler, ilimlerin gereğini yapsalardı, mutlaka Allah, me­lekler ve salih kimseler kendilerini severlerdi. İnsanlar da onlara saygı duyarlar­dı. Fakat âlimler ilimlerini dünya menfaati elde etmek için kullandılar. Bu se­beple Allah kendilerine gazap etti. İnsanlar nazarında da küçük düştüler.”
Hz. Abdullah 1660 hadis rivayet ederek en çok hadis rivayet eden yedi sahabiden beşincisi oldu. Rivayet ettiği hadislerden birkaçı şu mealdedir:
“Kardeşinle münakaşa etme. Aşırı bir şekilde de şakalaşma. Yerine getire­meye­ce­ğin vaatte bulunma”[5]
“Doğru yol, güzel davranış ve iktisat, peygamberliğin 25 vasfından bi­ridir.”[6]
“Bid’atını terk edinceye kadar, bid’atçı kimsenin amel ve ibadetini Cenâb-ı Hak kabul etmez.”[7]
“Resûlulah (a.s.m.) hayır yapma hususunda insanların en cömerdiydi. En cömert ol­du­ğu ay da Ramazan ayıydı. Cebrail (a.s.) her sene Ramazan ayında Re­sû­lul­lah ile bulu­şur, tâ ayın sonuna kadar Re­sû­lul­lah ona Kur’ân’ı arz eder, din­letirdi. Cebrail’le buluştuğu zaman Re­sû­lul­lah hayır yapmakta, esen rüzgârdan daha cömert olurdu.”[8]
“Kıyamet günü insanlar arasında en çok pişman olacaklardan biri, dünyadayken ilim öğrenme imkânına sahip olduğu hâlde öğrenmeyen kimsedir. Diğeri de, ilim öğren­miş, fakat kendisi dışında herkes bu ilimden faydalanmıştır.”[9]
Ömrünün sonlarına yaklaşan Hz. Abdullah’ı en çok üzen hadise, Kerbelâ Vakası’ydı. Peygamberimizin torununa yapılan o hunharca muamele, Hz. Ab­dullah’ı can evinden yaralamıştı, yaşlı kalbini hüzne boğmuştu. İçi yanarak ağ­lamıştı. Sonradan göz nimetini de kaybeden Hz. Abdullah, bu hâline şükrederdi. “Allah gözümden ışığı aldı, fakat kalbim ve dilim nursuz kalmadı.” derdi.
Hz. Abdullah, Hicret’in 68. senesinde dünya hayatına gözünü yumdu. Yüce Mevla­sı­na ve sevgili Peygamberimize kavuştu.
Onun sık sık tekrarladığı bir duası da şu idi:
“Allah’ım, beni kanaatkâr kıl. Verdiklerini benim için hayırlı eyle. Bilmedik­lerimden benim için hayırlı olanları bana ver.”

___________________________________
[1]Tirmizî, Kıyâme: 59; Müsned, 1: 293.
[2]el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, 2: 333.
[3]age., 2: 333.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 19; Tabakât, 2: 365.
[5]Tirmizî, Birr: 58.
[6]Ebû Dâvud, Edeb: 3.
[7]İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[8]Buhârî, Bedü’l-Vahy: 6.
[9]Kenzü’l-Ummal, 4: 29.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget