Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Abdullah, Peygamberimizin halası Ümeyme’nin oğluydu. İslam davetinin ilk günlerinde iman safına girdi. Böylece şimşekleri üzerine çekmiş, müşrik gruptan gelecek her türlü eza ve cefayı peşinen kabul etmiş oluyordu. Hidayete erdiği sıralarda en bü­yük tepkiyi en yakınlarından görmüştü. İnanç ve âdetleri­ne körü körüne bağlı olan Mekkeliler, atalarının dinini terk edenlere büyük bir düşman kesilmişlerdi. Abdullah bin Cahş da müşrik hücumlarına maruz kalan bir iman eriydi. İmanı uğrunda her nevi sıkıntıya razıydı. Fakat tazyikler haddi aşınca, Habeşistan’a giden Müslüman kafileye kendisi de katıldı. Beraberinde ailesi, iki kardeşi ve hemşireleri de bulunuyordu. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hicret hadisesini duyunca Mekke’ye döndüler, oradan da Mediye’ye hic­ret ettiler.[1]
Hz. Abdullah genç yaşında iman davasının fedakâr erleri arasına girmiş zeki, dirayetli ve cesur bir insandı. Peygamberimiz bazı mühim hizmetlere Hz. Ab­dullah’ı gönderiyordu.
Hicret’in 2. senesiydi… Resûl-i Ekrem bir gün Hz. Ab­dullah’a şöyle bir emir verdi:
“Yarın sabah okunu, yayını, kılıç ve teçhizatını alarak yanıma gel!”
Hz. Abdullah hazırlığını yapmış, sabah namazından sonra silahını kuşanarak erkenden Hane-i Saadet’in kapısı önünde beklemeye başla­mıştı.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın emrine askerî bir müfreze teslim ederek on­lara kumandan tayin etti. Eline de bir mektup vererek, yola çıktıktan iki gün son­ra, istenen ye­re varınca açmasını tembih etti. Mekke’ye doğru yola çıkan Hz. Ab­dullah, “Nahle” de­nen mevkiye varınca mektubu açtı. Mektupta neler yapacağı, nasıl hareket edeceği ya­zılıydı. Peygamberimiz kendisini, Kureyşlilerin duru­munu keşfedip tetkik etmek üzere göndermişti.
Bir müddet sonra Kureyş’e ait bir kafileyi gördüler. Bu kafile savaş için hazır­lık gören Kureyşlilere malzeme ve erzak taşıyordu. Hz. Abdullah kervana baskın yaparak bütün mallarını ele geçirdi. Bu seriyyede ele geçen ganimet, Müslümanların aldıkları ilk ganimetti.[2]
Hz. Abdullah’ın tek gayesi, Allah Resûlü’nü hoşnut etmek, onun sevgi ve rıza­sını kazanmaktı. Bu sevgi her şeyin üstündeydi. Peygamberimiz kendisini bu hizmet için gönderdiği sırada sormuştu: “Abdullah! Dünyada en çok özlediğin şey nedir?” Abdullah’ın tek düşüncesi vardı. Cevap verdi: “Benim dünyada en büyük gayem, Allah ve Re­sûl’ünün sevgisidir. Gözümde başka bir şey yoktur.” İşte onu yücelten sır burada yatı­yordu.
Abdullah bin Cahş, sulh zamanında hak din uğrunda çok büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, savaş anlarında da cengâver bir mücahit ve bir kahraman idi. Uhud Savaşı hazırlıkları yapıldığı esnada, Hz. Abdullah ilk öne atılanlardandı.
Ordu yola çıkmış, “Şeyheyn” denen mevkiye gelmişlerdi. Müminlerin annesi Üm­mü Seleme, Peygamberimize bir kapta üzüm suyu getirmişti. Peygamberi­miz bir mik­tar içtikten sonra geriye kalanını Hz. Abdullah’a uzattı. Hz. Abdul­lah şıranın tamamını içip bitirdi. O anda bir arkadaşı yaklaşarak Hz. Abdullah’a sordu: “Sabahleyin içeceğin su­yun nerede olduğunu biliyor musun?” Şehadet şer­beti Abdullah’ın burnunda tütüyor­du: “Ben,” dedi, “ancak Rabb’ime kavuşunca şerbete kanarım. O’na kavuşmak, benim için iyice susadığımda, suya en mükemmel şekilde kanmaktan daha hoştur.”[3]
Bu arzusuna nail olmak için Allah’a yalvarmış, şehadeti istemişti. Savaş baş­lamış, arslanlar gibi müşriklerin üzerine yürüyordu. Bir ara elindeki kılıcı kırılıverdi. Bunu gören Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı aldı, kendisine verdi ve onunla çarpışmasını söyledi. Hz. Abdullah cihada onunla devam etti. Karşı­sına azılı ve güçlü bir müşrik dikildi. Abdullah’ın buna karşı koyması zordu. Va­kit tamam olmuş, duası da kabul edilmiş olacak ki, müşrikin bir darbesi Hz. Ab­dullah’ın cennete uçmasına kâfi geldi.
Savaş sona ermişti. Müslümanlar ölü ve yaralıları tespit ediyorlardı. Müşrik­ler, şehit Abdullah’ı tanınmayacak hâle sokmuşlardı. Bütün âzalarını kesmiş­ler, perişan hâlde bırakmışlardı. Bu hâl Peygamberimizi çok üzmüştü. Daha sonra Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ı, dayısı Hz. Hamza’yla birlikte defnetti. Bu sırada Hz. Abdullah 40 yaşında bulunuyordu. Allah ondan razı olsun![4]

_________________________________
[1]Tabakât, 3: 89.
[2]Sîre, 2: 252-256.
[3]Tabakât, 3: 8.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 132.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslam nurunun yayılması Mekke müşrikleri yanında Yahudileri de endişelendi­riyordu. Bilhassa Benî Nadîr Yahudileri bir türlü Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğini hazmedemiyorlardı. Re­sû­lul­lah’a karşı kin, haset ve adavet besliyorlardı. İçle­rindeki âlimleri Re­sû­lul­lah’a göndererek zor durumda bırakmak istiyorlardı. Fa­kat Kur’ân onları susturuyordu.
İşte, Beni Nadîr Yahudilerinin en azılısı ve Re­sû­lul­lah’a karşı en çok düşman­lık besleyeni Sellâm bin Ebî Hukeyk, Re­sû­lul­lah’ı sık sık rahatsız ettiği gibi, Müslümanları da daima tehdit eder, etrafındakileri Re­sû­lul­lah Efendimizin aleyhine kışkırtarak onu öldürme teşebbüsünde bulunurdu.
Re­sû­lul­lah’ın Ashâbı, onun bu zulüm ve tehditlerine artık tahammül edemi­yordu. Bir gün kendi aralarında konuşuyorlardı. Re­sû­lul­lah’ın düşmanlarını sa­yıyorlardı. En büyük düşmanları arasında şüphesiz Sellâm bin Ebî Hukeyk de vardı. Düşmanların en azılısıydı. Bunun öldürülmesi şarttı. Çünkü o, Re­sû­lul­lah’ı öldürmek için uğraşıyordu. Bu hususta geldiler, Re­sû­lul­lah’tan izin istediler. Re­sû­lul­lah da onlara izin verdi.
İşte bu azılı düşmanın katli, Abdullah bin Atîk’e nasip oldu. Sahabilerin kah­raman­la­rından olan Abdullah bin Atîk, Hazreç kabilesine mensuptu. Bir gün yanına dört sa­ha­bi daha alarak, Yahudilerin kale şehri olan Hayber’e gitti. Bu peygamber düşmanını öl­düreceklerdi. Beş kişiydiler: Abdullah bin Enis, Ebû Katâde, Esved bin Huzaî, Mes’ud bin Sinan ve Hz. Abdullah’ın kendisi… Komu­tanlığı Abdullah bin Atîk yapıyor­du.
Gece vakti Hayber’e girdiler. Sellâm bin Ebî Hukeyk’in bulunduğu bölgedeki bütün evleri dışardan kilitlediler. Sellâm’ın bulunduğu ev yüksek bir yerdeydi. Ancak merdivenle çıkılıyordu. Yukarı çıktılar ve kapıyı çaldılar. Sellâm’ın ha­nımı onların kim oldu­ğu­nu sorunca, “Araplardan bir grubuz, ev sahibiyle görüş­mek istiyoruz.” dediler. İçeri girdiler. Sellâm ile kavgaya tutuştular. Sellâm’ı öl­dürdüler. Hanım ve çocuklarına dokun­madılar.
Sellâm’ı o hâlde bırakıp çıkarken Abdullah bin Atîk gözleri iyi görmediğin­den merdivenden düştü. Ayağı şiddetli bir şekilde burkuldu. Arkadaşları onu omuzlarına alıp, şehrin dışında bir yere götürüp sakladılar.
Fakat Sellâm’ın gerçekten ölüp ölmediğinden emin değillerdi. Yaralı da kal­mış olabilirdi. İçlerinden birisi geri döndü. Hadise üzerine toplanan kalabalık arasına girdi. Sellâm’ın hanımının “Öldü” dediğini duydu. Sevinçle geri döndü ve arkadaşlarını müjdeledi.[1]
Abdullah bin Atîk, Re­sû­lul­lah’a geldiğinde Peygamberimiz onu taltif etti. Sonra da mübarek elini yaralı ayağına sürdü. Hz. Abdullah’ın ayağı sanki hiç burkulmamış gibi iyileşti.[2]
Hicret’in 9. senesinde Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Tayy kabilesinin put­larını kırıp parçalamak için Hz. Ali kumandasında gönderdiği 150 kişilik kuv­vet içerisinde Hz. Abdullah da vardı. Peygamberimiz, onu birliğin silah ve teçhizatını temin etmekle vazifelendirmişti.
Onun Yemâme Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık da dillere destandır. Bu savaş Hz. Ebû Bekir zamanında cereyan etmişti. Yalancı Peygamber Müseylime, Müslümanları rahatsız ediyordu. Hz. Hâlid bin Velid başkanlığında bir or­du, üzerine gitti. Çünkü hem irtidat hareketini teşvik ediyordu, hem de Müslümanları rahatsız ediyordu. Artık Müslümanları onlardan kurtarmak bir zaruret hâline gelmişti. Hâlid bin Velid ile Mü­sey­limetü’l-Kezzâb kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Hz. Abdullah da bu savaşta büyük kahramanlıklar gösterdi. Ağır şekilde yaralandığı, vücudundan kanlar fışkırdığı hâlde kılıcını elinden bırakmadı. Sonunda şehitler kervanına o da katıldı.
Böylece ömrünü İslam’ın hizmetinde sarf eden bu büyük sahabi, Hicret’in 12. senesinde en çok arzu ettiği şehitlik mertebesine nail olarak ebediyet âlemine göçtü.[3]

___________________________________
[1]Tabakât, 2: 91
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 214.
[3]el-İsâbe fî mârifeti’s-Sahâbe, 2: 341.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Amr bin Âs’ın oğlu Hz. Abdullah, yaşının küçüklüğüne rağmen sahabilerin ileri gelenleri arasındaydı. Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) bir gölge gibi takip ederdi. Onun bütün söylediklerinin hak ve hakikat olduğunu bildiği için bunların mutlaka kay­dedilmesi gerektiğine inanıyordu. Bundan dolayı ilk defa hadisleri yazmaya te­şebbüs etti. Re­sû­lul­lah’tan izin istedi. Efendimiz daha önce böyle bir şeye müsa­ade etmemişti. Çünkü hadis-i şerifler Kur’ân’la karıştırılabilirdi. Bunun için Peygamberimiz, sahabilerin bütün himmet ve gayretlerini Kur’ân’ı muhafaza­ya, ezberlemeye ve toplamaya harcamalarını istiyordu. Fakat Kur’ân’ı Kerim’in nüzulü tamamlandıktan sonra bu ihtimal ortadan kalktı. Böylece Hz. Abdul­lah’ın bu isteğini kabul etti. Hadisleri toplamaya, kaydetmeye izin verdi.
Hadisleri toplamak için en uygun zat, şüphesiz, Abdullah bin Amr’dı. Dina­mik ve kuvvetli zekâya sahip bu genç sahabi, aynı zamanda son derece müttaki bir zattı. Re­sû­lul­lah’tan duyduğu hadisleri toplamaya başladı.
Zaman zaman Peygamber Efendimizin bir insan olarak kızdığı anlar da olurdu. Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah Efendimize sordu:
“Yâ Re­sû­lal­lah, sizin kızgınlık ve sevinç anların­da söylediklerinizin hepsini kaydedeyim mi?” Re­sû­lul­lah’ın bu soruya (a.s.m.) cevabı şöyle oldu:
“Evet, ben haktan başka bir şey konuşmam.”[1]
Re­sû­lul­lah’ın bu beyanı üzerine Hz. Abdullah, Peygamberimizin bütün söylediklerini kaydetmek için azami gayret gösterdi. Artık tatmin olmuştu. Zira Cenâb-ı Hak, Yüce Resûl’ünün haktan başka bir şey konuşmadığını Kur’ân’ı Kerim’de beyan buyurmuştu.[2]
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’den duyduğu hadisleri “Sâdıka” ismini verdiği eserinde topladı. Kendisine bu eserle ilgili soru soranlara şu cevabı verirdi:
“’Sâdıka’ adını verdiğim eserim, aramızda hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan doğruya Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) duyduklarımdır.”
Hz. Abdullah bu eseri için, “Onu bütün dünyaya değişmem.” dedi.[3]“Sâdıka” isimli bu eser bütün hadis âlim­lerine kaynak oldu.
Hz. Abdullah’ın fazileti ve hadis ilmine yaptığı hizmeti takdirle karşılandı. Bir hadis deryası olan Ebû Hureyre Hazretleri, Hz. Abdullah’ın bu üstünlüğünü şöyle dile getirmektedir:
“Hadis-i şerifleri benden daha çok ezberleyen ve rivayet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr bin Âs bundan müstesnadır. O, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, hadisleri yazıyordu, ben ise yazmaz­dım.”[4]
Binlerce meseleyi Re­sû­lul­lah’tan duyan ve kaydeden Hz. Abdullah gerçek manada bir hadis hocasıydı.
Hz. Abdullah, ibadetiyle de temayüz etmişti. Çoğu zaman geceleri ibadetle, gündüzleri de oruçla geçirirdi. Babası Amr bin Âs (r.a.):
“Yâ Re­sû­lal­lah, Abdul­lah devamlı olarak gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılıyor!” diye şikâyet etmek zorunda kalmıştı. Peygamberimiz de ona şu tavsiyede bulunmuştu:
“Bazen oruç tut, bazen tutma. Gecenin bir kısmında ibadet et, bir kısmında uyu. Ba­bana da itaat et.”
Abdullah (r.a.), Kur’ân-ı Kerim’i de çok okurdu. Bir gün Peygamberimize ge­lerek:
“Yâ Re­sû­lal­lah, ne kadar zamanda Kur’ân’ı hatmedeyim?” diye sordu. Peygamberimiz:
“Ayda bir hatim indir.” buyurdu. Abdullah (r.a.):
“Yâ Re­sû­lal­lah, bundan daha kısa bir sürede hatim yapabilirim!” dedi. Peygamberimiz:
“20 günde bir hatim indir.” buyurdu. Abdullah (r.a.):
“Yâ Re­sû­lal­lah, ben bundan da kısa bir sürede hatim yapabilirim!” demesi üzerine de 10 günde bir hatim in­dirmesi tavsiyesinde bulundu.
Hz. Abdullah daha kısa sürede hatim yapabileceğini söylemesine rağmen Re­sû­lul­lah Efendimiz buna izin vermedi.[5]
Peygamberimiz, bu kahraman sahabinin güç ve kuvvetten düşeceğinden endişe ediyor, istikbaldeki hizmetlerini aksatmasından korkuyordu. Onun için itidal üzere hareket etmesini tavsiye etti. Hz. Abdullah ömrünün sonlarına doğru Peygamberimizin bu tavsiyesinin hik­metini ve isabetliliğini gördü. Şöyle itirafta bulunuyordu:
“Keşke Re­sû­lul­lah’ın tavsiyesini tutsaydım! O bana sahralar dolusu kırmızı koyunlardan daha hayır­lıydı.”[6]
Hz. Abdullah’ın prensip hâline getirdiği hususlardan birisi de, sabah namaz­larından sonra uyumamasıydı. Uyuyanları da uyandırırdı. Bir gün sabah nama­zından sonra birisini uyurken gördü ve hemen uyandırdı, şöyle dedi:
“Bu vaktin İlahî tecelliler vakti olduğunu bilmiyor musun? Allah, mahlukatından bir kıs­mını bu vakitte cennetle mükâfatlandırır.”
Hz. Abdullah bu sözleriyle, sabahın erken saatlerini uyanık geçirmenin ve yapılan çalışmaların bereketliliğini ve verimliliğini nazara veriyordu.
Hz. Abdullah bin Amr bin Âs, yabancı dil bilen sayılı sahabilerden birisiydi. Süryanice’yi biliyordu. İbranice olan Tevrat’ı rahatlıkla okuyup anlayabiliyordu.
Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) hakiki bir talebesiydi. Aklına gelen soru­ları tereddüt göstermeden Efendimize sorardı. Bütün sorularının cevabını doğ­rudan doğruya ondan alırdı. Bir gün Re­sû­lul­lah Efendimize şöyle bir soru sor­du:
“Üç hayır ve üç şer nedir?” Re­sû­lul­lah Efendimiz şöyle cevap verdi:
“Doğru söyleyen dil, Allah’tan korkan kalp, dindar kadın… Üç şer ise, yalan söyleyen dil, Allah’tan korkmayan kalp, kütü kadındır.”[7]
Abdullah bin Amr (r.a.), yaşının küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud Savaşı’na katılamadı. Fakat daha sonraki bütün savaşlara Peygamberimizle birlikte katıldı.
Abdullah bin Amr (r.a.), vefatına kadar etrafına ilim ve irfan nurlan saçmaya devam etti. Ondan hadis öğrenmek için çok uzaktan gelirlerdi. Talebeleri ken­disini çok severdi. Ondan ders dinledikleri zamanlarda kimsenin kendilerini ra­hatsız etmesini istemezlerdi. Bu büyük sahabi, 700’den fazla hadis rivayet etti. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Büyük günahlardan bir tanesi de, bir kimsenin anne ve babasına lanet etme­si, söv­mesidir.” Sahabiler: “Yâ Re­sû­lal­lah, bir adam kendi anne ve babasına na­sıl lanet eder ki?!” diye sordular. Re­sû­lul­lah (a.s.m.): “Bir kimse başka birisinin babasına söver, o da ona karşılık verirse, kendi anne ve babasına sövmüş olur.” buyurdu.[8]
“Allah indinde arkadaşların en hayırlısı arkadaşlarına, komşularına en hayır­lısı da komşularına iyilik yapandır.”[9]
“İsraf ve gurur karışmadığı müddetçe yiyiniz içiniz, bol bol sadaka veriniz.”[10]
“Allah ilmi, insanların kafalarından ve kalplerinden çekip çıkarmak suretiyle değil, aralarından âlimleri almak suretiyle kaldırır. Neticede hiçbir âlim kalma­yınca insanlar, cahilleri başa geçirerek, meseleleri onlara sorarlar. Onlar da bil­meden fetva verdikleri için, kendileri sapıttıkları gibi, başkalarını da sapıklığa düşürürler.”[11]
Hz. Abdullah bir defasında, “Benim bildiklerimi bilseydiniz, beliniz bükülünceye kadar secdeden kalkmazdınız.” demişti. Hz. Abdullah’ın hikmetli söz­lerinden bir tanesi de şöyledir:
“Bir kadının varlıklı zamanında kocasının yüzüne gülmesi, fakirliği zamanında da yüz çevirmesi, cehennemlik olduğunun alametidir.”
Hz. Abdullah, Hicret’in 65. yılında Şam’da vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

_________________________________

[1]Tabakât, 4: 262; 5: 64, 482; 7: 494.
[2]Necm Sûresi, 3.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 234.
[4]Buhârî, İlim: 39.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 234.
[6]Hilye, 1: 284-285.
[7]age., 1: 288.
[8]Buhârî, Edeb: 4; Tirmizî, Birr: 4.
[9]Tirmizî, Birr: 28.
[10]İbni Mâce, Libas: 23.
[11]Buhârî, İlim: 3; Müslim, İlim: 5.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget