Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İslamiyet ruhları yeni yeni fethetmeye başlamıştı. Saadet güneşi olan Peygam­be­ri­mi­ze inen âyetler bir yandan bütün insanlığı hak ve hakikate çağırırken, di­ğer bir yandan, bilhassa Ehl-i Kitab’ı bu yüce dine davet etmekteydi. Bu davete uyanlara ebedî saadet müjdesi veriliyordu: “Ehl-i Kitab’ın hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secde ede­rek Allah’ın ayetlerini okurlar. Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, hayırlı işlere koşuşurlar. İşte, bunlar salih insanlardır.”[1]
Âyet-i kerimede salih olduklarına işaret edilenlerden biri de Abdullah bin Selâm (r.a.) idi. Hz. Abdullah, Asr-ı Saadet’te ilim ve takvaları ile şöhret bulmuş ve İslam tarihinde “Abâdile-i Seb’a” olarak bilinen yedi Abdullah’tan biridir.
Abdullah bin Selâm’ın hayatının dönüm noktası olan İslam’a girişi çok ibretli­dir. Kendisi hadiseyi şöyle anlatır:
Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) peygamberliğini duyduğum zaman çok sevindim! Çün­kü onun ismini, sıfatlarını ve geleceği zamanı bilirdim, beklerdim. Fakat buna rağmen sükût ettim. Kuba’ya geldiğini bir adam bana sevinçle haber verdi. O an­da hurma ağacının başında idim. Halam Hâlide bint-i Hâris ağacın altında idi. Haberi duyar duymaz “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdim. Halam tekbiri duyunca, “Kaybolası! Yemin ederim ki, Mûsâ bin İmrân’ın geldiğini duysaydın, bundan daha çok sevinemezdin.” dedi. Ben de, “Ey halacığım, yemin ede­rim ki, o, Mûsâ bin İmrân’ın kardeşidir. Mûsâ’nın gönderildiği hakikatle o da gönderilmiştir.” dedim. Halam bu defa yumuşak bir tavırla, “Kardeşimin oğlu, bizim kıyamete yakın geleceğini tekrarlayıp durduğumuz peygamber bu mu yoksa?” deyince ben, “Evet, emin olunuz, budur.” dedim.
Abdullah bin Selâm bu haberi alır almaz doğruca Re­sû­lul­lah’a koşar. Medi­ne’ye girecek olan Re­sû­lul­lah’ı karşılamak için toplanmış halkın arasına girer. Re­sû­lul­lah Efendimizi görünce kendisini tutamayarak “Vallahi bu simada ya­lan olmaz!”[2]diye haykırır.
Re­sû­lul­lah Efendimiz (a.s.m.) kendisine, “Sen Abdullah bin Selâm mısın?” diye sorar. Abdullah “Evet.” deyince, Re­sû­lul­lah Efendimiz (a.s.m.) “Yaklaş.” buyurur. Ve şunu sorar:
“Ey Abdullah, Allah için söyle. Tevrat’ta vasıflarıma rastladın mı?”
Abdullah bu suale karşı başka bir sual sorar:
“Allah’ın vasıflarını söyler misiniz?”
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) biraz bekledikten sonra Cenâb-ı Hak İhlâs Sûresi’ni vahyeder: “De ki: ‘O Allah birdir. O, Allah’tır, Samed’dir; her şey O’na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ve denk değildir.”
Bu âyetleri duyan Abdullah bin Selâm, Müslüman olmaktan kendini alamaz ve şöyle der:
“Evet, yâ Re­sû­lal­lah, doğru söylüyorsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen O’nun Resûlüsün.”[3]
Abdullah bin Selâm, İslam nuruyla müşerref olduktan sonra ailesini teker te­ker İslam’a davet etti. Onların da İslam’a girmelerine vesile oldu. Halası Hâlide de (r.a.) bu nurlu müminler halkasına girdi.
Abdullah bin Selâm’ın İslam’a girmesi Yahudileri kızdırdı. Daha önce onu büyük ve rehber tanırlarken, İslam’a girdiğini duyunca tam aksini söylemekten çe­kinmediler. Nitekim bir defasında Re­sû­lul­lah Efendimiz (a.s.m.) evinde, Ab­dullah bin Selâm’ın gıyabında, Yahudilere onu nasıl tanıdıklarını sorar. Müs­lüman olduğunu henüz duymayan Yahudiler, onun hakkında çok senakâr söz­ler söylerler. Bu konuşma üzerine Abdullah bin Selâm gizlendiği yerden çıkar ve şöyle seslenir:
“Ey Yahudi topluluğu, Allah’tan korkun! Size gelen bu haki­kati kabul edin. Yemin ederim ki, bu zatın Allah’ın Peygamber’i olduğunu bilir­siniz. Elinizdeki Tevrat’ta hem ismini hem de vasıflarını bulursunuz. Ben şehadet ederim ki o, Allah’ın Resûl’üdür. Ona iman ettim, onu tasdik ettim ve onu tanıdım…”
Ondan hiç beklemedikleri bu sözleri duyan Yahudiler, bu defa daha önce söylediklerinin tam aksine olarak Abdullah bin Selâm’ı itham ederler. Abdullah bin Selâm Re­sû­lul­lah’a dönerek, “Yâ Re­sû­lal­lah, Yahudi milletinin yalancı, ifti­racı, zalim ve gaddar bir millet olduğunu söylemedim mi?” der.[4]
Abdullah bin Selâm’ın faziletine Kur’ân-ı Kerim’in iki âyet-i kerimesiyle şe­hadet ettiği, müfessirler tarafından ifade edilmektedir. Her iki âyette de Allah onu müşriklere karşı şahit göstermektedir. Bunlardan birisinde şöyle buyurulur:
“İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde, siz yine büyüklük taslamışsanız, haksızlık etmiş olmaz mısınız?”[5]
Tefsirlerde, “İsrailo­ğullarından bir şahit”le, Abdullah bin Selâm’ın kastedildiği bildirilmektedir.[6]
Onun faziletini gösteren Muâz bin Cebel’in şehadeti de çok ibretlidir. Bu şehadet, “yedi Abdullah” arasına girebilmesinin bir sırrını ifade etmesi bakımın­dan mühimdir. Zeyd bin Umeyre (r.a.) rivayet ediyor:
“Hz. Muâz ölüm döşeğine düştüğü zaman ona, ‘Ey Ebâ Abdurrahman, bize vasiyet eder misiniz?’ diye ricada bulunur. Hz. Muâz’ı isteği üzerine oturtur. Şöyle der: ‘İlim ve iman yerindedir. Onları arayan bulur. İlmi dört kişiden öğre­niniz: Ebû’d-Derdâ, Selmân-ı Fârisî, Abdullah bin Mes’ud ve Abdullah bin Selâm... Zira Re­sû­lul­lah’ın şöyle buyurduğunu duydum: ‘Abdullah bin Selâm, cennette 10’un onuncusudur.’”[7]
Yahudilerin bir defasında Tevrat’taki recim âyetini Re­sû­lul­lah’tan saklamala­rı karşısında Re­sû­lul­lah’a bizzat bildirerek yalanlarını ortaya çıkaran[8]Abdul­lah bin Selâm, Hz. Osman’ı öldürmek isteyenlere karşı çıktı. Hz. Osman şehit edilirse kıyamete kadar katl ve savaşların Müslümanlar arasında devam edece­ğini bildirdi.
Hz. Abdullah, Hicrî 43 tarihinde vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

___________________________________
[1]Âl-i İmrân Sûresi, 71.
[2]Sîre, 2: 164.
[3]Tefsir-i İbni Kesîr, 2: 521.
[4]Sîre, 2: 164.
[5]Ra’d Sûresi, 43; Ahkaf Sûresi, 10.
[6]Tefsîr-i İbni Kesîr, 4: 156.
[7]Üsdü’l-Gàbe 3: 177; Tabakât, 2: 353.
[8]Sîre, 2: 215.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz henüz Medine’ye hicret etmemişti. Ama İslamiyet, Medine’de hızla yayılıyordu. Re­sû­lul­lah, Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’de İslam nurunu yaymak ve Müslüman olanlara İslam’ı öğretmek için vazifelendirmişti. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla bu vazifeyi güzel bir şekilde ifa eden Hz. Mus’ab, bir hac mevsiminde 2’si kadın olmak üzere 75 Müslüman’la, Peygamberimizi ziyaret etmek maksadıyla Mekke’ye geldi. İşte bu 75 kişiden birisi de Abdullah bin Revâha’dır (r.a.).
Peygamberimiz, Medineli Müslümanlarla Akabe mevkiinde görüştü. Arala­rında çeşitli konuşmalar cereyan etti. Bir ara Hz. Ebû Heysem, “Yâ Re­sû­lal­lah, bizimle Yahudiler arasında bir anlaşma ve sözleşme var. Biz bu hareketimizle o anlaşma ve sözleşme­ye aykırı hareket etmiş oluyoruz. Allah seni muzaffer kıl­dıktan sonra, Mekke’ye kav­minin yanına döner, bizi yalnız bırakırsan hâlimiz nice olur?!” dedi. Peygamberimiz tebessüm etti ve şöyle buyurdu:
“Benim kanım sizin kanınızdır. Siz kanınızı akıtırsanız, ben de kanımı akıtı­rım. Zimmetim zimmetiniz, hürmetim hürmetinizdir. Ben sizdenim, siz de ben­densiniz. Siz kiminle savaşırsanız, ben de onunla savaşırım. Siz kiminle barışır­sanız, ben de onunla barışırım.”[1]
Konuşmalar bir hayli uzamıştı. Hz. Abdullah, Peygamberimizin üzülmesini istemiyordu. Re­sû­lul­lah, Mekkeli müşriklerin işkencelerinden kurtulmak ve Medine’yi teşrif etmek istiyordu. Sözü uzatmanın manası var mıydı? Bir an ev­vel, “Yanımıza gel, yâ Re­sû­lal­lah! Bütün şartlarını kabul ediyoruz.” diyerek o Yüce Resûl’ü hoşnut etmek gerekmez miydi? Hz. Abdullah, bu arzusunu açığa vurmakta gecikmedi. Ebû Heysem’e şöyle dedi:
“Biz, Allah’tan ve Allah’ın Resûl’ünden geleni kabul ettik. Ey Ebû Heysem! Sen bir tarafa çekil. Biz, Re­sû­lul­lah’a biat edeceğiz.”
Bunun üzerine Medineli Müslümanlar teker teker Peygamber Efendimize biat etmeye başladılar. Abdullah bin Revâha biat ederken, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sana 12 Havarinin İsâ’ya (a.s.) biat ettiği şekilde biat ediyorum.” dedi.
Havarilerin Hz. İsâ’ya her zaman onunla birlikte hareket edeceklerini Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatır:
“Vakta ki İsâ, Yahudilerin inkârda ısrarlarını ve ihanetlerini hissedince, ‘Allah yoluna davette benim yardımcılarım kimdir?’ dedi. Havariler de, ‘Al­lah’ın dinine yardımcılar biziz’ dediler. ‘Biz Allah’a iman ettik. Sen de şahit ol ki, biz gerçekten Müslümanlarız!’
“’Ey Rabb’imiz! Biz indirdiğin kitaba inandık ve Peygamber’e uyduk. Sen de bizi, Senin birliğine ve peygamberlerinin doğruluğuna şahitlik edenlerle beraber yaz.’ dediler.”[2]
İşte Abdullah bin Revâha, Havarilerin Hz. İsâ’ya (a.s.) biat ettikleri gibi biat etmekle, müşriklere karşı malıyla canıyla Allah’ın Resûl’üne yardımcı olacağını, onu koruyacağını anlatmak istedi.
Abdullah bin Revâha, Medine’de İslam’ın yayılması hususunda büyük hiz­metlerde bulundu. O, putlardan aşırı derecede nefret eder, insanların cansız ağaç ve taş parçalarına tapmalarına hiçbir mana veremezdi. Onları bu sapık­lıklarından kurtarmak için de elinden gelen gayreti gösterirdi.
Hz. Ebû Derdâ henüz İslam’la müşerref olmamıştı. Bir putu vardı. Onu çok seviyordu. Abdullah bin Revâha, Ebû Derdâ’nın putlardan yüz çevirip imanın huzuruna kavuşmasını çok arzuluyordu. Defalarca onu İslam’a davet ettiyse de istediği neticeyi alamamıştı. Aralarında kan kardeşliğinden fazla bir samimiyet ve dostluk vardı. Ne yapıp etmeli, onu kurtarmalı idi. Bir gün onun evden çıktığını gördü. Baltasını eline aldı, putun bulunduğu odaya gir­di. “Allah’tan başka tapılan her şey batıldır.” mealinde bir şiir okuyarak putu paramparça etti. Ebû Derdâ’nın hanımı gürültüyü duyup geldiğinde Hz. Ab­dullah’ın putu kırdığını görünce, “Ey Revâha’nın oğlu, sen ne yaptın?! Beni mahvettin!” dedi. Abdullah bin Revâha hiç aldırış etmeden putu kırmaya de­vam etti. Onu iyice parçaladıktan sonra da çekip gitti. Eve geldiğinde hanı­mının ağladığını gören Ebû Derdâ, niçin ağladığını sordu. Kadın, olup biteni haber verdi. Ebû Derdâ ilk anda çok kızdı. Sonra, “Putta bir hüner olsaydı, kendisini savunur, korurdu.” dedi. Hidayet meşalesi göğsünde yanmaya baş­lamıştı. Gidip Abdullah bin Revâha’yı buldu ve Müslüman oldu.[3]
Abdullah bin Revâha, Peygamberimizin mümtaz ve kahraman şairlerindendi. Müşriklerin küfür ve cehaletlerini yüzlerine vuran, onları his ve şuuru olmayan putlara tapmakla ayıplayan şiirleri, Re­sû­lul­lah’ın takdirini kazanmıştı. Peygam­berimiz onu şöyle taltif etti:
“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onun sözleri, Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha tesirlidir.”[4]
O, şiirleriyle sadece müşrikleri kınamakla kalmamış, Peygamberimizi met­heden çok güzel şiirler de söylemiştir. Bu şiirlerinden birisi şu mealdir:
“Şafak söktüğü, tan yeri ağardığı sırada, ne mutlu bize ki, aramızda Re­sû­lul­lah bulunuyor ve Kur’ân okuyor. Dalalet ve sapıklıktan sonra bize doğru yolu o göstermiş, gö­nüllerimiz de ona tereddütsüz inanmıştır. O, Allah’tan her ne teb­liğ ettiyse vuku bul­muştur. Müşrikler yataklarında uyurken, o yanını döşeğin­den uzaklaştırmış olarak gecelerdi.”
Peygamberimiz, Abdullah bin Revâha’nın bu şiiri üzerine, “Şüphesiz kardeşi­miz batıl söz söylemez.”[5]buyurarak hem Hz. Abdullah’ı takdir ediyor, hem de şi­irdeki şaşmaz ölçüyü veriyordu. Şiir, batılı tasvir etmemeliydi.
“Şairlere ancak azgınlar uyar.”[6]mealindeki âyet nazil olduğu zaman Abdul­lah bin Revâha, Hassan bin Sâbit ve Kâ’b bin Mâlik gibi kudretli şair sahabiler mahzun bir şekilde Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardılar ve:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Cenâb-ı Hak bu âyetleri indirirken elbette bizim de şair olduğumuzu biliyordu.” dedi­ler. Peygamber Efendimiz:
“Siz, azgınların kendilerine uyacağı şairler değilsi­niz.” dedi ve “Ancak inanıp salih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve hak­sızlığa uğradıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır.” mealindeki âyeti[7]okuyarak, “İşte siz bunlardansınız.” buyurdu. Onlar da sevinerek oradan ayrıldı­lar.
Abdullah bin Revâha, Peygamberimizin bütün emirlerini hiç tereddüt etme­den hemen yerine getiren bir sahabiydi. Bu, onun en belli vasıflarından biriydi. Bunun için de teslimiyette müstesna bir yere ulaşmıştı. Çünkü gönül verdiği in­san, Allah’ın Resûl’ü idi; her emrinde bir hikmet, her hareketinde büyük manalar vardı.
Bir gün Peygamber Efendimizin huzuruna geliyordu. Re­sû­lul­lah da o esnada mescitte hutbe irat ediyordu. Abdullah bin Revâha mescide yaklaşmış, fakat içeri girmemişti. Peygamberimizin cemaate, “Oturun.” dediğini işitti. Bu emri duyar duymaz hemen bulunduğu yere çöküverdi. Peygamberimiz hutbesini bitirinceye kadar bekledi. Ashâb, Peygamber Efendimize:
“Yâ Re­sû­lal­lah, Ab­dullah bin Revâha’nın nerede oturduğunu görüyor musunuz? Sizin cemaate, ‘Oturun.’ diye emrettiğinizi işitince, hemen olduğu yere oturdu!” dediler.
Pey­gamber Efendimiz, Abdullah’ın teslimiyetini ve itaatini gösteren bu hareketin­den çok memnun oldu ve:
“Allah, senin Kendisine ve Peygamberine olan itaatini artırsın!” diye dua etti.[8]
Hz. Abdullah müsait bulduğu her fırsatta insanlara hakkı ve hakikati anlat­maya gayret eder, Re­sû­lul­lah’tan duyup öğrendiklerini çevresine ulaştırır, onla­rın iman ve Kur’ân hakikatlerinden istifade etmelerine çalışırdı.
Bir gün Medine’de birkaç kişiyle oturmuş, onlarla tatlı tatlı sohbet ediyordu. Etrafındakiler de kendisini can kulağıyla dinliyordu. Orada âdeta bir irfan ve muhabbet sofrası kurulmuştu. Sahabilerinin bu mesut anlarını gören Peygam­berimiz, yanlarına geldi ve onlara şöyle iltifatta bulundu:
“Siz o kimselersiniz ki, Cenâb-ı Hak, yanınızda oturmamı emir buyurmuş­tur.” Sonra da, “Sabah akşam Rab’lerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla oturmaya sabret.”[9]mealindeki âyet-i kerimeyi okudu ve şöyle buyurdu:
“Şunu bilin ki, siz burada kaç kişi iseniz, sizin sayınız kadar melekler de yanınızda otu­ruyorlar. Siz Allah’ı tespih ve tenzih ettiğiniz zaman onlar da size katılır, siz Al­lah’a hamd ettiğiniz zaman onlar da hamd ederler. Siz tekbir getirdiğiniz zaman onlar da getirirler…”[10]
Abdullah bin Revâha takva ehli bir zattı. İbadete çok düşkün, sünnete çok bağlı, Allah’tan çok korkan bir sahabiydi. Eve girerken ve evden çıkarken iki rekât namaz kılardı. Hanımı, onun bu namazı hiç ihmal etmediğini rivayet eder.[11]Ayrıca sıcağın şiddetinden insanın gölge yapmak için elini başına koy­mak zorunda kaldığı günlerde çıkılan seferlerde dahi oruçlu bulunurdu. Bir se­fer esnasında Re­sû­lul­lah’tan başka sadece onun oruçlu bulunduğu rivayet edi­lir.[12]
Abdullah bin Revâha, Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber Savaşlarına katılmış, Hu­dey­biye ve Umre Seferlerinde bulunmuştu. Hayber Savaşı’ndan önce Hayber Yahudile­rinin tutum ve davranışlarını öğrenmek üzere gönderilmiş, daha sonra da 30 kişilik bir heyetin başında Hayber lideri Useyr bin Pazim’le görüşmek üzere vazifelendirilmiş­ti.[13]
Hayber fethedildikten sonra Peygamberimiz, Hayber Yahudilerinin mah­sulleri hususunda tahminde bulunmak üzere Abdullah bin Revâha’yı vazifelendirmişti. Hayber Yahudileri, mahsullerinin yarısını vermek şartıyla yerlerinde bırakılmışlardı. Yahudiler, karılarının ziynet takımlarını toplayarak Abdullah bin Revâha’ya vermek istediler. Karşılığında da ondan mahsulü eksik tahmin et­mesini şart koştular. Bu teklif karşısında son derece kızan Abdullah bin Revâha şöyle dedi:
“Ey Yahudi cemaati! Vallahi siz bana göre Allah’ın yaratıklarından en sevim­sizi ve en iğrencisiniz! Sizin bana teklif ettiğiniz ücret, bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır. Biz onu ağzımıza koymayız.”[14]
Abdullah bin Revâha, bütün bunlara rağmen ameline güvenmez, Allah’ın ga­za­bından emin olmazdı. “Sizden cehenneme uğramayacak kimse yoktur.”[15]mealindeki âyet-i kerimeyi hatırladıkça ağlar ve “Bilmiyorum, ben cehenneme uğradıktan sonra ondan kurtulacak mıyım, kurtulamayacak mıyım!” derdi.[16]
Abdullah bin Revâha, son olarak Hicret’in 8. senesinde vuku bulan Mute Savaşı’na katıldı. Peygamberimiz, Hâris bin Umeyr’i (r.a.) bir mektupla Rum kay­serine göndermişti. Hâris bin Umeyr, Şam valilerinden Şurahbil bin Amr tara­fından şehit edildi. Umeyr’in şehit edilmesi, Peygamberimizin çok ağırına gitti. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Orduya Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin etti. Şayet Zeyd şehit olursa, Câfer bin Ebî Tâlib kumandayı ele alacak, o da şehit olursa orduya Abdullah bin Revâha kumanda edecekti.
Hazırlanan ordu Re­sû­lul­lah tarafından uğurlandı. Mücahitler Müslümanlarla vedalaştılar. “Seniyyetü’l-Vedâ” denilen mevkie gelinmişti. Vedalaşma esnasında Abdullah bir Revâha ağlamaya başladı. Kendisine niçin ağladığı sorulduğunda şu cevabı verdi:
“Vallahi ben ne dünya sevgisinden dolayı ne de sizleri özleyeceğim diye ağ­lıyorum. Beni ağlatan şey, Re­sû­lul­lah’tan işittiğim, ‘İçinizden cehenneme uğra­mayacak yoktur! Bu, Rabb’imin yapmayı üzerine vacip kıldığı bir gerçektir.’[17]âyetidir. Cehenneme uğradıktan sonra oradan nasıl geri döneceğimi bilmiyo­rum. Ben, Rahmân olan Allah’tan, kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle yahut ciğer ve bağırsakları kasıp kavuran bir kargı saplamasıyla şehit olmak is­terim ki, kabrime uğrayanlar ‘Allah bu savaşçıya doğru yolu göstermiş, o da doğru yolu bulmuştur.’ desinler!”[18]
Ordu yola çıkmak için hazırlandığı sırada Abdullah bin Revâha, Peygambe­rimizin huzuruna vardı. Onunla vedalaştıktan sonra:
“Allah, Mûsâ’ya olduğu gibi, sana olan ihsanlarını da sabit ve devamlı kılsın. Yardım olunan ve zafere kavuşturulanlar gibi, sana da yardımını ihsan buyursun.” dedi. Onun bu sözleri­ne karşılık Re­sû­lul­lah şu mukabelede bulundu:
“Ey Revâha’nın oğlu! Allah seni de iyilikle en güzel şekilde sabit ve devamlı kılsın.”[19]
Peygamberimiz mücahitlerle vedalaşıp Medine’ye dönerlerken, Abdullah bin Revâ­ha onu şu beyitlerle selamladı:
“Geride kalan, hurmalıkta kendisine ve­da ettiğim zata, o en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selam olsun!”[20]
Şurahbil bin Amr, Müslümanların kendisine doğru gelmekte olduğunu haber alınca, pek çok asker topladı. Topladığı askerlerin sayısı 100 bini—başka bir ri­vayette 200 bini—aşkındı. Aynı zamanda, orduda bol miktarda at ve silah bulunuyordu. Müslümanlar ise bundan mahrumdu.
Mücahitler, Şurahbil’in ka­labalık ve silahlarla donatılmış bir ordu hazırladığını haber alınca, durumu görüşmek üzere iki gece oturdular. Zeyd bin Hârise (r.a.), mücahitlerin görüşleri­ni sordu. Mücahitlerden bazısı Rumlarla karşılaşmaktan vazgeçip memleket­lerine akın yapmayı, bazısı da durumu Re­sû­lul­lah’a bildirerek yardım talebinde bulunmayı tavsiye ettiler.
Abdullah bin Revâha susuyor, konuşmuyordu. Zeyd bin Hârise’nin kendisine düşüncelerini sorması üzerine şöyle konuştu:
“Ey kavmim! Vallahi sizin şimdi istememiş olduğunuz şey, arzulayıp elde etmek için sefere çıktığınız şehitliktir. Biz insanlarla ne sayıca, ne silahça, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirmiş olduğu şu din kuvvetiyle savaşıyoruz. Gidiniz, savaşınız! Bunda muhakkak ki iki iyi­likten biri, ya zafer ya da şehit­lik vardır. Vallahi Bedir Savaşı’nda yanımızda iki at, Uhud Savaşı gününde de bir tek at bulunuyordu. Eğer bu seferimizde düş­mana galip gelmek kaderde varsa, zaten Allah’ın ve Peygamberimizin bize vaa­di de böyledir. Allah vaadinden vazgeçmez. Eğer kaderde şehitlik varsa, böyle­ce cennetlerde kardeşlerimize kavuşmuş oluruz.”
Abdullah bin Revâha’nın bu konuşması, mücahitleri cesaretlendirdi:
“Revâha’nın oğlu doğru söylüyor.” dediler ve yollarına devam ettiler. Abdullah bin Revâha:
“Ben herhâlde geriye, ailemin yanına dönmeyeceğim. Umarım ki şehit olacağım!” diyordu.
Nihayet iki ordu Mute’de karşılaştı ve birbirleriyle kıyasıya çarpışmaya baş­ladılar. Zeyd şehit oldu, sancağı hemen Câfer aldı. Câfer şehit oldu, sancağı Abdullah bin Revâha aldı. Abdullah bin Revâha sancağı eline alınca, atının üze­rinde düşmana doğru ilerledi. Bunu yaparken, nefsini kendisine boyun eğdir­meye ve bazı tereddütlerini gidermeye çalışıyordu:   
 “Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim, diye yemin ettim. Sen bu­na ya kendiliğinden razı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Görüyo­rum ki, sen cennetten pek hoşlanmıyorsun. Yıllar uzayıp gittiği hâlde sen hâlâ tatmin olmamışsın. Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmesen, ölmeyecek misin? İşte ölüm sana geldi çattı. Arzu etmediğin şey sana verilecektir. Eğer o iki kişinin yaptıklarını yapar, şehitliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun; eğer ge­cikirsen bedbaht olursun…”
Abdullah bin Revâha böyle diyerek çarpışıyordu. Bu sırada parmağı yaralan­dı. Yaralanan parmağı, kılıç sallamasına engel oluyordu. Atından yere indi, ya­ralı parmağını ayağının altına aldı ve:
“Sen sadece kanayan bir parmak değil mi­sin? Bu kazaya da Allah yanında uğramış bulunuyorsun.” diyerek çekip kopardı. Nefsinin tereddüdünü hâlâ giderememişti. Son olarak şunları söyledi:
“Ey nefis! Şehit olmaktan seni çekindiren, sakındıran, hangi şeylerdir? Eğer çekingenliğin hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, o üç talakla bo­şanmıştır. Kölelerinden mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, onlar azat edilmiş­tir. Yok eğer bakımsız, verimsiz hâle gelmiş bahçenden bostanından ileri geli­yorsa, o, Allah ve Resûlüne bırakılmıştır.”
Bütün gücüyle savaşmaya başlayan Abdullah bin Revâha, mızrakla yaralan­dı, yere yıkıldı. Çok geçmeden, kaldırıldığı yerde can verdi.
Cenâb-ı Hak, zaman ve mekân mefhumlarını ortadan kaldırarak, Resûlüne savaş meydanını gösterdi. Peygamberimiz de, kumandanların şehit edildikleri­ni, kendileri hakkındaki haber Medine’ye gelmeden önce Müslümanlara haber verdi. Minbere çıkıp oturdu. Halk toplanınca şöyle dedi:
“Onlar düşmanla karşılaştılar. Zeyd şehit oldu. O şimdi cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Şimdi o, yakuttan iki kanadıyla duruyor. Câfer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı.”
Re­sû­lul­lah bir müddet sustu. Ensar’ın benizleri değişti. Abdullah bin Revaha’nın ba­zı uygunsuz davranışlar yaptığını sandılar. Peygamberimiz:
“Abdul­lah bin Revâha, iki ayağını pekiştirdi. Elinde sancak olduğu hâlde, düşmanlarla çarpıştı ve şehit olarak öldürüldü. İtirazlı olarak cennete girdi.” buyurdu.
Abdullah bin Revâha’nın cennete itirazlı olarak girişi Ensar’ın ağırına gitti. Re­sû­lul­lah’a onun itirazının sebebini sordular. Re­sû­lul­lah, onların sualine şöyle cevap verdi:
“Kendisi yaralandığı zaman, düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesaretlendi ve şehit oldu. Cennete girdi. Onlar, cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi. Abdullah bin Revâha’nın tahtının arkadaşlarınınkinden alçak olduğunu gördüm. Sebebini sordum. ‘Abdullah çarpışmaya gider­ken bazı tereddütler geçirmiş, sonra da çarpışmaya girmişti.’”[21]
Allah onlardan razı olsun!

___________________________________

[1]Sîre,2: 85.
[2]Âl-i İmrân Sûresi, 52-53.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 288-289.
[4]Neseî, Hac: 119.
[5]Buhârî, Küsuf: 71.
[6]Şuarâ Sûresi, 224.
[7]Şuarâ Sûresi, 227.
[8]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 524-525.
[9]Kehf Sûresi, 28.
[10]Hayâtü’s Sahabe, 4: 20.
[11]age., 3: 583.
[12]İsâbe, 2: 297.
[13]Tabakât, 3: 526.
[14]Sîre, 3: 369.
[15]Meryem Sûresi, 71.
[16]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 435.
[17]Meryem Sûresi, 71.
[18]Sîre, 4: 15-16.
[19]Tabakât, 3: 528; Sîre, 4: 16.
[20]Sîre, 4: 21.
[21]Üsdü’l-Gàbe, 3: 158-159; Sîre, 4: 16-22.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabilerin hepsinin sünnete değer verip ona tabi olmak hususunda azami gay­ret gösterdiklerine şüphe yoktur. Fakat bazıları, sünnete bağlılık noktasında çok daha ileriy­diler. Hele bunlardan bir tanesi vardı ki, kılı kırk yararcasına Re­sû­lul­lah’a uymaya ça­lışırdı. Sadece ibadetle ilgili hususlarda değil, beşerî işlerinde dahi Peygamberimizi tak­lit ederdi. Mesela Re­sû­lul­lah bir yere giderken nere­de inmiş, ne şekilde yürümüş, hangi sokaktan geçmiş, nerede oturmuş, nerede abdest almış ve nerede namaz kılmışsa aynısını tatbik ederdi. Müslümanlar bu­nu bildiklerinden, onda ne görseler “sünnet” diye tereddütsüz yapmaya çalışır­lardı.
Bir defasında saçlarının tamamını kestirmişti. Bir taraftan tıraş oluyor, bir ta­raftan da yanındakilere, “Ey insanlar, bu, sünnet değildir. Fakat saçlarım bana eziyet verdiği için kestiriyorum.” demek mecburiyetinde kalıyordu. Çünkü on­ların sünnet zannıyla böyle yapmalarından endişe etmişti. İşte bu bahtiyar sahabi, Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah’tan başkası değildi.
Hz. Abdullah, babası Müslüman olduğunda beş yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple hiç puta tapmamıştı. İslamiyet’i anlayabilecek bir yaşa geldiğinde he­men Müslüman oldu. Daha sonra da Medine’ye hicret etti.
Abdullah (r.a.) iyice büyümüş, delikanlılık çağına gelmişti. Bedir Savaşı için hazırlanan orduya katılmak istiyor, kabına sığmıyordu. Fakat Peygamberimiz, yaşı küçük olan birkaç kişiyle birlikte onun da orduya katılmasına müsaade et­medi. Bu, Hz. Abdullah’ı çok üzdü. Kendisi bununla ilgili olarak şöyle der:
“Beni ufak tefek bulduğu için savaşa katılmama müsaade etmedi. Sabaha ka­dar ağlayarak, üzüntü içinde kıvranıp uykusuz geçirdiğim başka bir gece hatırlamıyorum.”
Hz. Abdullah, yaşının küçük olması dolayısıyla Uhud Savaşı’na da katılama­dı. Fakat bundan sonra artık Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Çok büyük kahramanlıklar göstererek Re­sû­lul­lah’ın takdirini kazandı.[1]
Abdullah (r.a.), Hicret’ten sonra kendilerini sadece İslamiyet’i öğrenmeye adayan ve başka bir işle meşgul olmayan Suffe Ashâbı’na dâhil oldu. Onlarla birlikte mescitte yatıp kalkmaya başladı. Böylece küçük yaştan itibaren hem Peygamberimizden, hem de birlikte kaldığı sahabilerden feyiz aldı. Bilgisini artırdı. Kısa zamanda Suffe Ashâbı’nın mümtaz şahsiyetleri arasında yer aldı. İlim meclislerine katıldı, İslami meselelerde derin bilgi ve söz sahibi oldu.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ı çok sever, zaman zaman ona bazı tavsiyeler­de bulunurdu. Bir defasında, o sıralar henüz çok genç olan Hz. Abdullah’ın omuzundan tutarak şöyle buyurdu:
“Ey Abdullah, dünyada kendini garip bir yolcu kabul et, kabir ehlinden say. Ey Ömer’in oğlu, ahirette dinar da dirhem de yoktur, orada iyilik ve kötülüğün karşılaştırılması vardır. Elbisesini gururla çeken kimselerin yüzüne o gün Allah bakmaz.”[2]
Artık Hz. Abdullah, ondan sonraki bütün hayatını bu tavsiyelerin ışığında ya­şadı.
Hz. Abdullah mescitte kaldığı günlerde bir rüya görmüştü. Rüyasında iki me­lek kendisini alarak cehenneme götürmüştü. “Cehennemden Allah’a sığınırım, cehennemden Allah’a sığınırım, cehennemden Allah’a sığınırım!” demeye baş­ladı. O sırada onları başka bir melek karşıladı ve Hz. Abdullah’a, “Korkma.” de­di. Abdullah (r.a.) bu rüyayı kız kar­deşi Hafsa (r.a.) vasıtasıyla Peygamberimiz­den sordurdu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Abdullah ne iyi birisidir; bir de geceleyin namaz kılsa!” buyurdu. Bundan böyle Hz. Abdullah geceleyin pek az uyumaya başladı. Gece namazı kılmaya devam etti.[3]
Abdullah’ın (r.a.) Re­sû­lul­lah’a derin bir muhabbeti vardı. Kalbi, ruhu, bütün varlığı onun sevgisiyle doluydu. Bu sevgi sebebiyledir ki, zaruri işleri dışında Re­sû­lul­lah’tan bir an bile ayrılmamış, “Nübüvvet mektebinden kana kana feyiz almıştı. Bütün vaktini ilim öğrenmeye ayırmıştı. Ne var ki, her fâni gibi Peygam­berimiz de bu dünyadan ayrıldı. Bu ayrılık Hz. Abdullah’ı hicrana boğdu. Re­sû­lul­lah’tan bahsedildiğinde gözyaşlarını tutamazdı. Bir yolculuğa çıkarken ve yolculuktan dönüşte ilk olarak Peygamberimizin kabrini ziyaret ederdi.
Hz. Abdullah, babası Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Mısır’ın, Kuzey Afri­ka’nın, Horasan’ın ve Taberistan’ın fethinde bulundu. İdarecilik işlerinde babasına yardımcı oldu. Müslümanların karşılaştıkları müşkil meseleleri halletti. Kıyamete kadar gelecek olan Müslüman nesillerin önünde onlara yol gös­teren yıldız sahabilerden birisi olan Hz. Abdullah’ın sünnete uymaktan son­ra en bariz vasfı, cömertliğiydi. Bu bahtiyar sa­ha­bi, “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe fazilet ve üstün sevaba erişemezsiniz.”[4]mealin­deki âyet-i keri­menin hakikatine erenlerdendi. Bununla alakalı olarak gelen rivayetlerde, onun bu husustaki örnek davranışlarından misaller verilir.
Bir defasında devesine binmişti. Devenin yürüyüşü çok hoşuna gitti:
“Ne güzel, ne güzel!” deyip deveyi çöktürdü. Yanında bulunan Hz. Nâfi’ye (r.a.), devenin semerini indirmesini söyledi. Semeri indirildikten sonra ona:
“Sen hiç bu kadar güzel başlı bir deve gördün mü?” diye sordu. Artık anlaşılmıştı ki, o bu güzel deveyi hacda kurban edecekti… Hz. Nâfi ona:
“Bu deveye yazık olur, satarsan parasıyla birkaç tane kurbanlık deve alabilirsin.” dediyse de, aldırış etmeyen Hz. Abdullah, ona deveyi işaretlemesini ve kurbanlık deve­lerin arasına katmasını söyledi. Çünkü o, en çok sevdiği şeyleri Allah yolun­da feda etmeyi hayatının temel bir düsturu olarak benimsemişti.[5]
Abdullah bin Ömer’in en meşhur hasleti, fakirlere, yetimlere ve kimsesiz­lere gösterdiği alakadır. Hz. Abdullah, sofrasında her zaman bir yetim veya fakir bulunmasına dikkat ederdi. Öğle ve akşam yemeklerine oturduğunda, hemen civardaki yetimlere haber gönderir ve yemeğe onlar geldikten sonra başlardı. Mescitten çıkarken, yol üstünde karşılaştığı fakirleri evine götürür, yemek yedirirdi. Hanımı, onun çoğu zaman bu âdeti yüzünden aç kal­ması sebebiyle üzülürdü. Çünkü Hz. Abdullah bütün yemeğini fakirlere ik­ram ederdi. Bu yüzden hanımı bir defasında mescit çıkışında duran fakirlere haber göndererek onlara kendisinin yemek vereceğini bildirdi. Hz. Abdullah mescitten çıkınca yolda kimseyi bulamadı. Eve döndüğünde:
“Bana filan ki­şileri çağırın.” diye emretti. Hanımı o kişilere yemek gönderdiğini söyleyin­ce:
“Sizin maksadınız bana yemek yedirmemek galiba!” diyerek, o gün ve ak­şam yemeklerini yemedi.[6]
Onun ibretli ve ahenkli hayatından bizler için örnek bir levha, “Lem’alar”da zikredilir. Hz. Abdullah bir gün 40 paralık bir mesele için çarşıda şid­detli bir münakaşa ve pazarlık etti. Onun bu tavrını gören bir başka sahabi, büyük İslam halifesi Hz. Ömer’in oğlunun bu kadar küçük bir miktar için hara­retli münakaşasını tuhaf bir cimrilik olarak görüp garip karşıladı.
Sonra merak saikasıyla Hz. Abdullah’ın peşine düştü. Onun evinin kapısında bekleyen bir fakirin yanında bir müddet oyalandığını ve sonra içeri girdiğini gördü. Birazdan Hz. Abdullah evinin diğer kapısından çıktı ve o kapıda bir fakir daha görerek yanına gi­dip biraz yanında kaldı. Sonra da gitti. İyice meraklanan sahabi, fakirlerin yanına gide­rek, Hz. Abdullah’ın yanlarında ne yaptığını sor­du. Her ikisi de onun kendilerine birer altın verdiğini söylediler. Şaşkınlığı iyice artan sahabi, sonunda meseleyi doğrudan Hz. Abdullah’a sormaya karar verdi. Çarşıda 40 para için hararetle pazarlık yaparken fa­kirlere bu kadar cömert davranmasının hikmetini bizzat ona sordu. Şöyle bir cevapla karşılaştı:
“Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan [akıllılıktan] ve alış verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, his­set [cimrilik] değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hissettir ve ne de bu israftır.”[7]
Verdiğimiz birkaç misalde şefkat ve merhameti, muvazene ve muhakemesi ve Rabb’ine teslimiyeti açıkça görülen Hz. Abdullah, aynı zamanda zulüm kar­şısında hakkı çekinmeden haykırabilen, mert ve cesur bir karaktere sahipti. Ha­yatının son yıllarında Haccâc’a karşı yaptığı sert çıkışlar bunu gösterir.
Bir defasında Zalim Haccâc’ın cuma hutbesini çok fazla uzatması üzerine oturduğu yerden:
“Güneş seni beklemez!” diye bağırmış ve onun:
“Senin başını kesmek isterdim!” sözüne de:
“Bilirim, yaparsın; çünkü sen sefihin birisin!” diye cevap vermişti.
Hz. Abdullah mesuliyetinden çekindiği için idareciliği kabul etmezdi. Hz. Osman’ın ısrarla yaptığı teklifini her seferinden reddetti.
İlim tarihine “Dört Abdullah” olarak geçen Abdullah’lardan birisi olan Hz. Abdullah’ın tefsir, fıkıh ve bilhassa hadis ilminde apayrı bir yeri vardı. 2 bin 630 hadis rivayet ederek “en çok hadis rivayet eden” sahabiler arasında Ebû Hüreyre’den sonra ikinci sırayı aldı.
Hz. Abdullah hadis rivayet ederken “ince eleyip sık dokurdu.” Rivayet ettiği hadislerde kelimelere, harflere dahi dikkat ederdi. Aynı manaya gelse bile Re­sû­lul­lah’ın kullandığı kelimeden başka bir kelime kullanmazdı. Hadis rivayet ederken tane tane konuşurdu. Dinleyiciler ona hayran kalırlardı. Rivayet ettiği hadislerden bazıları:
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz. Tehlikeli bir durumda kalsa yalnız bırakmaz… Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşı­larsa, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’ın üzüntüsünü giderirse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”[8]
“Şu dört şey kimde bulunursa tam bir münafık olur. Bunlardan biri kendisin­de bulunan kimse de, onu terk edinceye kadar münafıklığın vasfını taşımış olur. Bu dört şey şunlardır: Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünde durmaz. Anlaşma yaptığı zaman vazgeçer. Düşmanlık yaptığında sınırı aşar ve daha çok kötülükte bulunur…”[9]
Peygamberimiz bir adamı bir diğerini utangaçlığından dolayı ayıplarken gör­dü. Adam şöyle diyordu:
“Bu utangaçlığın sana çok zararı olur.”
Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.):
“Bırak onu. Şüphesiz ki hayâ, imandandır.” buyurdu.[10]
Hz. Abdullah hadis, tefsir ve fıkıh ilmine vâkıf olduğu hâlde fetva verirken çok titiz davranırdı. Kesin olarak bilmediği veya tereddüdü olduğu meseleler­de, “Ben bu meseleyi bilmiyorum.” deme tevazuunu gösterirdi. Çokları onun bu samimi itirafına hayret ederlerdi. Bir defasında Hz. Abdullah’tan fetva istemiş­lerdi. O, “Ben bu meseleyi bilmiyorum.” dedi. Suali soran ısrar edince Hz. Ab­dullah, “Ben senin vasıtanla cehenneme köprü kuramam!” diye karşılık ver­di.
Hz. Abdullah, Hicret’in 73. yılında 86 yaşındayken Hakk’ın rahmetine kavuştu. Onun şu sözü, ilim yolunda çalışanlara gerçekten bir rehber mertebesindedir:
“İnsan şu vasıflara sahip olmadıkça gerçek âlim olamaz: Kendisinden üstün kimseye haset etmeyecek. Kendisinden aşağıda olanı hakir görmeyecek. İlmine karşılık dünyalık bir fayda arzu etmeyecek…”

_______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 277.
[2]Buhârî, Rikak: 3.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 140.
[4]Âl-i İmrân Sûresi, 192.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 229.
[6]Hilye, 1: 298.
[7]Lem’alar, s. 134.
[8]Buhârî, Mezâlim: 3; Müslim, Birr: 58.
[9]Buhârî, İman: 24; Müslüm, İman: 106.
[10]Müslim, İman: 59.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget