Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hicret’in 5. yılıydı... Medine sokakları, Müslüman olmak için âdeta yarış edercesine akın eden kavim ve kabilelerle şenleniyordu. Müzenî kabilesinden de 10 kişilik bir heyet geldi. Heyette bulunanlar bir müddet Peygamberimizin sohbetinde bulunduktan sonra Müslüman oldular. Bu 10 kişiden birisi de Nûman bin Mukarrin’di (r.a.).
Hz. Nûman, cesaretiyle meşhurdu. Bu cesaretini İslamiyet’in yayılması yo­lunda kul­landı. Cihat ordularına iştirak etti. Bu savaşlarda Peygamberimizin çok yakınında bulundu. Mekke’nin fethinde sancaktarlık yaptı.
Peygamberimizin vefatına kadar İslamiyet’in yayılması hususunda gayret sarf eden Hz. Nûman, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında da çeşitli hizmetler­de bulundu.
Hz. Ömer halife olduktan sonra, İran topraklarına bir cihat ordusu çıkarıyor­du. “Ordunun başına kimin getirilmesinin daha uygun olacağı” hususunda sahabilerle istişare etti. İstişare neticesinde, İran’a sevk edilecek İslam ordusunun başına Nûman bin Mukarrin’in getirilmesine karar verildi.
Hz. Ömer tarafından böyle bir vazife kendisine tebliğ edildiğinde Hz. Nûman bunu memnuniyetle kabul etti. İslam ordusuyla İran’a hareket etti. Emri altında Huzeyfe bin Yemân, Mugîre bin Şu’be, Hz. Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.a.) gibi meşhur sa­ha­biler de vardı.
İslam ordusu düşmanla karşılaşmadan önce, Peygamberimizin emri üzere düşman, Müslüman olmaya davet edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri teklif edilir, buna da yanaşmazlarsa, artık üçüncü şık olan savaşı kabul etmiş sa­yılırlardı. Hz. Nûman da bu esasa uyarak İranlıları İslamiyet’e davet etti. İranlı­lar bunu kabul etmedikleri gibi cizye vermeye de yanaşmadılar. Mugîre bin Şu’be kumandana hitaben, “İranlılar bize çok yaklaştılar, süratli ve iyi ok atarlar. Bu sebeple hemen hücum etmelisin!” dedi.
Hz. Nûman, Peygamberimizle birlikte birçok savaşta bulunmuştu. Savaş tecrübesi daha fazlaydı. Re­sû­lul­lah öğle sıcaklığında düşmana saldırmazdı. Oysa vakit tam öğle idi. Bu sebeple Hz. Mugîre’nin teklifine yanaşmadı ve ona şöyle dedi:
“Vallahi sen gerçekten tecrübeli ve ileri görüşlü bir sahabisin. Fa­kat Peygamberimizle bulunduğum bütün savaşlarda, o, eğer gündüzün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin tesiri kayboluncaya ve rüzgâr çıkıncaya kadar savaşı geciktirirdi.”
Hz. Nûman daha sonra mücahitlerin arasında dolaştı. Onları harbe teşvik edi­ci konuşmalar yaptı. Sonra da nasıl hareket edecekleri hususunda talimat ver­di: “Ben sancağı üç defa sallayacağım. Birinci sallayışımda herkes ihtiyacını görsün ve abdest alsın. İkinci sallayışımda ayakkabılarını bağlasın ve silahını tekrar kontrol etsin. Üçüncüde ise hücuma geçsin. Ben bile olsam, şehit düşen biriyle meşgul olup oyalanmayın...”
Nihayet beklenen vakit geldi. Hz. Nûman, Cenâb-ı Hakk’a, “Allah’ım, bugün Müslümanların zafer kazanması yolunda bana şehitlik ihsan eyle! Müslüman­ları muzaffer kıl!” diye münacatta bulundu ve sonra da mücahitlerin beklediği işareti verdi. Sancağı üç defa salladı. İranlılar, Müslümanlardan birkaç misli da­ha kalabalıktı. Fakat şehitlik arzusuyla yola çıkan mücahitler, kumandanları Numan bin Mukarrin’in (r.a.) arkasında hücuma geçtiler. İlk yere düşen Hz. Nûman oldu. Mücahitler onun yaralandığını gördüler; fakat sözünü hatırlaya­rak yanına yaklaşmadılar. Hz. Makil bin Yesar bunu şöyle anlatır:
“Nûman yere yıkılınca yanına geldim; fakat onun ‘Eğer şehit düşersem kimse benim­le meşgul olmasın.’ sözünü hatırladım. Üzerine bir örtü örttüm ve gittim. Nihayet İranlılara galip geldik. Yanıma biraz su alarak kumandanımızın yanına geldim. Yüzünde­ki toprakları yıkadım. Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sordu. Kendi­mi tanıttım. ‘Müslüman­lar ne yaptılar? dedi. ‘Allah onları muzaffer kıldı.’ de­dim. Buna çok sevindi. Bütün ya­ralarını, acılarını unuttu. ‘Allah’a çok şükür! Bunu Ömer’e yazın.’ dedi ve şehadet mertebesine erdi.”[1]
Hz. Ömer bu kahraman sahabinin şehadetini duyunca başını elleri arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağladı…
Allah onlardan razı olsun!

________________________________
[1]el-İstiâb, 3: 545.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”[1]buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler var­dır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, mü­reffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyor­du. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendi­mizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini ay­dınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Re­sû­lul­lah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkın­tılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşis­tan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanla­rına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı ola­madıkları için mah­cuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”[2]
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, ha­kika­ten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatı­nı, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını...
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri ola­rak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayın­ca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böyle­ce Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak is­tediler. Durumu Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Re­sû­lul­lah’ı ziyaret etti ve Medi­ne’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın ceva­bı ise şu idi:
“Ben Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşı­laştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzere­yim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Be­nim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleye­rek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şe­kilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Re­sû­lul­lah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraf­tan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”[3]
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline akta­ran Mus’ab, o eli­ni de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle ya­kalayarak göğsünde tut­ma­ya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı dev­raldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Re­sû­lul­lah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Re­sû­lal­lah!”[4]ceva­bını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Re­sû­lul­lah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri sö­ze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. On­lar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”[5]
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun!

__________________________________
[1]Keşfü’l-Hafâ, 1: 132.
[2]Tabakât, 3: 116.
[3]Âl-i İmrân Sûresi, 144.
[4]Tabakât, 3: 121.
[5]Ahzâb Sûresi, 23.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Akıl ve zekâları, muhakeme ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla Araplar tarafın­dan “dâhi” denilen dört zatın birisi de Mugîre bin Şu’be’dir.[1]Hz. Mugîre, büyük meseleleri halletmekte son derece mahirdi. Bir dava ne kadar müşkil olursa ol­sun, onu çözmek için mutlaka bir çıkar yol bulurdu. En dehşetli hadiseler karşı­sında dahi şaşkınlığa kapılmaz, soğukkanlı olarak bir hâl çaresi bulurdu. Bilhassa devletler arası münasebetlerde vakar ve sükûnet içinde hareket ederdi. Zaten onun dehası bu meziyetinden ileri geliyordu.
Mugîre bin Şu’be, pehlivan yapılı, heybetli bir zattı. Hicret’in 5. yılında Müslüman oldu ve Medine’ye hicret etti.
Hicret’in 6. yılında, Peygamberimizle birlikte umre yapmak için hareket eden 1400 kişilik sahabi kafilesinde Hz. Mugîre de vardı.
Müşrikler, Peygamberimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla Kâbe’ye gelmekte ol­­duğunu öğrendiklerinde, “Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokul­ma­ya­caktır!” diye kesin karar aldılar. Onların bu kararlarını haber alan Peygam­berimiz, Mekke’ye haber salarak, niyetinin sadece Kâbe’yi ziyaret etmek oldu­ğunu bildirdi. Müşrikler, Urve bin Mes’ud’u Peygamberimizle görüşmek üzere elçi olarak gönderdiler. Mugîre bin Şu’be o sırada Re­sû­lul­lah’ın başında nöbet tutuyordu. Peygamberimizin huzuruna çıkan Urve bin Mes’ud hem konuşuyor, hem de eliyle Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşuyordu. Hz. Mugîre, müşrik birinin Pey­gamberimizin sakalına dokunmasına tahammül edemedi. Gerçi Urve bin Mes’ud, Hz. Mugîre’nin amcasıydı, fakat babası bile olsa henüz müşrikti. Akrabalık bağına ehemmiyet vermedi, Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşayan amcasına şöy­le dedi:
“Elin kesilip kolundan ayrılmadan, onu Re­sû­lul­lah’ın sakalından çek! Bir müşrik eli ona dokunamaz.”
Yeğeninden gelen bu ikaz üzerine çarpılmışa dönen Urve, âniden elini çekiverdi.[2]
Mugîre bin Şu’be, Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra, Mekke’nin Fethine, Tebük Sa­vaşı’na ve diğer savaşlara iştirak etti. O, müşriklerin korkulu rüyasıydı. Karşısında direnen çıkmazdı. Allah için kalkan kılıcının karşısında, müşrik dar­besinin akim kalması kaçınılmazdı.
Hz. Mugîre, şirke ve putlara o kadar düşmandı ki, ondaki dağlar heybetindeki iman, putların varlığına tahammül edemiyordu. Allah’tan başka zavallı varlık­lara tapılmasına hiç mi hiç mana veremiyordu. Resûl-i Ekrem, gözde sahabisi Mugîre’nin bu celadetini bildiği için, Benî Sakîf kabilesinin putlarını yerle bir etmek üzere Ebû Süfyân bin Harb (r.a.) ile birlikte onu da gönderdi.[3]
Diğer taraftan, kaderin tecellisine bakın, daha önce müşrik ordularının ku­mandanı olan Hz. Ebû Süfyân, iman cennetine girdikten sonra küfre meydan okuyordu.
Hz. Mugîre, Peygamberimizin vefatına kadar hep onunla beraberdi. Re­sû­lul­lah’ın beka âlemine irtihâl ettiğini öğrendiğinde iyice sarsılmıştı. Fakat o da in­sandı, ölümsüz değildi. Onun teçhiz ve tekfin işleriyle ilgilenmeyi çok arzu ediyordu. Ancak bu işleri görme vazifesi Peygamberimizin yakınlarına veril­mişti. Bu itibarla, bu hizmeti Hz. Ali, Hz. Abbas ve Fadl bin Abbas (r.a.) yaptı. Peygamberimizin mübarek naaşı kabre indirilirken, Mugîre bin Şu’be de kabrin başında bekliyordu. Fakat bir fırsatını bulup, Peygamberimizin vücuduna do­kunmak istiyordu. Bu meselede dehası kendisine yardımcı oldu: Fark ettirme­den yüzüğünü kabre attı, arkasından Hz. Ali’ye yüzüğünü düşürdüğünü söyle­di! Hz. Ali de inip almasına izin verdi. Kabre inen Mugîre yüzüğünü alırken, eliyle Peygamberimizin mübarek ayaklarını meshetti. Böylece Re­sû­lul­lah’ın mübarek cesedine son olarak elini süren sahabi oldu.[4]
Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında irtidat eden Yemâme halkının yola geti­rilmesi için hazırlanan orduda Hz. Mugîre de vardı. Bu orduda büyük başarılar gösterdi.
Hz. Ömer zamanında fetihler bir hayli çoğaldı. İran’ın fethi için Sa’d bin Ebî Vak­kas (r.a.) komutasında bir orduya kaydoldu. İslam ordusu Kadisiye tarafla­rına yüklen­diğinde, İran başkumandanı Rüstem, Hz. Sa’d’dan, görüşüp konuşmak için kendisine bir elçi göndermesini istedi. Hz. Sa’d da Hz. Mugîre başkan­lığında bir heyet gönderdi.
İranlıların ordugâh çadırında tam bir tantana vardı. Yerlere halı döşemişler, çevreyi süslemişler, herkese ipekli-süslü elbiseler giydirmişlerdi. Neleri var neleri yoksa ortaya dökmüşlerdi. Güya bununla Müslüman heyetinin cesaretini kıracaklardı... Mugîre bin Şu’be, İranlıların bu debdebesine aldırış etmeden ilerliyordu. Sırtındaki elbise gayet sade ve basitti. O kadar şatafatı görmezden geli­yor, hiç aldırmıyordu. Hattâ ilerlerken de onlara gözdağı vermek için, geçtiği yerin halılarını elindeki mızrakla delerek geçiyordu. Nihayet Rüstem’in yanına kadar vararak bitişiğine oturdu. Saray mensupları buna çok kızdılar: Bir elçi, bir ordu kumandanının yanına nasıl olur da oturabilirdi?! Oradan kaldırmak istedi­lerse de Rüstem mâni oldu. Yanından kaldırmadı. İranlılar, Rüs­tem’e taparcası­na hürmetkâr davranıyorlardı. Bunun üzerine Mugîre bin Şu’be şöyle dedi:
“Sizin akıllı bir millet olduğunuzu duyardık, hâlbuki sizden daha akılsız bir millet gör­­medim! Biz Müslümanlar birbirimize kulluk yapmıyoruz. Aramızda hiçbir fark yok­­tur. Hepimiz eşit haklara sahibiz. Ben, sizin de birbirinizin kulu olmadığınızı zanne­­­diyordum. Bugün artık anladım ki, sizin mülkünüz devam etmeyecek ve sonunda mağ­­lup düşeceksiniz! Çünkü böyle adaletsiz bir temele dayanan bir millet yaşayamaz.”[5]
Hz. Mugîre’nin bu konuşması üzerine Rüstem, “Siz bize komşusunuz. Şimdi­ye kadar size iyilik ediyor, herhangi bir zulüm ve haksızlık yapmıyorduk. Mem­leketinize dö­nün, size kapılarımız her zaman açıktır. İstediğiniz anda yurdumu­za gelip ticaret yapabilirsiniz.” dedi.
Hz. Mugîre, onun bu teklifi karşısında, dünya için gelmediklerini, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yaymak için yola çıktıklarını söyledi. Bu dinde sebat ettikleri müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini galip kılacağını, düşmanlarını ise zillete düşüreceğini güzel bir şekilde izah etti. Rüstem’in İslamiyet hakkında bilgi iste­mesi üzerine ona, İslamiyet’i şu cümlelerle anlattı:
“Bu dinin baş direği, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın Resûl’ü olup, getirdiği bütün haberlerin gerçek ve doğru oldu­ğuna şehadet getirmektir. Bu dinin bir gayesi de, insanları insanlara ibadet et­mekten Allah’a ibadet etmeye çevirmektir. Bu dine göre insanların hepsi kar­deştir.”[6]
Mugîre bin Şu’be ile Rüstem arasında cereyan eden bu konuşmadan bir netice elde edilemedi. Mugîre tekrar ordugâha döndü. Hz. Sa’d ertesi gün Ribî bin Âmr’ı (r.a.) gönderdi. Üçüncü gün İranlılar, başka bir elçinin gönderilmesini is­tediler. Hz. Sa’d yine Mugîre’yi vazifelendirdi. Rüstem, Hz. Mugîre’ye, Arapla­rın çok kötü bir kavim olduğunu, birbirleriyle dahi geçinemediklerini, bundan önce kendileriyle uğraşmaya tenezzül bile etmediklerini söyledi, “Şayet açlık sebebiyle buraya geldiyseniz bol miktarda yiyecek verelim, size birçok ikram­da bulunalım!” hezeyanında bulundu.
Hz. Mugîre, Rüstem’in bu sözlerini büyük bir sukûnetle dinledi. O sözünü ta­mam­la­yınca da konuşmasına şöyle başladı:
“Biz İslamiyet’ten önce öyle bir hâlde idik ki, bizim durumumuzdan daha kö­tüsü yoktu. Aç bir topluluktuk. Dinimiz ise, birbirimizi öldürmek, birbirimize haksızlık ve zulüm yapmaktı. Hattâ kimimiz, ciğerparesi olan kızını, sofrada kendisine ortak olmaması için diri diri ve kendi eliyle toprağa gömüyordu! Fakat Cenâb-ı Hak, soyu sopu bizce bilinen, aramızda doğup büyüyen ve içimizde en asil bir aileye mensup olan birini peygamber olarak gönderdi. Bu zat, pey­gamberlikten önce de iyi bir ahlak örneğiydi. Peygamber bizi bir dine davet etti. O bize doğruyu söyledi, biz onu yalanladık; o kuvvetlendi, biz azaldık! Bize ne­yi haber verdiyse doğru çıktı. Neticede Cenâb-ı Hak bizim kalbimizi yumuşattı da, onu doğruladık ve ona tabi olduk. Biz yiyecek için gelmiş değiliz. Biz dini­mize düşmanlık yapanlarla savaşmaya geldik!”[7]
Hz. Mugîre bunları söyledikten sonra Rüstem’in önüne üç şart sürdü: “Ya Müslüman olursunuz, ya boyun eğerek cizye verirsiniz ya da kılıca sarı­lırsınız!”
Bu teklif karşısında Rüstem, öfkesinden yerinde duramayacak hâle geldi, kıpkırmızı kesildi. İnci ve yakut ile süslenmiş tahtından doğrularak, “Güneşe yemin ederim ki, daha güneş doğmadan sizin ordularınızı imha edece­ğim!” dedi. Onun bu derece hiddetlenmesine karşılık hiç sukûnetini bozmayan Hz. Mugîre şu karşılığı verdi:
“O zaman bizden ölen birisi cennete gider, sizden öldürdüklerimiz ise ce­henneme girer! Bizden sağ kalanlar da sizin topraklarınızı fetheder...”[8]
İslam ordugâhına dönen Hz. Mugîre’yi ordu kumandanı Sa’d bin Ebî Vakkas, ordunun sol kanadına kumandan tayin etti. Bu savaş İran saltanatının çöküşüyle neticelendi.
İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Mugîre bin Şu’be’yi Basra valiliğine tayin etti. Mugîre idarecilik hizmetini de çok güzel bir şekilde ifa etti.
Hz. Mugîre, hadis sahasında da önde gelen sahabilerdendi. Peygamberimiz­den 133 hadis rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadisler Buhârî, Müsned ve di­ğer hadis kitaplarında yer alır. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:
“Peygamber Efendimiz, ayakları şişinceye kadar namazda dururdu. Kendisi­ne, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Cenâb-ı Hak, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla­mamış mıdır?’ de­nildi. Resûl-i Ekrem şu cevabı verdi: ‘Allah’a şükredici bir kul da mı olmayayım?...’”[9]
Bir diğer hadis de şu mealdedir:
“Cenâb-ı Hak kadar kullarını seven hiç kimse yoktur; bunun içindir ki, insanları uyaran ve müjdeleyen peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak kadar kul­larını öven kimse de yoktur; bunun içindir ki onlara cenneti vaat buyurmuş­tur.”[10]
Mugîre bin Şû’be, Hz. Muâviye’nin halifeliği zamanında Kûfe valisiyken vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun!

_________________________________
[1]Tabakât, 2: 351.
[2]Sîre, 3: 327, Fethü’r-Rabbânî, 21: 98.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 224.
[4]Tabakât, 2: 300-301.
[5]Taberî, 2: 108-109; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 507-509.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 155.
[7]age., 1; 280.
[8]Taberî, 2: 110.
[9]Müsned, 4: 251.
[10]age., 248.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget