Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Sa’d (r.a.), Medineli Müslümanlardandır. İkinci Akabe Biatı’na katıldı. İslam nurunun Medine’yi aydınlatmasında çok büyük gayret gösterdi. Malıyla canıyla İslam davasına hizmet etti. Uhud Savaşı’ndan itibaren Peygamberimizle (a.s.m.) birlikte bütün savaşlara katıldı ve Evs kabilesinin sancaktarlığını yap­tı.
Hz. Sa’d’ın bizlere ışık tutacak birçok vasfı vardır. Bunlardan en belirgin olanı, cömertliğidir. Bilindiği üzere, insan fıtratında dünya malına karşı aşırı bir sevgi vardır. Bu itibarla, malından başkalarına ikram etmek nefse ağır gelir. Bu­nun içindir ki cömertlik, insanlar arasında sevilen ve beğenilen bir vasıf olmuş­tur. İşte Hz. Sa’d, bu vasıfta diğer sahabiler arasında müstesna bir mevkie yük­seldi. Öyle ki, tanıdığı tanımadığı herkese yemek yedirir, misafirsiz sofraya oturmaya razı olmaz, misafir ne kadar çok olursa o derece sevinirdi. Hizmetçisi­ni gönderir, kimin canı et isterse davet etmesini emrederdi.[1]
Sa’d bin Ubâde, Ashâb’ın fakirlerine, bilhassa Suffe Ashâbı’na her vesileyle ikramlarda bulunurdu. Bilindiği gibi Ashâb-ı Suffe, sadece Kur’ân ve sünnet öğrenmekle meşgul olan, başka bir maksatları olmayan sahabilerdi. Onların Peygamberimizin sohbetinden daha fazla feyiz alabilmeleri için, Suffe Ashâbı’nın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya gayret sarf ediyordu. Bazen onların kaldığı yere yiyecek bir şeyler gönderiyor, bazen de bunlardan birkaç tanesini evine gö­türüyordu. Bir defasında da bu sahabilerden 80 tanesini birden evine götürdü. Onlara çeşitli yemekler ikram etti.[2]Hz. Sa’d çoğu zaman onların giyecek ih­tiyaçlarını da karşılıyordu.
Peygamberimiz de diğer bazı sahabiler gibi çoğu zaman aç kalıyor, bir şey yemeden sabahlıyordu. Hattâ açlıktan, karnına taş bağladığı zamanlar olurdu. Sahabiler bunu bildikleri için Peygamberimizi davet ediyor, sofralarını onunla şenlendirmeyi arzu ediyorlardı. Hz. Sa’d da çoğu zaman sofrasını Peygamberi­mizle şereflendiriyordu. Bazen de evine çeşitli yiyecekler gönderirdi. Peygam­berimiz bu fedakâr sahabiyi kırmaz, ikramlarını reddetmezdi.
Hz. Sa’d’ın şirk ve inkâr karanlıklarından çıkıp iman nuruyla aydınlanmasına, İslamiyet’le şereflenmesine Peygamber Efendimiz vesile olduğu için, diğer sahabiler gibi, ona minnettardı. Bütün varlığını Re­sû­lul­lah uğrunda harcamaya hazırdı. Kendisinin yemesinden değil, Peygamberine ikram etmekten hoşlanır­dı.
Peygamberimizle birlikte bir sefere katılmıştı. Peygamberimizin yiyecek yüklü bir devesi kayboldu. Sahabiler deveyi çok aramalarına rağmen bulamadı­lar. Bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk’ın izniyle deve geri geldi. Hz. Sa’d, devenin kaybolduğunu işitmişti. Fakat geri geldiğinden habersizdi. Yanında bulunan yiyeceklerden çok az bir kısmını kendisine ayırdıktan sonra kalanını bir deveye yükleyerek Peygamberimize götürdü, “Yâ Re­sû­lal­lah! Erzak yüklü devenizin kaybolduğunu işittim. Yanımda bulunan yiyecekleri size getirdim. Bunları benden kabul ediniz.” dedi. Hz. Sa’d’ın bu fedakârlığından son derece memnun olan Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Allah bize erzak yüklü devemizi geri gönderdi. Siz artık yiyeceklerinizi götürünüz. Allah size onu mübarek kılsın! Ey Ebû Sâbit! Medine’ye geldiğimiz günden beri bizi ağırlamak için yaptıklarınız yetmiyor mu?”
Sa’d bin Ubâde, Peygamber Efendimizin bu sözlerine karşılık olarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, İslam’la müşerref olduğumuz için Allah ve Resûl’üne minnettarız. Vallahi mallarımız içerisinde sizin almış olduğunuz şeyler, bize bırakmış ol­duklarınızdan daha çok hoşumuza gider.” dedi. Hz. Sa’d’ın ihlasla söylediği bu sözler karşısında Peygamberimiz onu şöyle taltif etti:
“Ey Sa’d! Doğru söylüyorsun. Felaha ve kurtuluşa ermiş olduğunu müjdele­rim! Güzel ahlak Yüce Allah’ın elindedir. Allah, güzel ahlakı kime bağışlamayı dilerse, ona bağışlar. Allah sana güzel ahlakı bağışlamıştır.”
İslam davası uğrunda malını tasadduk etmekten çekinmeyen, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiklerini yine O’nun yolunda sarf eden Hz. Sa’d, bazı savaşlarda mücahitlerin silah, teçhizat ve erzak ihtiyaçlarını temin ediyordu. Bir defasında İslam ordusuna 10 deve yükü hurma göndermişti. Bu fedakârlığından dolayı son derece memnun olan Peygamberimiz, “Ey Allah’ım! Sa’d ve Sa’d’ın ailesini rahmetinle esirge!” diye dua etti ve “Sa’d bin Ubâde ne iyi insandır!” buyurdu.
Peygamberimiz diğer sahabileri ziyaret ettiği gibi, Hz. Sa’d’ı da zaman za­man ziyaret eder, hâlini hatırını sorardı. Bir gün yine ziyaretine gitmişti. Selam verdi, fakat içeriden bir cevap alamadı. Tekrar selam verdi, yine bir ses duyma­dı. Üçüncü defa selam verdi, bu defa da cevap alamayınca döndü. Hz. Sa’d, Re­sû­lul­lah’ın uzaklaştığını görünce hemen koştu ve “Anam babam sana feda ol­sun, yâ Re­sû­lal­lah! Selamınızı işitiyor ve cevap veriyordum; bize verdiğiniz selamların sayısını artırmak için, cevabımı size işittirmiyordum!” dedi. Sonra Peygamberimizi evine davet etti. Uzun bir müddet Re­sû­lul­lah’ın sohbetinden feyiz aldı.[3]
Hz. Sa’d, Hicret’in 15. yılında vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

_____________________________________
[1]Tabakât, 3: 613.
[2]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 317.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 283.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hicret’ten bir sene önceydi… 12 kişilik bir kafile Mekke’ye geldi. Bunlardan altısı bir sene önce İslam’la şereflenmiş, seneye görüşmek üzere Peygamberi­mizle sözleşmişlerdi. Fakat bu buluşmadan kimse haberdar olmayacaktı. Mek­ke’ye yakın, “Akabe” denilen dar ve küçük bir vadide Peygamberimizle görüştü­ler. “Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık ve zina yapmamak, çocuklarını öldürme­mek, kimseye iftira etmemek ve her nevi işte Peygamberimizin sözünden çık­lamak” üzere biat ettiler. Peygamberimiz de onlara, “Verdiği sözde duranın üc­ret ve mükâfatını Allah tekeffül etmiş, onlara cenneti vaat etmiştir.” müjdesini verdi. Bunun üzerine, diğer altı kişi de oracıkta iman ettiler.[1]
Bu anlaşma “Birinci Akabe Biatı” olarak İslam tarihine geçti. İşte bu 12 zat­tan birisi de, Medine’nin ileri gelenlerinden ve zenginlerinden olan Sa’d bin Rabî (r.a.) idi. Hz. Sa’d, Hicret’ten az önce meydana gelen İkinci Akabe Biatı’nda da Hazreç kabilesi­ni temsil eden dokuz kişinin arasında bulunuyordu. Yine çok gizli olarak geceleyin ya­pılan bu biatta Peygamberimiz, hazır bulunanlara ebedî saadet müjdesini vermişti.
Hz. Sa’d bin Rabî, Cahiliye Devri’nde az sayıdaki okuma-yazma bilen kişiler­den birisiydi. Kabile reisi olması dolayısıyla da sözü geçen, nüfuzlu bir insan­dı.
Hicret’ten sonra Peygamberimiz, Muhacir’le Ensar arasında kardeşlik bağı ku­runca, Mekke’nin zenginlerinden ve cennetle müjdelenenlerden Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) Sa’d bin Rabî ile kardeş ilan etti. Hz. Sa’d, kardeşini evine götür­dü. Yemek yediler. Yemekten sonra Hz. Sa’d, öz kardeşin yapmadığı bir yakınlık ve fedakârlık manzarası sergiledi: “Ben mal bakımından Ensar’ın en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım. Sonra bak [senin hanımın yok], iki hanımımdan hangisini istersen senin için boşa­yayım, iddeti bitince onunla evlenirsin.”
Hz. Abdurrahman, evini barkını ve malını mülkünü Mekke’de bırakmış, gel­mişti. Muhtaç durumdaydı. Fakat o, tok gönüllü bir insandı.
Hz. Sa’d’ın sözleriyle, samimiyetin ve muhabbetin en ulvi hazzını duydu. Memnuniyet ve şükranını bildirdikten sonra, “Kardeşim, Allah, aileni ve ma­lını sana mübarek etsin! Benim bunlara ihtiyacım yoktur. İçinde ticaret yapılan bir çarşınız yok mu, bana orayı gösterin.”[2]
Hz. Sa’d, ona Kaynuka kabilesinin pazarını gösterdi. Hz. Abdurrahman pa­zara gitti, alım satım yaptı, kısa zamanda büyük servet elde etti. Nitekim kendi­si, “Allah’a şükür, elime kum alsam altın olur!” demektedir.
Hz. Sa’d, fedakârlığıyla Kur’ân’ın senasına mazhar olmuş, Hz. Abdurrahman da kanaatinin bereketiyle varlığa kavuşmuştu. Bu hadise, Asr-ı Saadet’teki “isar” hasletinin, din kardeşini her hususta kendi nefsine tercihin en açık bir misaliydi.
Bedir Gazası’na katılan Hz. Sa’d’ın üstün cesareti Uhud’da hemen görüldü. Hep ön saf­larda kılıç sallıyordu. Çevresine de devamlı cesaret veriyordu. Bir ara bozgun görüldü­ğünde, Hz. Sa’d’ın hızı hiç kesilmemişti. Ümitsizliğe düşen­ler de, Akabe Biatı’nda Re­­sû­lul­lah’ın emrinden çıkmamak üzere ettikleri yemini hatırlıyorlardı. Fakat savaş es­na­sında bir grup müşrik, üzerine hücum edip ağır şekilde yaraladılar. Öyle ki, vücudu ta­nınmaz hâle gelmişti. 12 dişi kırıl­mış, 70 yerinden de kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı.
Savaş sona erip müşrikler çekilip gittikten sonra şehit ve yaralıların toplan­masına başlanmıştı. Hz. Sa’d’ın, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu merak ediyordu. Daha sonra sahabilere, “Sa’d bin Rabî’nin ne yaptığını, hayatta kalanlar arasında mı, yoksa şehitler arasında mı bulunduğunu araştırıp bana kim haber getirecek?” dedikten sonra eliyle işaret ederek, “Savaş esnasın­da ben onu bir ara şurada görmüştüm.” buyurdular.
Ubeyy bin Kâ’b (r.a.) anlatıyor:
“Peygamberimizin gösterdiği tarafa doğru gittim. Uhud Vadisi’ne serilmiş bulunan şehitler arasında Sa’d’ı tanıyabilir miyim, diye seslenerek bir müddet dolaştım. Fakat bir cevap alamadım. Sonra, ‘Ey Sa’d, Re­sû­lul­lah beni sana gön­derdi.’ diye yüksek sesle bağırdım. Az sonra boğuk bir ses cevap verdi. Sesin gel­diği tarafa yöneldim. Hz. Sa’d yerde yatıyordu, ona son nefesinde yetişmiş­tim.
“‘Ey Sa’d, Re­sû­lul­lah senin hayatta kalanlar içinde mi, yoksa şehitler arasında mı bulunduğunu görüp kendisine haber vermemi emretti.’ dedim.
“Hz. Sa’d’ın sesi çok hafif, inilti gibi çıkıyordu: ‘Ben artık ölüler arasındayım.’ diyor, kurtulamayacağını söylemeye çalışıyordu. Zor anlaşılır bir sesle son söz­lerini söylüyordu: ‘Benden Re­sû­lul­lah’a selam söyle ve ona, Sa’d bin Rabî senin için, ümmetlerine doğru yolu gösteren peygamberlerin alacakları mükâfatla­rın en hayırlısı ve en üstünüyle Allah bizden dolayı mükâfatlandırsın, diyor, de. Kavmim Ensar’a da selamımı ilet; onlara da, Allah, Allah! Siz Akabe gecesinde Re­sû­lul­lah’ı koruma hakkında biat etmediniz mi? Vallahi gözleriniz kımıldar­ken Re­sû­lul­lah’ı düşmanlarından korumaz da ona bir zarar dokunursa, sizin Al­lah katında ileri sürecek hiçbir mazeretiniz yoktur, de!’”[3]
Zeyd bin Sâbit’in rivayetine göre, o sırada Hz. Sa’d şunları da söylüyordu:
“Re­sû­lul­lah’a selam olsun, sana da selam olsun! Ona, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, ben artık cennetin kokusunu duymaya ve bulmaya başladım.’ sözlerimi naklet.”
“Hz. Sa’d bunları söyledikten sonra şehadet şerbetini içti. Geldim, Hz. Sa’d’ın durumunu Re­sû­lul­lah’a bildirdim. Re­sû­lul­lah kıbleye dönüp ellerini açtı: ‘Al­lah’ım, Sa’d bin Rabî’yi karşıla, ondan razı ol. Allah’ım, ona rahmet et. O sağlı­ğında da, ölürken de Allah ve Resûl’ü için nasihat ederdi.’ buyurdu.”[4]
Peygamberimiz, Uhud şehitlerinin bazılarını ikişer üçer defnettiriyordu. Sa’d bin Rabî de, Hârice bin Zeyd’le (r.a.) birlikte aynı kabre defnedildi.
Hz. Sa’d şehit olunca kızı Ümmü Sa’d öksüz kalmıştı. Küçük bir çocuktu. Hz. Ebû Be­kir onu himayesi altına aldı ve ona babasını arattırmamaya çalıştı. Bir gün Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in ziyaretine gelince yanında bir kızcağız gördü. Hz. Ebû Bekir, onun üzerine hırkasını örtmüş, yanına oturtmuştu. Hz. Ömer “Bu kimdir?” diye sorunca, “Bu, benden ve senden daha hayırlı olan bir zatın kı­zıdır.” dedi. Hz. Ömer, merakla sor­du: “Senden daha hayırlı olan kimdir?” Hz. Ebû Bekir, “O, Re­sû­lul­lah’ın cennetle müj­delediği ahd üzerine öldü, ben ve sen ise yaşıyoruz!” dedi.[5]Hz. Ebû Bekir bu sözle üstün bir tevazu gösteriyor ve aynı zamanda müminin korku ve ümit içinde bulunması gerektiğini ders veriyordu. Kendisi cennetle müjdelendiği hâlde, Hz. Sa’d’a imreniyordu...

__________________________________
[1]Sîre, 2: 75.
[2]Buhârî, Büyû: 1.
[3]Sîre, 3: 100-101; Üsdü’l-Gàbe, 2: 277.
[4]İstiâb, 2: 35.
[5]İsâbe, 2: 27.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sa’d bin Muâz (r.a.) kısa dünya hayatının sadece altı yılını Müslüman olarak ge­çirmesine rağmen, büyük hizmetlere vesile olan ve Peygamberimiz için, “Ensar içinde en sevgili olma” şerefini kazanan bahtiyar bir sahabidir.
Hz. Sa’d, Evs kabilesinin Eşhel kolunun reisi olmakla birlikte, umumi manada Evs’in reisliği de onun üzerindeydi. Hz. Peygamber’in Medine’de İslam nurunu yaymak için Hicret’ten önce göndermiş olduğu Mus’ab bin Umeyr (r.a.) vasıtasıyla kalbinde kutsi İslam davası kökleşmiş ve ondan sonra da bütün Evs kabilesinin hidayetine vesile olmuştur.
Mus’ab önce Hz. Sad’ın teyze oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) hanesine inmişti ve orasını faaliyet merkezi yaparak, Medine’de İslam’la müşerref olan­ların sayısını günden güne artırıyordu. O sıralarda henüz Müslüman olmamış bulunan Sa’d, bu durumdan çok rahatsızlık duyuyor, ancak işin içinde teyze oğlu bulunduğu için bir türlü mâni olamıyordu. Bir akrabasının evinde olup bitenlere müdahele etmeyi, mevkii ve mertliğiyle bağdaştıramıyordu. Nihayet bir gün, Abdüleşheloğullarının ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr ile görüşmüş ve Mus’ab’ın faaliyetlerine son verme işini ona havale etmişti. Ne var ki, tehditkâr vaziyette Mus’ab’ın yanına giden Üseyd, onu dinledikten sonra hemen Müslü­man olmuş ve şöyle demişti:
“Ben size öyle bir kimse göndereceğim ki, o size tabi olursa, kavmi içinde herkes ona uyarak İslamiyet’e girer.”
Üseyd, Sa’d’ın yanına döndü, ama Müslüman olarak… Sa’d değişikliği hemen fark etmiş ve sormuştu:
“Üseyd, ne yaptın?!”
“Onlarla görüştüm ve bir fenalıklarını görmedim.”
Bu kadarcık bir cevap Sa’d’ın kızgınlığını tahrik etmeye yetmişti. Doğruca Es’ad’ın ve Hz. Mus’ab’ın bulunduğu yere gitti. Hz. Mus’ab, Sa’d’ı oturttu, ona İslamiyet’i anlattı ve Kur’ân okudu. Kur’ân dinledikçe Sa’d’ın kalbi inceldi ve oracıkta Müslüman oldu.
Hz. Sa’d hemen kalkıp gitti, temizlendi, Kelime-i Şehadet getirdi ve iki rekât namaz kıldıktan sonra yanına, kendisinden hemen önce Müslüman olmuş olan Üseyd bin Hudayr’ı da alarak kavmini toplantı yerine çağırdı. Reisi olduğu Abdüleşheloğullarının toplandığını gören Hz. Sa’d, onlara şöyle hitap etti:
“Ey Eşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?”
“Sen bizim efendimiz, en ileri görüşlümüz ve en güvenilir adamımızsın.” de­diler. Sa’d bu sözler üzerine şöyle dedi:
“Ben de size söylüyorum ki, sizler de benim gibi Allah’a ve Resûlüne iman edinceye kadar, ben içinizden erkek veya kadın, hiçbir kimseyle konuşmayaca­ğım!”
Hz. Sad’ın bu konuşması, kabilesi üzerinde hemen tesirini göstermiş ve o gü­nün akşamına kadar, Eşheloğullarından erkek ve kadın, Müslüman olmayan kimse kalmamıştı.
Hz. Sa’d, İslam’a girdikten sonra eski şeref ve itibarı daha da artmış, Allah Resûlü’nün yanında sahabenin ileri gelenleri arasına dâhil olmuştu.
Bedir Savaşı öncesinde yapılan meşverette, feragat, fedakârlık ve cesaret te­rennüm eden konuşmalar yapan sahabilerden biri de Sa’d bin Muâz idi. Şöyle diyordu:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehadet ettik. Seni dinlemek ve itaat etmek üzere de kesin vaatlerde bulunduk. Nasıl bilirsen öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de peşinden dalarız! Bizden hiç kimse geri kalmaz. Biz düşmana karşı gitmekten çekinmeyiz, harpte geri kalmayız. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi.
“Ey Allah’ın Resûl’ü, sana bir gölgelik yapalım. Sen orada otur; biz düşmanla savaşalım. Allah bizi düşmana galip getirirse, ne âla. Zaten istediğimiz de bu­dur. Yok eğer mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine’ye dönersin.”
Peygamberimiz, Hz. Sâid’in bu konuşmasından çok memnun oldu ve ona dua­da bulundu.
Hz. Sa’d bin Muâz, Uhud Savaşı’na da iştirak ederek büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta Peygamberimizin etrafında etten bir duvar teşkil ederek koruyanlar arasında Hz. Sa’d da vardı. Oğlu Amr da Uhud’da şehit oldu.
Aradan yıllar geçmiş, Hicret’in 5. senesinde Kureyş müşrikleri Medine’yi mu­hasara etmişlerdi. Müslümanlar çile ve mahrumiyetler içerisinde, kazdıkları bir hendekle kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Muharebeler sırasında “İbnü’l-Araka” denilen bir müşrik, elinde yayı ile devamlı olarak Hz. Sa’d’ı gözlüyordu. Neticede onun attığı bir okla Sa’d’ın kol damarlarından biri parçalandı. Sa’d bin Muâz, yarasının ağır olduğunu anlayınca hemen ellerini açıp dua etti:
“Yâ Rabbi! Eğer Kureyş’le aramızdaki harp devam edecekse ben hayatta ka­layım. Senin Peygamberine eziyet eden, onu yalanlayan bu adamlarla harp et­mekten hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehadet mertebesine yükselt. Yâ Rabbi! Bir de, Benî Kureyza’nın akıbetini bana göstermeden canımı alma…”
Re­sû­lul­lah, hemen mescidin içine bir çadır kurulmasını emretmiş ve Sa’d bin Muâz’ı oraya yerleştirmişti. Eşlem kabilesinden Refîde’yi de onun tedavisine memur etmişti. Sık sık ziyaretine gelir, gönlünü alırdı.
Hz. Sa’d’ın yarası ağırdı. Ancak henüz vade yetmemişti. İslam için göreceği mühim bir hizmet daha vardı.
Benî Kureyzâ Yahudileri daha önce Müslümanlarla ahit yaptıkları hâlde, Hendek Harbi sırasında müşriklerle iş birliği yapmışlar ve ahdi bozmuşlardı.
İslam’a girmeden önce Sa’d bin Muâz ile Benî Kureyzalılar arasında iyi münasebetler vardı. Onun için, Yahudiler ahdi bozmalarıyla ilgili hüküm ver­mek üzere Hz. Sa’d’ın hakem yapılmasını teklif ettiler. Re­sû­lul­lah, Hz. Sa’d’ı ha­kem yapmak üzere davet etti. Hasta ve yaralı vaziyette yatağından kalkan Hz. Sa’d, mühim bir hizmeti ifa etmek üzere yola çıktı. Kureyza mevkiine yaklaştı­ğında Allah’ın Resûl’ü şöyle buyurdu:
“Büyüğünüz, efendiniz geliyor. Ayağa kalkın, onu indirin.”
Daha sonra da Hz. Sa’d’a dönüp, “Onlar hakkında hükmü­nü ver.” dedi.
Hz. Sa’d, eli silah tutanların kılıçtan geçirilmesine, çoluk-çocuklarının esir edilmesine ve malların Müslümanlara dağıtılmasına hükmetti. Bu hü­küm Tevrat’ta da vardı. Hz. Peygamber bu hükümden çok memnun olarak şöyle buyurdu:
“Onlar hakkında Allah ve Resûl’ünün vereceği hükmün aynını ver­din.”
Hz. Sa’d tekrar, Allah Resûlü’nün kurdurmuş olduğu çadıra döndü. Re­sû­lul­lah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de orada idi. Yarası tekrar açılmış, kanlar akmaya başlamıştı. Hz. Sa’d artık yarasına aldırmıyordu. Çünkü Cenâb-ı Hak, müşriklerin Hendek Savaşı’nda hezimetini ve Benî Kureyza’nın perişanlığını ona göstermişti. Anbean şehadete yaklaşıyordu. Hz. Âişe der ki: “O sırada, Ebû Bekir’in ağıdını, Ömer’inkinden ayırt edemiyordum.” Hz. Âişe, Re­sû­lul­lah’ın da ağlayıp ağlamadığını soran sahabiye şöyle cevap verir:
“O, kimseye ağlamazdı. Fakat birisi için üzüldüğü zaman sakalını tutardı. Bu sefer de sakalını tutmuştur.”
Sa’d bin Muâz, altı senelik bir İslami hayattan sonra şehit olarak vefat etti.
Vefatı üzerine Peygamberimiz, “Sa’d’ın cenazesi üzerine Rahmân’ın Arş’ı tit­remiştir,” “Sa’d bin Muâz için, daha önce yeryüzüne ayak basmamış 70 bin melek inmiştir.” buyurdu.
Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) cenazesi taşınırken münafıklar, “Ne de hafif bir cena­ze!” diyerek alaya aldılar. Bu sözler Re­sû­lul­lah’a ulaştığında, “Onun cenazesini muhakkak melekler taşıyordu.” buyurdu.
Hz. Sa’d’ın defnedilmesinin üzerinden bir müddet geçmişti. Bir zat onun kab­rinden bir miktar toprak almıştı. Toprağın etrafa misk gibi bir koku yaydığını hissetti. Peygamberimiz de bunu gördüğünde, “Sübhanallah, Sübhanallah!” de­di.
Hz. Peygamber için Muhacirler içinde en sevgili insanın Ebû Bekir, Ensar içinde Sa’d bin Muâz olduğu rivayet edilir.
Bir defasında Allah’ın Resûl’ü, kendisine hediye edilen bir elbisenin çok yu­muşak olduğunu söyleyen sahabilere şöyle demiştir:
“Siz bunun yumuşaklığı­na mı hayret ediyorsunuz? And olsun ki, Sa’d bin Muâz’ın cennetteki mendille­ri bundan daha hayırlı ve daha yumuşaktır.”
Resûl-i Ekrem, Sa’d bin Muâz’ı gerçekten severdi. Vefatından sonra da onun meziyetlerini ve manevi makamını yâd ederdi.
Allah onlardan razı olsun!


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget