Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Tevhid inancının inatçı düşmanları, gözlerini kamaştıran İslam nurunu gölgele­meye güçlere yetmeyince, çeşitli hilelere başvurmaktan geri durmadılar. Bil­hassa Bedir gibi Uhud’da da elebaşlarını kaybedince iyice azdılar ve intikam hıncıyla tutuştular.
Lihyanoğullarıyla anlaşan Adal ve Kare kabilesinden bir grup, Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamberimize müracaatta bulundular: “Yâ Re­sû­lal­lah, İslamiyet kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Sahabilerinden birkaçını bizimle gönder de bize Kur’ân öğretsinler, İslamiyet’i anlatsınlar.”
Bu masum ve makul isteği cevapsız bırakmayan Peygamberimiz, Hz. Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) başkanlığında, Suffe Ashâbı’ndan 10 zatı bu işle vazife­lendirdi.
İrşat heyeti, Mekke’den gelenlerle yola çıktı. Uhud Savaşı’ndan dört ay son­raydı. Hic­ret’in 4. senesi Sefer ayı başlarıydı… Kafile Recî Suyu’nun başına gelin­ce, âdi bir hı­yanetle yüz yüze geldiler. Lihyanoğullarından 100 kadar gözü dön­müş nasipsiz, bu masum ve müdafaasız kimselere saldırmaya yöneldiler. Duru­mun vahametini anlayan Hz. Mersed, arkadaşlarını yakınlarındaki dağa çekti. Etraflarını saran düşman, onları sıkıştırmaya başladı. Onlar da kılıçlarını çekip kendilerini savunmaya çalıştılar. Fakat çok geçmeden yedi sahabi şehit düştü. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık (r.a.), müşriklerin öldürmeyeceklerine dair söz vermeleri üzerine teslim oldular.
Çapulcular, bu üç sahabiyi sıkıca bağladılar. Mekke’nin yolunu tuttular. Esir olarak götürüp satacaklardı. Direnip gitmek istemeyen Hz. Abdullah bin Târık karşı koydu. Elini çözerek kılıcına sarıldı. Fakat müşrikler fırsat vermediler, bu yüce insanı taşlayarak şehit ettiler.
Ellerinde kalan Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’i Mekke’ye götürdüler. Hz. Hubeyb, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu, Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Bedir Savaşı’nda üstün kah­ramanlık göstermiş, müşriklerin büyüklerinden Hâris bin Âmir’i öldürmüştü. Uhud’da da büyük fedakârlıklar sergilemişti.
Lihyanoğulları, Hz. Hubeyb’i Hâris bin Âmir’in çocuklarına 100 deve karşılı­ğında sattılar. Hâris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hz. Hubeyb’i, cariyesi Mâviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet çektirdikten sonra öldürmekti.
Dünyayı kucaklayacak güçlü bir imana sahip olan Hz. Hubeyb, İlahî takdire boyun eğerek, derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde Rabb’ine kavuşacağı gü­nü bekliyordu. Çünkü o, Re­sû­lul­lah tarafından yüce bir gaye için vazifelendirilmişti. Yeni Müslüman olanlara Allah’ın kelamını öğretmek, İslam’ın güzellikle­rini anlatmak için yola çıkmıştı. Bu uğurda başına gelecek her şeyi tam bir rıza ile karşılaması gerekirdi. Hayatta kalıp vazifesini yapsa da kârdaydı, bir ihane­te kurban gitse de kazançlıydı. Çünkü şehadet mertebesini kazanacaktı.
Hz. Hubeyb’i aç susuz bir şekilde yalnızlığa terk etmişlerdi. Kaçmaması için de zin­cire vurmuşlardı. Fakat Hubeyb’i, Rahim olan Rabb’i aç bırakmadı. Ev sa­hibi Mâvi­ye bir gün Hz. Hubeyb’in yattığı hücrenin kapısını aralayınca şaşkına döndü. Hu­beyb’in elinde, dünyada benzeri görülmeyen koca bir üzüm salkımı vardı. Sakin bir şekilde tane tane yiyordu. Daha sonra Müslüman olan Mâviye, bu durumu şöyle anlatıyordu:
“Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim... O mevsimde değil Mek­ke’de, dünyada dahi bir üzüm tanesi bulunmazdı. Kendisi zincire vurulmuş ol­duğu hâlde, elinde bir insan başı büyüklüğünde üzüm salkımı vardı. Herhâlde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu…”
Mâviye bir defasında gelerek, gizliden Hz. Hubeyb’e ihtiyacı olup olmadığını sordu. Hubeyb asla nefsini düşünmüyordu. İmanına bir zarar gelebileceği endi­şesini taşıyordu: “Bana tatlı su içirip, putlar adına kesilmeyen hayvanların etin­den yedirmenden ve bir de, beni öldürecekleri günü önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.”
Mâviye anlatıyor: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı. Vallahi ölüm haberini du­yunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere benden ema­net olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”
Bütün Mekke halkı toplanarak Hz. Hubeyb’i öldüreceklerdi. İntikamlarını vahşi bir şekilde bu masumdan alacaklardı.
Gün aydınlanmış, sabah olmuştu. Menfur emellerine kavuşmak isteyen bir grup Ku­reyş putperesti, Hz. Hubeyb’in zincire vurulduğu eve geldiler. İntikam ateşinden alev alev olmuş gözlerini Hz. Hubeyb’in üzerine diktiler. İman çağla­yanı büyük sahabi, bir melek masumiyeti içinde bekliyordu. Gayet rahat ve sa­kindi. Üzerinde en ufak bir te­laş eserini görmek mümkün değildi. Müşrikler bağlı olduğu prangadan çözerek onu hüc­resinden çıkardılar. Mekke’ye iki fer­sah uzaklıkta bulunan Ten’im mevkiine götürüp idam etmek üzere yola çıktı­lar.
Müşrikler, avını ele geçirmiş aç canavar hâletiyle menhus bir sevinçle ilerler­ken, Hz. Hubeyb de, mazlum bir eda, fakat metin ve vakur adımlarla Allah’a ka­vuşacağı mekâna gidiyordu. Yolda Hz. Zeyd bin Desinne ile karşılaşmış, birbir­lerini teselli etmişlerdi.
Ten’im âdeta bir panayıra dönüşmüş, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek oraya dö­külmüştü. Bu iki mazlumun öldürülüşünü seyredecek, Bedir’in ve Uhud’un acısını din­direceklerdi güya…
Derince bir çukur kazdılar. Kurumuş koca bir ağaç bedenini getirerek dikti­ler. Bu bir idam sehpasıydı. Hz. Hubeyb’i idam sehpasının yanına götürdüler. Hz. Hubeyb bir müddet durdu. Müşriklerden hiçbir talepte bulunmamıştı. Fa­kat son olarak Rabb’inin huzuruna çıkmak istiyordu, “Müsaade ederseniz, bıra­kın da iki rekât namaz kılayım.” dedi. Müsaade edildi.
Hz. Hubeyb, âdap ve erkânına dikkat ederek huşu içinde iki rekât namaz kıldı. Selam verdikten sonra müşriklere dönerek, “Vallahi eğer ölümden korktu da namazı uzattı zannına kapılmayacak olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım!” dedi. Bu hâldeyken bile imanla bağdaşmayan korkaklık eserini kabul etmiyor­du.
Böylece, İslam tarihinde idamdan önce iki rekât namaz kılma âdetini Hz. Hu­beyb başlatmış oldu…
Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son ola­rak şu teklifte bulundular:
“Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.”
Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinimden dön­mem, hattâ bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!”
Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim ya­şamanı isterdin, değil mi?”
Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği cevap, canile­ri ürküttü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti:
“Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehem­miyeti yoktur. Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vu­rulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O dilerse, parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”
Müşrik topluluğu fedakârlığın ne olduğunu bilemiyorlardı. Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Bu sözlere sadece istihza ile gülüp geçiyorlardı. Şirkin bü­tün çirkinliği suratlarına aksetmişti.
Haksız yere canına kıydıkları için Hz. Hubeyb, onlara içten gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını darmadağın et! Bi­rer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu.
Hz. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı 40 gence hücum emrini verdiler. Dört bir yan­dan fırlatılan mızraklar Hz. Hubeyb’in vücuduna batıyordu. Bağlandığı ağaç kı­mıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu duruma sevindiği hissedil­mişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu. Artık kimse ondan sonra yü­zünü çeviremedi.
Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hz. Hubeyb, son olarak Re­sû­lul­lah’a selam göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu. “Allah’ım, Sen bize Resûlünün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva gö­rüleni de sabahleyin o Resûlüne eriştir. Allah’ım, selamımı Resûlüne ulaştıra­cak kimseyi bulamadım. N’olur, selamımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulun­du.
Peygamberimiz o sabah sahabileriyle sohbet ediyordu. Birden üzerinde va­hiy hâli belirdi, “Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabiler, “Kimin selamını aldın, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz Hubeyb’in selamını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu. Selamı tebliğ eden, Cebrâil’di (a.s.).
Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler. En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hz. Hubeyd’in göğsüne sapladı, mızra­ğın ucu arkasından çıktı. Hz. Hubeyb, Şehadet Kelimesi getirerek cennete uç­tu.
Müşrikler, gelen geçen görsün, her tarafa yaysın diye, Hz. Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indir­mek için Hz. Amr bin Umeyye’yi (r.a.) vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.
Cesedin yanında bekçiler vardı. Bir gece gizlice yaklaşan Hz. Amr, cesedi çözdü, indirdi, sırtına alarak uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden bekçiler, Hz. Amr’ın peşine düştüler. Hz. Amr, Hz. Hubeyb’in cesedini yere bıraktı. Ceset ye­re düşünce, ne bekçiler gördü, ne Hz. Amr… Cenâb-ı Hak, tekrar müşriklerin eli­ne geçmemesi için, büyük şehidin cesedini gizlemişti!
Hz. Hubeyb’i “şehitlerin ulusu” olarak vasıflandıran Peygamberimiz, “O be­nim cennette komşumdur.” buyurmuştu.
Allah ondan razı olsun![1]

________________________________________
[1]Sîre, 3: 178-179; Üsdü’l-Gàbe, 2: 103-105; Tabakât, 2: 55-56; 4: 249; 8: 301-302; İstiâb, 1: 432; Buhârî, Megâzî: 30.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Büyük sahabi ve Mısır Fatihi Amr bin Âs’ın kardeşiydi. İslam’ın ilk yıllarında Müs­lüman olmuştu. İşkenceler artınca da ikinci hicret kafilesiyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Habeşistan’da daha fazla kalamadı, Mekke’ye döndü. Oradan Medine’ye hicret etmek istediyse de babası ve akrabası kendisini bırakmadılar. Hapsetti­ler ve dayanılmaz işkencelere maruz bıraktılar. Uzun bir müddet hapis kalan Hz. Hişâm, ancak Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’ye hicret edebildi. Bundan son­ra Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Büyük kahramanlık ör­nekleri sergiledi.
Peygamberimiz, kendisini çok severdi. Bir hadislerinde, “Âs’ın çocukları Hişâm ve Amr, mümindir.” buyurarak onların imanlarına şahitlik etti.
Hz. Hişâm, kardeşi Amr bin Âs (r.a.) gibi kahramanlık ve cesaretiyle tanını­yordu. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde yapılan savaşlara katıldı. Bü­yük kahramanlıklar gösterdi. Bilhassa şehitlik makamına kavuştuğu Ecnâdin Harbi’nde destanlaştı. Bu savaşta Bizanslılar çok kalabalıktı. Bir ara Müslüman­lar çözülme alameti gösterdiler. Bu, Hz. Hişâm’ı çok üzdü. “Ey Müslümanlar, bana geliniz. Ben, Hişâm bin Âs’ım. Bana geliniz. Cennetten mi kaçıyorsunuz?!” diye seslendi. Sonra da Bizanslıların saflarını yara yara içlerine kadar ilerledi. Birkaçını öldürdükten sonra, aldığı ağır yaralarla şehitlik mertebesini kazandı. Tarih, Hicret’in 13. yılıydı…
Hz. Ömer onun şehit olduğu haberini alınca, “Allah ona rahmet etsin! İslam’ın en iyi yardımcılarından birisiydi.” diyerek takdirlerini ifade etti.
Hişâm’ın şehadetinden sonra Müslümanlar, Hz. Amr’e kendisinin mi, yoksa kardeşinin mi daha faziletli olduğunu sordular. Hz. Amr, “Yaşca ben, ama fazi­letçe Hişâm!” cevabını verdi. Bunun sebebini de şöyle izah etti:
“İslamiyet her ikimize de arz edildi. O hemen kabul etti, ben ise başlangıçta reddettim. Her iki­miz de şehitlik için duada bulunmuştuk. Onun duası kabul oldu.”
Allah her ikisinden de razı olsun![1]

_______________________________
[1]Tabakât, 4: 191-194; Üsdü’l-Gàbe, 5: 63; Müstedrek, 3: 240.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Hatib, Hicret’ten önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret etti. Müşriklerle ya­pı­lan ilk savaş olan Bedir Harbi’ne katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. İlahî iltifata mazhar oldu. Uhud Savaşı’nda da büyük kahramanlık örnekleri sergiledi. Bir ara “Re­sû­lul­lah öldürüldü!” diye bir ses duydu. Hemen Peygamberimizi ara­maya koyuldu. Niha­yet onu buldu. Peygamberimizin mübarek yüzü yaralan­mıştı. “Kim yaptı bunu?!” di­ye sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Utbe bin Ebî Vakkas.” buyurdu. Hz. Hatib, ne tarafa gittiğini sordu. Peygamberimizin işareti üzerine de onun gittiği tarafa yöneldi. Sonunda yetişip yakaladı. Başını kesti ve Re­sû­lul­lah’a getirdi. Peygamberimiz bu kahraman sa­habisini takdir etti: “Allah senden razı olsun, Allah senden razı olsun!” diyerek duada bulundu.[1]
Hendek, Rıdvan Biatı, Hudeybiye Anlaşması’nda da bulunan Hatib (r.a.), Peygamberimizle birlikte bütün önemli savaşlara katıldı.
Hz. Hatib, Peygamberimize büyük bir sevgiyle bağlıydı. Onun uğrunda yap­mayacağı fedakârlık yoktu. Her emrine kayıtsız olarak itaat ederdi. Re­sû­lul­lah’ın yapılmasını istediği bir hizmete herkesten evvel o talip olurdu.
Hicret’in 7. yılıydı... Peygamberimiz birçok hükümdara elçiler gönderip onları İslam’a davet etmişti. Mısır hükümdarı Mukavkıs’a da bir elçi göndermek isti­yordu. Bir mektup yazdı. Sonra da sahabilere hitaben, “Ey insanlar, sevabını Allah’tan almak üzere bu mektubu Mısır hükümdarına hanginiz götürür?” bu­yurdu.
Hatib bin Ebî Beltea da oradaydı. Hemen ayağa kalktı. “Yâ Re­sû­lal­lah, ben götürürüm!” dedi. Peygamberimiz, Hz. Hatib’in, davetine hemen icabet etmesine çok memnun oldu. Ona şöyle duada bulundu:
“Ey Hatib, Allah bu vazifeyi sana mübarek kılsın!”
Hz. Hatib mektubu aldı, Peygamberimizle ve sahabilerle vedalaştıktan sonra evine geldi. Hazırlığını tamamladı, ailesiyle vedalaştı, vakit geçirmeden de yo­la çıktı.
Hatib (r.a.) güzel konuşan, meselesini iyi anlatan bir sahabi ve ayrıca iyi bir şairdi. Şimdi bu kabiliyetini, bir hükümdarı İslamiyet’e davet ederken kullana­caktı. Yol boyunca neler anlatabileceğini, nasıl hareket edeceğini düşündü.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mısır’a vardı. Fakat Mukavkıs’ı bula­madı. İs­kenderiye’ye gitti. Fazla bekletilmeden hükümdarın huzuruna çıktı. Hükümdar mektubu açtı, okutturdu. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’a.
“Selam, hidayete uyan ve doğru yolda olanlara olsun. Seni İslam’a davet edi­yorum. Müslüman ol ki, selameti bulasın, Allah’ın iki kat mükâfatına nail ola­sın. Eğer davetimi kabul etmezsen Kıptîlerin günahı senin boynuna olsun! ‘De ki: Ey Kitap Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim! Eğer onlar yüz çe­virirlerse, siz de deyin ki: Şahit olun, biz Müslümanlarız…” (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)
Mektubun okunması tamamlanınca Mukavkıs, Hz. Hatib’e bazı sorular sordu. Bunlardan bir tanesi şöyleydi:
“O gerçekten peygamberse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sı­ğınmak zorunda bırakan kavmine neden beddua etmedi?”
Hz. Hatib’in bu suale cevabı susturucuydu. Şöyle dedi:
“Sen Hz. İsa’nın pey­gamber olduğunu kabul ediyorsun değil mi? O gerçek bir peygamber olduğuna göre, kavmi kendisini asmak istediği zaman, Allah onu semaya kaldırıp yüksel­teceğine, kavminin helak edilmesi için Allah’a dua etseydi olmaz mıydı?”
Mu­kavkıs bu cevap karşısında Hz. Hatib’i takdir etmekten kendini alamadı. “Sen bir hakîmsin, yerli yerinde konuşuyorsun. Hakîm ve yerli yerinde konuşan biri­nin de yanından geliyorsun.” dedi. Sonra da suallerine devam etti:
“Muhammed insanları nelere davet ediyor?”
“Yalnız Allah’a ibadet etmeye, beş vakit namaz kılmaya, Ramazan ayında oruç tutmaya, haccetmeye, verilen sözü yerine getirmeye, ölmüş hayvan eti ve kan yememeye davet ediyor.”
“Onun şekil ve şemalini bana tarif et.”
Hz. Hatib, Peygamberimizin fizikî ya­pısını biraz tarif etti. Sözünü tamamladığında Mukavkıs, “Anlatmadığın bazı şeyler kaldı. Onun gözlerinde birazcık kırmızılık, sırtın­da peygamberlik mührü var. Kendisi merkebe biner, harmani giyer. Onu amcası ve am­caoğulları korur.” dedi. Hz. Hatib, “Evet, bunlar da onun sıfatlarıdır.” deyince sözlerine şöyle de­vam etti:
“Ben İsa’dan sonra bir peygamber daha gönderileceğini biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum! Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmıştı. Bununla beraber, Son Peygamber’in sertlik, darlık ve yoksulluk ülkesi olan Arabistan’dan çıkacağını, kitaplarda okumuştum. Bizim vasfını Al­lah’ın Kitabında yazılı bulduğumuz Son Peygamber’in gönderilme vakti, tam bu zamandır.
“Biz onun vasfını, ‘İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez. Hediyeyi ka­bul eder, sadakayı kabul etmez, fakirlerle oturup kalkar.’ diye de kitaplarda yazı­lı bulmuştuk. Evet, o Peygamber, ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra ar­kadaşları buralara kadar gelip fethedecekler. Bunları biliyorum. Fakat ona uy­mak hususunda halk beni dinlemez! Saltanatımdan ayrılmayı da göze alamam, bu hususta çok cimriyimdir! Ben halkıma bundan ne bir kelime bahsederim, ne de bu konuşmamı bildiririm.”
Hz. Hatib, Mukavkıs’ın hakikatleri bildiğini, buna rağmen saltanatının elin­den çıka­cağından korkup iman etmeye yanaşmadığını görünce üzüldü. Son ola­rak Mukav­kıs’a son derece tesirli bazı tavsiyelerde bulundu: “Senden önce geçenlerden birisi bu topraklarda kendisinin büyük rab oldu­ğunu iddia etmiş ve ‘Ben sizin yüce rabbinizim!’ diye bağırmıştı. Cenâb-ı Hak o firavunu dünya ve ahiret azabıyla yakalayıp cezalandırdı. Sen başkalarından ibret al, fakat kendin başkalarına ibret olma!” Daha birçok şey söyledi. Fa­kat Mukavkıs’ı ikna edemedi. Çünkü onun gözünü saltanat hırsı bürümüştü.
Mukavkıs, orada kaldığı müddetçe Hz. Hatib’e ikramda bulundu. Güzel bir şekilde onu ağırladı. Peygamberimize hitaben de bir mektup yazdı. Bir hayli de hediye gönderdi. Gönderdiği hediyeler arasında, Peygamber Efendimizin ha­nımlarından olma şerefine ermiş bulunan Hz. Mariye de bulunmaktaydı.
Uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hatib, Medine’ye ulaştı. Hediyeleri Peygam­be­ri­mi­ze takdim etti. Mukavkıs ile aralarında geçen konuşmaları nakletti. Pey­gamberimiz, Mu­kavkıs hakkında, “Kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Esirgedi­ği saltanatı kendisine kal­mayacak!” buyurdu.[2]
Hz. Hatib, bu kadar güzel hizmetlerinin yanında Hicret’in 10. yılında büyük bir hata yapmıştı. Şöyle ki: Peygamberimiz (a.s.m.), Mekke’nin fethi için büyük bir ordu hazırlıyordu. Fakat seferin nereye yapılacağını gizli tutuyordu. Hatib’in (r.a.) Mekke’de ya­kınları vardı. Onlara olan şefkat ve merhameti sebebiyle, Peygamberimizin gizli tuttuğu sefer haberini bir mektup yazarak Mekke’ye ulaştırdı. Fakat Pey­gamberimiz vahiy yoluyla bunu haber aldı. Hemen Hz. Ali ve Zübeyr bin Avvam’ı (r.a.) yanına çağırdı ve “Acele hareket ediniz. Falan yere vardığınızda, orada yanında bir mektup bulunan, hayvan üzerine binmiş bir kadın bulacaksı­nız. Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz.” di­ye emretti.
Bu sahabiler denileni yaptılar, mektubu alıp Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Bunun üzerine sa­habiler, “Yâ Re­sû­lal­lah, Hatib, Allah ve Resûl’üne hâinlik etmiştir!” di­yerek cezalan­dırılmasını istediler. Hattâ öldürülmesini teklif edenler dahi oldu… Peygamberimiz, Hz. Hatib’i yanına çağırttı. Mektubu gösterdi ve “Bunu tanıdın mı?” diye sordu. Hatib (r.a.), “Evet, tanıdım.” deyince, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu işi niçin yaptığını sordu. Hatib şu cevabı verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben Kureyşli değilim. Onların arasına başka yerden geldim. Şu anda çoluk çocuğum onların arasında bulunuyor. Diğer sahabilerin Mekke’de ailelerini ve mallarını koruyacak akrabası var, benim ise yoktur. Ben bunu, onlara bir iyilik yapayım, kendilerini minnet altında bırakayım da orada bulunan ev halkımı korusunlar diye yaptım! Yoksa bunu dinimden döndüğüm, Müslüman olduktan sonra küf­re saptığım için yapmış değilim... Yâ Re­sû­lal­lah, vallahi ben Allah’a ve Resûlüne iman ettim ve dinimi de asla değiştirmedim! Ben Müslüman olduğum günden beri Allah hakkında hiçbir şüpheye düşmedim. Müşriklerden ayrıldığım gün­den beri kendilerine de hiçbir sevgi beslemedim. Ben iyi biliyorum ki, Cenâb-ı Hakk’ın onlara vereceği azaba karşı benim mektubum kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, gelecek azaptan onları kurtarmayacak”
Peygamberimiz onu dinledikten sonra Ashâbına, “O size doğru söyledi. Bu­nun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz.” buyurdu. Öldürmek iste­yenlere karşı da, “O, Bedir Harbi’nde bulunmuştur. Bedir Savaşı’nda bulunmuş birini nasıl öldürürsün?! Ne biliyorsun? Belki de Allah, Bedir Savaşı’na katılanla­ra, ‘Siz istediğinizi yapınız. Ben sizi bağışladım.’ uyurmuştur…” dedi.[3]
Hemen sonra da bununla ilgili âyet-i kerime nazil oldu. Cenâb-ı Hak da, Hz. Ha­tib’in mümin olduğuna ve ihanet etmediğine şahitlik ediyordu.[4]
Artık sahabilerin Hz. Hatib’e karşı hiçbir kötü zanları kalmadı. Eserlerinde bu hadiseye yer veren âlimler de bunu onu suçlamak için değil, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılığını göstermek maksadıyla naklettiler.
Hz. Hatib, Hz. Ebû Bekir devrinde de Mısır’a elçi olarak gönderildi. Mukavkıs’la bir anlaşma imzaladı. Hz. Ömer devrinde Mısır’ın fethine kadar bu an­laşma maddeleri geçerli oldu.
Hatib (r.a.), Hicret’in 30. yılında Hz. Osman’ın hilafeti devrinde Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!

___________________________________
[1]Müstedrek, 3: 300-301.
[2]İnsânü’l-Uyûn, 3: 295-300; Tabakât, 1: 260; el-Bidâye, 4: 272.
[3]Müsned, 1: 79-80, 105; İnsânü’l-Uyûn, 3: 11-12.
[4]Mümtehine Sûresi, 1-9.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget