Tevhid inancının inatçı düşmanları, gözlerini kamaştıran İslam nurunu gölgelemeye güçlere yetmeyince, çeşitli hilelere başvurmaktan geri durmadılar. Bilhassa Bedir gibi Uhud’da da elebaşlarını kaybedince iyice azdılar ve intikam hıncıyla tutuştular.
Lihyanoğullarıyla anlaşan Adal ve Kare kabilesinden bir grup, Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamberimize müracaatta bulundular: “Yâ Resûlallah, İslamiyet kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Sahabilerinden birkaçını bizimle gönder de bize Kur’ân öğretsinler, İslamiyet’i anlatsınlar.”
Bu masum ve makul isteği cevapsız bırakmayan Peygamberimiz, Hz. Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) başkanlığında, Suffe Ashâbı’ndan 10 zatı bu işle vazifelendirdi.
İrşat heyeti, Mekke’den gelenlerle yola çıktı. Uhud Savaşı’ndan dört ay sonraydı. Hicret’in 4. senesi Sefer ayı başlarıydı… Kafile Recî Suyu’nun başına gelince, âdi bir hıyanetle yüz yüze geldiler. Lihyanoğullarından 100 kadar gözü dönmüş nasipsiz, bu masum ve müdafaasız kimselere saldırmaya yöneldiler. Durumun vahametini anlayan Hz. Mersed, arkadaşlarını yakınlarındaki dağa çekti. Etraflarını saran düşman, onları sıkıştırmaya başladı. Onlar da kılıçlarını çekip kendilerini savunmaya çalıştılar. Fakat çok geçmeden yedi sahabi şehit düştü. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık (r.a.), müşriklerin öldürmeyeceklerine dair söz vermeleri üzerine teslim oldular.
Çapulcular, bu üç sahabiyi sıkıca bağladılar. Mekke’nin yolunu tuttular. Esir olarak götürüp satacaklardı. Direnip gitmek istemeyen Hz. Abdullah bin Târık karşı koydu. Elini çözerek kılıcına sarıldı. Fakat müşrikler fırsat vermediler, bu yüce insanı taşlayarak şehit ettiler.
Ellerinde kalan Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’i Mekke’ye götürdüler. Hz. Hubeyb, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu, Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Bedir Savaşı’nda üstün kahramanlık göstermiş, müşriklerin büyüklerinden Hâris bin Âmir’i öldürmüştü. Uhud’da da büyük fedakârlıklar sergilemişti.
Lihyanoğulları, Hz. Hubeyb’i Hâris bin Âmir’in çocuklarına 100 deve karşılığında sattılar. Hâris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hz. Hubeyb’i, cariyesi Mâviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet çektirdikten sonra öldürmekti.
Dünyayı kucaklayacak güçlü bir imana sahip olan Hz. Hubeyb, İlahî takdire boyun eğerek, derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde Rabb’ine kavuşacağı günü bekliyordu. Çünkü o, Resûlullah tarafından yüce bir gaye için vazifelendirilmişti. Yeni Müslüman olanlara Allah’ın kelamını öğretmek, İslam’ın güzelliklerini anlatmak için yola çıkmıştı. Bu uğurda başına gelecek her şeyi tam bir rıza ile karşılaması gerekirdi. Hayatta kalıp vazifesini yapsa da kârdaydı, bir ihanete kurban gitse de kazançlıydı. Çünkü şehadet mertebesini kazanacaktı.
Hz. Hubeyb’i aç susuz bir şekilde yalnızlığa terk etmişlerdi. Kaçmaması için de zincire vurmuşlardı. Fakat Hubeyb’i, Rahim olan Rabb’i aç bırakmadı. Ev sahibi Mâviye bir gün Hz. Hubeyb’in yattığı hücrenin kapısını aralayınca şaşkına döndü. Hubeyb’in elinde, dünyada benzeri görülmeyen koca bir üzüm salkımı vardı. Sakin bir şekilde tane tane yiyordu. Daha sonra Müslüman olan Mâviye, bu durumu şöyle anlatıyordu:
“Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim... O mevsimde değil Mekke’de, dünyada dahi bir üzüm tanesi bulunmazdı. Kendisi zincire vurulmuş olduğu hâlde, elinde bir insan başı büyüklüğünde üzüm salkımı vardı. Herhâlde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu…”
Mâviye bir defasında gelerek, gizliden Hz. Hubeyb’e ihtiyacı olup olmadığını sordu. Hubeyb asla nefsini düşünmüyordu. İmanına bir zarar gelebileceği endişesini taşıyordu: “Bana tatlı su içirip, putlar adına kesilmeyen hayvanların etinden yedirmenden ve bir de, beni öldürecekleri günü önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.”
Mâviye anlatıyor: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı. Vallahi ölüm haberini duyunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere benden emanet olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”
Bütün Mekke halkı toplanarak Hz. Hubeyb’i öldüreceklerdi. İntikamlarını vahşi bir şekilde bu masumdan alacaklardı.
Gün aydınlanmış, sabah olmuştu. Menfur emellerine kavuşmak isteyen bir grup Kureyş putperesti, Hz. Hubeyb’in zincire vurulduğu eve geldiler. İntikam ateşinden alev alev olmuş gözlerini Hz. Hubeyb’in üzerine diktiler. İman çağlayanı büyük sahabi, bir melek masumiyeti içinde bekliyordu. Gayet rahat ve sakindi. Üzerinde en ufak bir telaş eserini görmek mümkün değildi. Müşrikler bağlı olduğu prangadan çözerek onu hücresinden çıkardılar. Mekke’ye iki fersah uzaklıkta bulunan Ten’im mevkiine götürüp idam etmek üzere yola çıktılar.
Müşrikler, avını ele geçirmiş aç canavar hâletiyle menhus bir sevinçle ilerlerken, Hz. Hubeyb de, mazlum bir eda, fakat metin ve vakur adımlarla Allah’a kavuşacağı mekâna gidiyordu. Yolda Hz. Zeyd bin Desinne ile karşılaşmış, birbirlerini teselli etmişlerdi.
Ten’im âdeta bir panayıra dönüşmüş, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek oraya dökülmüştü. Bu iki mazlumun öldürülüşünü seyredecek, Bedir’in ve Uhud’un acısını dindireceklerdi güya…
Derince bir çukur kazdılar. Kurumuş koca bir ağaç bedenini getirerek diktiler. Bu bir idam sehpasıydı. Hz. Hubeyb’i idam sehpasının yanına götürdüler. Hz. Hubeyb bir müddet durdu. Müşriklerden hiçbir talepte bulunmamıştı. Fakat son olarak Rabb’inin huzuruna çıkmak istiyordu, “Müsaade ederseniz, bırakın da iki rekât namaz kılayım.” dedi. Müsaade edildi.
Hz. Hubeyb, âdap ve erkânına dikkat ederek huşu içinde iki rekât namaz kıldı. Selam verdikten sonra müşriklere dönerek, “Vallahi eğer ölümden korktu da namazı uzattı zannına kapılmayacak olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım!” dedi. Bu hâldeyken bile imanla bağdaşmayan korkaklık eserini kabul etmiyordu.
Böylece, İslam tarihinde idamdan önce iki rekât namaz kılma âdetini Hz. Hubeyb başlatmış oldu…
Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son olarak şu teklifte bulundular:
“Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.”
Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinimden dönmem, hattâ bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!”
Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamanı isterdin, değil mi?”
Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği cevap, canileri ürküttü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti:
“Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vurulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O dilerse, parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”
Müşrik topluluğu fedakârlığın ne olduğunu bilemiyorlardı. Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Bu sözlere sadece istihza ile gülüp geçiyorlardı. Şirkin bütün çirkinliği suratlarına aksetmişti.
Haksız yere canına kıydıkları için Hz. Hubeyb, onlara içten gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını darmadağın et! Birer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu.
Hz. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı 40 gence hücum emrini verdiler. Dört bir yandan fırlatılan mızraklar Hz. Hubeyb’in vücuduna batıyordu. Bağlandığı ağaç kımıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu duruma sevindiği hissedilmişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu. Artık kimse ondan sonra yüzünü çeviremedi.
Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hz. Hubeyb, son olarak Resûlullah’a selam göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu. “Allah’ım, Sen bize Resûlünün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva görüleni de sabahleyin o Resûlüne eriştir. Allah’ım, selamımı Resûlüne ulaştıracak kimseyi bulamadım. N’olur, selamımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulundu.
Peygamberimiz o sabah sahabileriyle sohbet ediyordu. Birden üzerinde vahiy hâli belirdi, “Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabiler, “Kimin selamını aldın, yâ Resûlallah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz Hubeyb’in selamını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu. Selamı tebliğ eden, Cebrâil’di (a.s.).
Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler. En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hz. Hubeyd’in göğsüne sapladı, mızrağın ucu arkasından çıktı. Hz. Hubeyb, Şehadet Kelimesi getirerek cennete uçtu.
Müşrikler, gelen geçen görsün, her tarafa yaysın diye, Hz. Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indirmek için Hz. Amr bin Umeyye’yi (r.a.) vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.
Cesedin yanında bekçiler vardı. Bir gece gizlice yaklaşan Hz. Amr, cesedi çözdü, indirdi, sırtına alarak uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden bekçiler, Hz. Amr’ın peşine düştüler. Hz. Amr, Hz. Hubeyb’in cesedini yere bıraktı. Ceset yere düşünce, ne bekçiler gördü, ne Hz. Amr… Cenâb-ı Hak, tekrar müşriklerin eline geçmemesi için, büyük şehidin cesedini gizlemişti!
Hz. Hubeyb’i “şehitlerin ulusu” olarak vasıflandıran Peygamberimiz, “O benim cennette komşumdur.” buyurmuştu.
Allah ondan razı olsun![1]
________________________________________
[1]Sîre, 3: 178-179; Üsdü’l-Gàbe, 2: 103-105; Tabakât, 2: 55-56; 4: 249; 8: 301-302; İstiâb, 1: 432; Buhârî, Megâzî: 30.