Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Tebük Gazvesi, Müslümanların büyük sıkıntı ve eziyetlere maruz kaldıkları bir savaştır. Bilhassa mali bakımdan bir hayli zorluk çektiklerini, bazı âyetlerden ve hadislerden anlamaktayız. Hz. Osman (r.a.) ordunun teçhizatı için bin dinar ve­rirken, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) çok memnun olmuş ve onun hakkında, “Yâ Rabbi, ben ondan razıyım, sen de ondan razı ol!”[1]şeklinde dua etmişti. Müslümanların bir kısmı harbe katılmak için can attıkları hâlde giyecek, bine­cek ve sair teçhizat az olduğu için katılamamış ve üzüntüyle gözyaşı dökmüş­lerdi. Kur’ân’da bu sahabiler şöyle anılmaktadır:
“Kendilerini bindirip sevk etmek için sana geldiklerinde, ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de sorumluluk yoktur.”[2]
Bu âyetin izahıyla ilgili olarak İbni İshak şöyle rivayet etmektedir:
“Bazı Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’a geldi. Bunlar fakirdi. Re­sû­lul­lah’tan binek istediler. Re­sû­lul­lah’ın yanında onlara verecek binek yoktu. Gözleri yaşlı bir va­ziyette, Allah yolunda harcayacak bir şeyleri olmadığı için üzüntü içinde geri gördüler.”[3]
Bunların altısının Ensar’dan olduğunu kaydeden İbni İshak, arala­rında Suffe’nin en yaşlı sahabilerinden olan İrbad bin Sâriye’yi de (r.a.) kaydet­mektedir.
Suffe Medresesi’nde Re­sû­lul­lah’tan hakikat dersini alan bu kahraman sahabi, Tebük Seferi’ne katılamayan diğer sahabilerle birlikte Kur’ân’ın senasına mazhar olmuştur. Bunların, sefere iştirak edememiş olmakla beraber, Peygamberimizin beyanlarına göre, katılanların sevapları kadar sevaba nail olduklarını an­lıyoruz. Re­sû­lul­lah Efendimiz, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz, Medine’de öyle bir cemaat var ki, yürüdüğünüz yol boyunca ve geçtiğiniz her derede sizlerle sevap bakımından beraber idiler.”
Bunun üzerine sahabiler, “Yâ Re­sû­lal­lah, onlar Medine’de oldukları hâlde mi?!” di­ye sordular. Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:
“Evet, Medine’de oldukları hâlde… Zira mazeretleri, onları cihattan alıkoydu.”[4]
İrbad bin Sâriye, Re­sû­lul­lah’ın en yaşlı sahabilerinden biriydi. Cenâb-ı Hak kendisi­ne uzun ömür ihsan etmişti. Hattâ Allah’a kavuşmak için sık sık dua ederdi: “Ey Allah’ım, yaşım ilerledi, kemiklerim zayıfladı, beni huzuruna al!”[5]
İrbad bin Sâriye, Re­sû­lul­lah’ın sohbetlerine devamlı katılan ve onun sadık talebelerindendi. Zaman zaman Re­sû­lul­lah ile ilgili hatıralarını anlatan İrbad bin Sâriye, bir sabah namazından sonra Hz. Peygamber’in sahabilere dönerek tesirli bir vaaz yaptığını ve sahabilerin korkuyla ağladıklarını nakletmektedir.
Hz. İrbad şöyle devam etmektedir:
Sahabilerden biri, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu ay­nen veda eden birinin vaazı gibi! O hâlde bize ne tavsiye edersiniz?” deyince, Re­sû­lul­lah ona cevaben şöyle buyurdu:
“Allah’tan korkmayı, Habeşli bir köle dahi olsa idarecinizi dinleyip itaat et­menizi tavsiye ederim. İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ihtilafa şahit olacaklardır. Siz, o zaman benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna sımsıkı sarılınız. Onlara tabi olmak için elinizden gelen gayreti gösteriniz. Bid’atlardan kaçınınız. Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır, her bid’at ise dalalettir.”[6]
Hicrî 75 tarihinde vefat eden bu büyük sahabi, hayatının bir bölümünü Şam’­da geçirmiş, bir bölümünü de Humus’ta tamamlamıştır. Yaşlılığına rağmen, di­nin yüce hakikat ve güzelliklerini son nefesine kadar yaymayı gaye bilmiş­tir.
Allah ondan razı olsun!

_____________________________
[1]Sîre, 4: 161.
[2]Tevbe Sûresi, 92.
[3]Sîre,4: 161.
[4]İbni Mâce, Cihad: 6.
[5]Hilye, 2: 14.
[6]Ebû Dâvud, Sünnet: 6; Üsdü’l-Gàbe, 3: 399.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. İmrân (r.a.), Peygamberimizin davetine ilk uyan sahabilerdendi. İslam davasına gönül vermiş, çile ve ıstırabı peşinen kabul etmişti. O, İslam’la müşer­ref olduğu sırada, babası Husayn henüz müşriklerin safındaydı. İmrân, babasın­dan yüz çevirmekle hiç tereddüt göstermedi. Fakat bir yandan babasının da Müslüman olmasını, putlara tapmaktan vazgeçerek, kâinatın sahibi Yüce Al­lah’a kul olmasını can u gönülden arzuluyordu.
Müslümanların sayısı henüz 40’ı bulmamıştı. Müşrikler akıl almaz işkence­lere başvu­ruyorlar, bazen de konuşarak onları ikna etme yolunu deniyorlardı. Bir gün Hu­sayn’a rastladılar. Husayn, Mekkelilerin büyüklerindendi. Hemen et­rafını sardılar ve Pey­gamberimizi ona şikâyet ettiler. Onunla birlikte Peygam­berimizin yanına kadar gitti­ler. Müşrikler kapıda beklerken Husayn, Peygam­berimizin huzuruna girdi. Re­sû­lul­lah sa­habilerine, “Şeyhe yer açın.” buyurdu. Sahabiler, Husayn’a karşı çok soğuk davrandı­lar. Husayn’ın oğlu İmrân da o sı­rada Peygamberimizin hemen yanı başındaydı. Baba­sının Peygamberimize karşı uygunsuz bir davranışta bulunacağını zannediyor, üzülü­yordu.
Peygamberimiz, Husayn’ı, putları bırakıp Allah’a iman etmeye çağırdı. Arala­rında geçen kısa bir konuşmadan sonra Husayn, Kelime-i Şehadet getirerek Müs­lüman oldu.
Babasının Peygamberimizi rahatsız edeceğini zannederek üzülen Hz. İmrân, onun Kelime-i Şehadet getirdiğini işitince çok sevindi. Hemen babasının yanına gitti, ellerini ve ayaklarını öpmeye başladı. Onun bu hareketi Peygamberimizi rikkate getirdi. Gözlerini yaşarttı. Sonra şöyle buyurdu:
“İmrân’ın hareketinden dolayı ağladım! Babası içeri girdiği zaman İmrân ne ayağa kalkmış, ne de yüzüne bakmıştı. Fakat Husayn, Müslüman olunca babalık hakkını ödedi.” buyurdu.[1]
Çünkü Hz. İmrân’ın babasına davranışı, Allah rızası içindi. Müşrik olduğu için onu sevmiyordu. Allah’a isyan edene hürmet edil­mezdi. Fakat ne zaman ki tevhid halkasına girdi, bütün sevgisi onun için coş­tu.
Hz. İmrân hayatı boyunca Peygamberimizin sohbetlerinden feyiz aldı. Âlim saha­bi­ler arasına girdi. Hz. Ömer onu Basralılara İslam hukukunu, fıkhı öğret­mek için gönderdi.[2]
İmrân kılık ve kıyafetine çok dikkat ederdi. Güzel ve temiz giyinirdi. Bunun sebebi­ni soranlara, Peygamberimizin, “Allah bir kuluna sevdiği bir nimet verdi­ği zaman o ni­metin eserini kulu üzerinde görmek ister.” buyurduğunu anlatırdı.[3]Çünkü Müslüman her hâliyle örnek olmalıydı. Her cihetiyle temiz olan dinini yaşarken, tertip ve düzene, temizliğe dikkat etmeliydi.
Hz. İmrân, kendisine bir vazife verildiğinde o vazifeyi yerine getirirken hep sünneti esas alır, ona göre hareket ederdi. Hizmetini yerine getirirken, Re­sû­lul­lah’tan duyduğu veya gördüğü şekilde davranırdı.
Basra Valisi Ziyad bin Ebih, onu zekât memuru olarak vazifelendirmişti. İmrân vazifeden döndüğünde yanında bir dirhem dahi para yoktu. Ziyad bundan hoşlanmadı. “Hani bir şey getirmedin mi? “ dedi. İmrân hiç çekinmeden şu ceva­bı verdi:
“Sen beni sana mal getireyim diye mi gönderdin?! Ben, Peygamberimizin za­ma­nında zekâtları nasıl tahsil ediyorsak öylece tahsil ettim ve onun zamanında kimlere veriyorsak onlara verip döndüm.”
Onun bu cevabı karşısında Ziyad söyleyecek bir şey bulamadı.
Hz. İmrân, zaman zaman Basra halkına vaaz verir, Re­sû­lul­lah’tan aldığı nurla onları aydınlatırdı. Bid’ata ve bid’atçilere taviz vermezdi. İslam’a uymayan fikir ve davranışlarla elinden geldiği kadar mücadele eder, sünnet-i seniyyeyi yaşa­maya ve yaşatmaya çalışırdı. “Kur’ân-ı Kerim nazil olmuş, Allah’ın Peygambe­ri de bize yol göstererek, ‘Arkamdan gelin. Yemin ederim ki, şayet bizi dinle­mezseniz şaşkınlık içinde helak olacaksınız.’ buyurmuştur.” derdi.
Bir gün birisi İmrân bin Husayn’a gelerek, “Bize yalnız Kur’ân’dan haber ver.” dedi. Bu sözler karşısında çok hiddetlenen Hz. İmrân, şöyle dedi:
“Allah’ın Kitabında öğle namazının dört rekât olduğu geçiyor mu? Öğle na­mazında sesli okunmaz. Namaz, zekât ve benzeri şeylerin hiçbirinin şekli Kur’ân’da açıklanma­mıştır. Allah’ın Kitabı kapalı geçmektedir. Onun açıklayı­cısı ise Peygamber sünnetidir.”[4]
Bu sözleriyle, her meseleyi illa da Kur’ân’da aramanın yersiz olduğunu, sünnetin de dinî bir kaynak ve esas olduğunu anlatı­yordu.
İmrân (r.a.), hakkın hatırının yüce olduğunu, hiçbir hatır için feda edilemeye­ceğini biliyordu. Bu sebeple Basra Valisi Ziyad bin Ebih’in teklif ettiği Horasan valiliğini kabul etmedi. Kendisine Horasan gibi bir vilayetin valiliğini niçin ka­bul etmediğini soranlara da şöyle dedi:
“Vallahi ben onun ateşinde yanarken Horasan halkının onun gölgeliğinde se­fa sürmesini istemiyorum. Memuriyetim sırasında Ziyad’dan bana mektup gel­mesinden korkarım! Emredeceği yanlış bir şeyi onun hatırı için yapacak olur­sam helak olurum!”
Bunun üzerine Ziyad, Horasan valiliğine Hakem bin Amr’ı tayin etti. Hz. İmrân valiliği kabul etmemişti, ama henüz vazifesi bitmemişti. Vakit geçirmeden Hz. Hakem’i aradı. Bulunca da ona şu hatırlatmalarda bulundu:
“Hatırlıyor musun? Sahabiden biri amirinin emri üzerine kendini ateşe atmak isterken, yanındakiler kolundan tutup buna mâni olmuşlardı. Peygamberimiz bunu haber alınca, ‘Şayet kendini ateşe atsaydı hem kendisi hem de amiri ce­henneme gireceklerdi. Zira Cenâb-ı Hakk’a isyan hususunda hiç kimseye itaat edilmez.’ buyurmuştu. İşte ben seni bu hadisi hatırlatmak için aradım…”[5]
Hz. İmrân bu sözleriyle Hz. Hakem’e, şayet Ziyad, Kur’ân ve sünnete uyma­yan bir şey emredecek olursa ona itaat etmemesi gerektiğini ifadeye çalışıyor­du.
İmrân bin Husayn, Basra’da çok büyük hizmetlerde bulundu. Basra imamla­rından ve Tâbiîn’in büyüklerinden Muhammed İbni Sîrin, “Basra’da Re­sû­lul­lah’ın Ashâbı arasında İmrân bin Husayn’dan üstünü az bulunur.” diyerek onu taltif ediyordu.[6]
Cenâb-ı Hak, kullarını tecrübe etmek için onlara birtakım musibetler verir. Bununla onların sabır derecelerini ölçmek ister. Hikmetine binaen İmrân bin Husayn’a da çok şiddetli bir hastalık verdi. Öyle ki, Hz. İmrân bu hastalığın tesi­riyle ne oturabiliyor, ne de kalkabiliyordu. Fakat o musibetin kendisine niçin verildiğinin şuurundaydı. Bu sebeple tam bir sabır gösterdi. Sabrın bu dünyada­ki mükâfatı olarak da meleklerin selamı­na mazhar oldu. Melekler onu gördükçe selam verirlerdi.[7]
“Vallahi eğer istesem aralıksız ve hiçbir tanesini tekrarlamadan iki gün Pey­gam­be­rimizden hadis nakledebilirim.” diyen Hz. İmrân, 120 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bunlar, Buhârî, Müsned ve diğer hadis kitaplarında mevcut­tur. O hadislerden birisi şu mealdedir:
“Cennete baktım, cennetliklerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehen­neme baktım, cehennemliklerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.”[8]
Bir diğeri de şu mealdedir:
“Allah’ım, yanlışlıkla veya kasten, gizli veya açık, bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlarımı affeyle!”[9]
İmrân bin Husayn, Hicrî 52 tarihinde Basra’da vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun!

__________________________________________
[1]el-İsâbe, 1: 337-338.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 137.
[3]Tabakât, 4: 291.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 183.
[5]age., 2: 32.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 4: 137.
[7]Tabakât, 4: 288; Üsdü’l-Gàbe, 4: 138.
[8]Müsned, 4: 437.
[9]age., 4: 444.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslam’a ve Hz. Peygamber’e (a.s.m.) düşmanlıkta babası Ebû Cehil’den aşağı değildi. Müşrikler arasında, ata biniciliğiyle şöhret bulmuş ve çevresinde müşriklerden bir fedai grubu kurmuş, savaşlarda en şiddetli hücumları yap­mıştı.
Bu, yıllar sonra, Müslüman olarak Yermuk Savaşı’nda şehit olan İkrime bin Ebî Cehil’den başkası değildi.
Resûl-i Ekrem, ihtişamlı zaferiyle Mekke’ye girdiğinde, dört erkek ve iki kadının dışında herkesi affettiğini ilan etti. Bunlar, İslam’a düşmanlıkta ve zu­lümde en ileri gidenlerdi. Bu sebeple, yakalandıkları yerde öldürüleceklerdi. Bu dört kişiden birisi de İkrime’ydi. Çünkü fetih günü herkes mücadeleyi terk ettiği hâlde, o etrafına topladığı arkadaşlarıyla mücadeleye devam etmişti.
İkrime, bir yolunu bulup Mekke’den kaçmaya muvaffak oldu ve bir gemi­ye binerek Yemen’e doğru açıldı. Denizde dehşetli bir fırtına çıkarak gemiyi sarsmaya başladı. Gemi kaptanı halkı toplayarak, “Samimi olun ve Allah’tan kurtulmanızı isteyin.” dedi.
İkrime kaptana, “Hâlis ve samimi olmak için ne yapmam gerekiyor? Hem burada samimi olursam, bu samimiyetimi karada da devam ettirmem lazım.” dedi.
Kaptan ona, “Gerçekten samimi olmak istiyorsan Allah’tan başka ilah ol­madığını söyle.” dedi.
İkrime, “Ben zaten bunu söylememek için kaçıp buralara kadar geldim!” de­diyse de, kaptanın sözleri kendisine çok tesir etmiş ve sonra şöyle dua etmişti:
“Ey Allah’ını! Eğer beni bu fırtınadan kurtarırsan, Muhammed’e gidip elleri­ne sarılacağım ve onun keremine sığınarak affedilmemi isteyeceğim.”
Bu esnada İkrime’nin karısı, Hâris bin Hişâm’ın kızı Ümmü Hâkim, Müslüman olmuş ve Re­sû­lul­lah’a giderek İkrime’nin affedilmesini ve kendisine eman veril­mesini istemişti. O şefkatli, merhametli, Yüce Peygamber, İkrime’ye eman ver­mişti.
Ümmü Hâkim, derhâl kölesiyle birlikte yola çıkarak kocası İkrime’yi arama­ya koyul­du ve aylar süren yolculuktan sonra onu Tihame sahillerinde buldu. Hanımı İkri­me’ye Resûl-i Ekrem’in kendisine eman verdiğini defalarca söyle­diyse de bir türlü inan­dıramıyordu. İklime eski düşmanlıklarını hatırlıyor ve af­fedileceğine ihtimal vermiyordu. Ama o şanı yüce Peygamber’in şefkat ve mer­hameti sonsuzdu. İkrime’yi affetmişti. Neticede karısı onu Resûlulah’a dönmeye ikna etti.
Günler süren yolculuktan sonra İkrime ve Ümmü Hâkim, Medine’ye ulaştı. Mescidin bir köşesinde Re­sû­lul­lah’ı bekliyorlardı. İkrime, Re­sû­lul­lah’ın nasıl muamele edeceğini merak ediyor, heyecandan titriyordu. Bir müddet sonra Re­sû­lul­lah çıkageldi ve onları gördü. Peygamberimiz eski düşmanlıkları katiyen hatırlatmadan ve hissettirmeden, “Merhaba, ey süvari muhacir!” diyerek İkri­me’yi kucakladı.
İkrime, “Ey Allah’ın Resûl’ü! Beni neye davet ediyorsun?” dedi. Resûl-i Ek­rem, “Se­ni Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Resûl’ü olduğuma şehadet et­meye, namaz kılmaya, zekât vermeye davet ediyorum.” diyerek İslam’ın esaslarını anlattı.
İkrime’nin cevabı ise şuydu:
“Yemin ederim ki, sen sadece hakka, güzel ve iyi şeylere davet ediyorsun. Yemin ederim ki, sen peygamberlik gelmeden önce de, bizim içimizde en doğru konuşan idin. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.”
İkrime, eski günahlarını hatırlıyor ve onlardan dolayı büyük mahcubiyet du­yuyordu. Onun bu durumunu hisseden Resûl-i Ekrem (a.s.m.), ona büyük müj­deyi verdi:
“İşte sana bugün hiç kimseye vermediğim şeyi vereceğim.”
İkrime bu müjdenin ne olabileceğini anlamıştı:
“Sana karşı yaptığım bütün düşmanlıklar, sana karşı attığım her adım, sana karşı gel­diğim her yer ve yüzüne karşı yahut gıyabında söylediğim her söz için mağfiret dile­meni istiyorum.”
Re­sû­lul­lah ellerini kaldırıp, İkrime için şöyle dua etti.
“Allah’ım! Bana yaptığı bütün kötülükleri, Senin nurunu söndürmek için attığı her adımı affet! Yüzüme karşı veya gıyabımda benim aleyhimde söylediği sözleri de affet!”
İkrime, Re­sû­lul­lah’ın bu duası karşısında fevkalade duygulanmıştı. Artık bundan sonra her şeyiyle Allah için çalışacaktı. Şöyle söz verdi:
“Ya Re­sû­lal­lah! Allah’a yemin ederim ki, insanları Allah yolundan çevirmek için sarf ettiğim malın iki mislini Allah yolunda harcayacağım, Allah yolundan çevirmek için yaptığım savaşların iki mislini Allah yolunda yapacağım…”
İkrime, Müslüman olduktan sonra bazıları onunla, “Bu ümmetin firavununun oğlu!” diye şakalaşmak istiyorlardı. Ancak İkrime bu sözlerle eski Cahiliye günlerini hatırladığı için rahatsızlık duyuyordu. Bir gün dayanamayarak Re­sû­lul­lah’a şikâyete bulundu. Bunun üzerine Resûulullah da Ashâbına şöyle dedi:
“Onu babasının ismiyle anmayın, ona böyle hitap etmeyin.”
Bu hadiseden sonra Resûllullah onun “İkrime bin Ebî Cehil” olan künyesini “İkrime Ebû Osman” olarak değiştirdi.
Peygamberimizin muhterem zevceleri Ümmü Seleme’nin rivayetine göre, bir gün Re­sû­lul­lah şöyle buyurmuştu:
“İkrime’nin de Müslüman olmasıyla, Ebû Cehil’in nesebi kesilmiştir.”
Gerçekten Ebû Cehil’in kızlarından da çocuğu olmamış ve nesebi kesilmiştir.
Yermuk’ta öylesine fedakârane savaşıyordu ki, göğsünde açılan yaradan kanlar fışkırıyor ve o yine at üzerinde savaşa devam ediyordu. Yanında bulunanlar, “Ey İkrime, kendine acı, bu kadarı fazladır.” dediler. O, onlara şöyle cevap verdi.
“Ben Lât ve Uzza için yıllarca mücadele ettim. Şimdi bu kadar yara almışım, sıkıntılara katlanmışım, ne ehemmiyeti var?!”
Muharebenin sonunda İkrime şehadet şerbetini içti.[1]
Allah ondan razı olsun!

___________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 4-5; İsâbe, 2: 496-497.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget