Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Cahiliye devrinde Kâbe’nin anahtarları sadece Hz. Osman bin Talha’nın sülale­sinin yanında bulunurdu. Bu vazife en son babasına kalmıştı. Uhud Savaşı’nda, müşriklerin safında bulunan babası Talha öldürüldüğünde, bu görev kendisine kaldı.
Peygamberimiz, Mekke’de bulunduğu sırada Osman bin Talha’yı İslamiyet’e davet etmişti. Osman da, “Sen kavminin dinine aykırı davranıp yeni bir din or­taya çıkarmış bulunuyorsun.” dedi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) şöyle buyur­muştu:
“Ey Osman, ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye istersem ko­ya­bi­leceğim, kime istersem verebileceğim bir mevkide de göreceksin…”
Osman, bu sözlerdeki gerçeği anlayamamış, “O zaman Kureyş kıymetten düşmüş olur.” demişti. Re­sû­lul­lah ise, “Hayır, Kureyş asıl o zaman kıymetlene­cek.” buyurmuştu.
Aradan yıllar geçti. Osman bin Talha’nın kalbi İslamiyet’e ısındı. Hicret’in 8. yılında, Mekke’nin Fethi’nden biraz önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret et­ti.
Mekke fethedildikten sonra Peygamberimiz, Osman’ı (r.a.) göndererek an­nesinden anahtarı getirmesini istedi. Geldiğinde de, “Sana vaktiyle söylediğim şey gerçekleşmedi mi?” buyurdu. Osman (r.a.), “Evet, şehadet ederim ki, sen Allah’ın Resûl’üsün.” dedi. Peygamberimiz daha sonra, “Cenâb-ı Hak size, emanet­leri ehline vermenizi emreder.” âyetini okudu ve anahtarı tekrar Osman bin Talha’ya (r.a.) verdi. Hicret’in 42. senesinde vefat eden Osman bin Talha’nın (r.a.) sülalesi, Kâbe’nin anahtarcılığı görevini uzun müddet yürüttü.[1]

________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 372; Müstedrek, 3: 429; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 8: 298-299.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Orta boylu, geniş sakallı, esmer bir zat, Re­sû­lul­lah’ın yanından geçiyordu. Evi­nin önünde oturan Resûl-i Ekrem Efendimize baktı ve gülümsedi. Efendimizin (a.s.m.) dikkatini çekti ve onunla sohbet etmeyi arzu etti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Biraz oturmaz mısınız?”
“Peki oturayım.” diyerek Re­sû­lul­lah Efendimizin karşısına oturdu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) anlattı. Anlatırken gözünü göğe dikiyordu. Bir müddet baktıktan sonra gözünü sağ taraftan aşağı doğru yavaş yavaş indirdi. Yanındaki zat bakakalmıştı.
“Ya Muhammed, daha önce senin böyle bir şey yaptığını görmedim!”
“Ne yaptığımı gördünüz?”
“Beni bırakıp gözünüzü göğe diktiğinizi, sonra yavaş yavaş sağ taraftan aşa­ğıya doğru süzerek indirdiğinizi, sonra söylenilen bir şeyi kavramak ister gibi bir durum gösterdiğinizi gördüm.”
“Seninle otururken bana Allah’ın elçisi Cebrâil (a.s.) geliverdi.”
“Allah’ın elçisi mi?”
“Evet, Allah’ın elçisi.”
“Peki Allah’ın elçisi gelip de sana ne söyledi?”
“Bana Allah’tan bir emir getirdi. Emir şöyle: Haberiniz olsun ki, Allah size adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işler, fenalık ve azgınlıkları da yasaklar. O, düşünüp emirleri yerine getiresiniz diye size nasihat edi­yor.”[1]
Dünya nizamının üç temel esasını koyan bu âyetin inmesine şahit olan zat, Osman bin Maz’un’dan başkası değildi. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile bu kısacık sohbet, huzurunda büyük bir değişmenin başlangıcını teşkil etti. Az önce Re­sû­lul­lah’ın anlattıklarını merakla dinleyen Osman bin Maz’un, peygamberliğine şahitlik ederek hemen ona biat etti, Müslüman olduğunu ilan etti. Onun Müslü­man olmasıyla, yeryüzündeki ehl-i imanın sayısı 13’e çıkmış oldu.
Hz. Osman bin Maz’un, Müslüman olmakla, aynı zamanda müşriklerin tepki­lerini, kendilerine karşı takınacakları tavrı da hesaba katmıştı. Onlar boş dur­mayacak, “vazife”lerini yapacaklardı. Gerçekten de müşrikler, Müslümanların az olmalarını fırsat bilerek her türlü işkenceye başvurdular. Onları İslamiyet’ten uzaklaştırmak, imanlarından vazgeçirmek için çalıştılar. Fakat İslam aşkı ve Peygamber sevgisi bütün müşrik zulmünü hiçe indiriyordu. Ancak sonunda Müslümanların inançlarını biraz olsun rahat yaşayabilmeleri için Peygamberi­miz, bazı sahabilerin Habeşistan’a hicret etmesini tavsiye etti. Bu muhacirler arasında Hz. Osman bin Maz’un da vardı.
Aradan birkaç sene geçtikten sonra “Kureyşlilerin İslam’a girdikleri” haberi ya­yıldı. Bunun üzerine bir grup Müslüman’la birlikte Hz. Osman bin Maz’un, Mek­ke’ye dönmek üzere, gurbet diyarı olan Habeşistan’dan yola çıktı. Sevinçliydi; çünkü uzun süre vatanından, canından üstün tuttuğu Peygamber’den ayrı kal­mıştı. Mekke’nin yakınına geldikleri zaman durumlarda pek bir değişiklik ol­madığını öğrendiler. Müşrikler baskı ve işkencelerine ara vermedikleri gibi, da­ha da artırmışlardı. Artık tekrar Habeşistan’a gidilemezdi, bir defa dönüş yapıl­mıştı. Bir tek yol vardı: Mekke müşriklerinden birinin himayesine sığınmak… O zamanın âdetlerine göre, sözü dinlenir, şöhretli bir kabile reisinin himayesine giren kimseye dokunulmaz ve ilişilmezdi.
Hz. Osman bin Maz’un nihayet Velid bin Mugîre’nin himayesine girdi. Bir müşrikin himayesine girmek ruhuna çok ağır geliyordu. Başka bir çare de gö­rülmüyordu. Bunu yapmazsa ölümü kabul edecek, böylece ileride İslam’a yapa­cağı hizmetler gerçekleşmemiş olacaktı. Hâlbuki Re­sû­lul­lah’ı yalnız bırakıp ahiret âlemine gitmek istemiyordu. Onun için dayanabildiği kadar dayanıyor­du. Velid de onu rahat bırakmıyordu. İslami yaşayışına karışıyordu. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bir gün kendi kendine şu kararı verdi:
“Dava arkadaşlarım, dindaşlarım her gün Allah yolunda işkence ve baskılara maruz bırakılırken benim böyle bir müşrikin himayesinde emniyet içinde yaşa­mam bir eksikliktir!”
Bu kararından sonra doğruca Velid bin Mugîre’nin yanına vardı. “Ey Velid, hakkımdaki himaye taahhüdünü sana iade ediyorum!” diyerek Velid’in himaye­sini reddetti. Velid, “Öyle ise Kâbe’ye git, üzerindeki himayemi bana orada açıktan iade et!” dedi. Birlikte Kâbe’ye gittiler. Müşrikler orada toplanmış, konu­şuyorlardı. Velid, “Bu Osman yanıma geldi. Kendisi üzerindeki himayemi red­dediyor.” dedi. Osman (r.a.), “Evet, doğru söylüyor. Ben artık Allah’tan başkası­nın himayesinde bulunmaktan hoşlanmıyorum! Himayesini bunun için reddediyorum” dedi. Sonra da oradan ayrıldı.
Bu hadiseden biraz sonraydı… Osman bin Maz’un, müşriklerin bir toplantısın­da bu­lu­nuyordu. Meşhur Şair Lebid şiir okuyordu. Lebid, “Allah’tan başka her şey boştur.” dedi. Osman (r.a.), “Doğru söyledin!” mukabelesinde bulundu. Le­bid devamla, “Her nimet elbet zeval bulur.” deyince, “Yalan söyledin! Cennet nimeti zeval bulmaya­caktır.” dedi. Lebid kızdı, “Vallahi Kureyş topluluğu, siz beni üzmüş, bana sövmüş ol­du­­nuz! Sizde böyle akılsızlık yoktu. Bu adam ne za­man türedi?!” diye sitem etti. Müşrik­ler, “O, Kureyş halkından akılsız bir gençtir. Kavminin dinine muhaliftir. Akılsızlığı yüzünden dinimizden ayrılmıştır. Sen ona bakma.” diyerek Lebid’in gönlünü almaya çalıştılar. Bu arada müşrik Ab­dullah bin Ebû Ümeyye, Hz. Osman’ın yüzüne şiddetli bir yumruk attı. Gözünü morarttı. Velid bin Mugîre de oradaydı. Yeğeninin gözünün morardığını görün­ce, “Ey kardeşimin oğlu! Sen benim himayemden çıkmasaydın gözün böyle ol­mazdı.” dedi. Bunun üzerine Hz. Osman, bir Müslüman’ın vermesi gereken en güzel cevabı verdi:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda bu sağlam gözüm de aynı akıbete uğrasa gam yemem. Ben Cenâb-ı Hakk’ın himayesi altındayım. Allah rızası uğ­runda gözüme vurulan tokadın sevabını da Allah verecektir. Allah kimden razı olursa o bahtiyardır. Bana sefih, yolunu şaşırmış da deseler, ben Muhammed’in dinindeyim. Bana ne kadar zulmetseler, işkence yapsalar da ben bu yolda yürü­yeceğim.”
Yeğeninin bu sözleri Velid’e dokundu. “Gel, tekrar himayeme gir.” dedi. Fakat Hz. Osman, “Ben Allah’tan başkasının himayesini kabul edemem.” diyerek onu reddetti.
Hz, Osman (r.a.) artık İslam’ın kahraman bir eri olmuştu. Bütün hayatını müşriklerle mücadeleyle geçirdi. Malını mülkünü, her şeyini Re­sû­lul­lah’a fe­da etti. İslam’ın yayılması için canla başla çalıştı. Ne lazımsa yaptı. Hicret et­mek gerektiğinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Böylece Allah yolunda ikinci defa muhacir oldu.
Hz. Osman son derece hayâlı biriydi. Zahidane bir hayat yaşıyordu. Evlen­memek için izin istediyse de Peygamberimiz müsaade etmedi. O, ibadete çok düşkündü. Gecelerini namaz kılmakla, gündüzlerini de oruç tutmakla geçiri­yordu. Peygamberimiz bunu haber aldı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Ey Osman, ben sana güzel bir örnek değil miyim?”
“Anam babam size feda olsun! Bu soruya sebep ne, yâ Re­sû­lal­lah?”
“Sen gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun…”
“Evet, böyle yapıyorum.”
“Böyle yapma! Senin üzerinde gözlerinin hakkı var. Bedeninin hakkı var. Ailenin hakkı var… Hem namaz kıl, hem yat uyu. Bazen oruç tut, bazen tutma. Ey Osman, Allah beni ruhbanlıkla değil, Allah yanında en hayırlı, gerçeğe en uygun, tatbiki en kolay olan bir dinle gönderdi.”
Osman (r.a.), Hicret’in 2. senesinde Allah’ın rahmetine kavuştu. Cenaze­siyle bizzat Peygamberimiz (a.s.m.) meşgul oldu.
Bâki mezarlığına defnedilen ilk sahabi olan Osman bin Maz’un’u defne­derken Peygamber Efendimiz şunu söylemişti:
“Ne mutlu sana, dünyalık olarak hiçbir şey bırakmadan gittin! Osman bin Maz’un bizim en güzel, en iyi selefimizdir.”[2]

__________________________________
[1]Nahl Sûresi, 90.
[2]Tabakât, 3: 398-400; Sîre, 2: 9-10.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hicret’in 5. yılıydı... Medine sokakları, Müslüman olmak için âdeta yarış edercesine akın eden kavim ve kabilelerle şenleniyordu. Müzenî kabilesinden de 10 kişilik bir heyet geldi. Heyette bulunanlar bir müddet Peygamberimizin sohbetinde bulunduktan sonra Müslüman oldular. Bu 10 kişiden birisi de Nûman bin Mukarrin’di (r.a.).
Hz. Nûman, cesaretiyle meşhurdu. Bu cesaretini İslamiyet’in yayılması yo­lunda kul­landı. Cihat ordularına iştirak etti. Bu savaşlarda Peygamberimizin çok yakınında bulundu. Mekke’nin fethinde sancaktarlık yaptı.
Peygamberimizin vefatına kadar İslamiyet’in yayılması hususunda gayret sarf eden Hz. Nûman, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında da çeşitli hizmetler­de bulundu.
Hz. Ömer halife olduktan sonra, İran topraklarına bir cihat ordusu çıkarıyor­du. “Ordunun başına kimin getirilmesinin daha uygun olacağı” hususunda sahabilerle istişare etti. İstişare neticesinde, İran’a sevk edilecek İslam ordusunun başına Nûman bin Mukarrin’in getirilmesine karar verildi.
Hz. Ömer tarafından böyle bir vazife kendisine tebliğ edildiğinde Hz. Nûman bunu memnuniyetle kabul etti. İslam ordusuyla İran’a hareket etti. Emri altında Huzeyfe bin Yemân, Mugîre bin Şu’be, Hz. Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.a.) gibi meşhur sa­ha­biler de vardı.
İslam ordusu düşmanla karşılaşmadan önce, Peygamberimizin emri üzere düşman, Müslüman olmaya davet edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri teklif edilir, buna da yanaşmazlarsa, artık üçüncü şık olan savaşı kabul etmiş sa­yılırlardı. Hz. Nûman da bu esasa uyarak İranlıları İslamiyet’e davet etti. İranlı­lar bunu kabul etmedikleri gibi cizye vermeye de yanaşmadılar. Mugîre bin Şu’be kumandana hitaben, “İranlılar bize çok yaklaştılar, süratli ve iyi ok atarlar. Bu sebeple hemen hücum etmelisin!” dedi.
Hz. Nûman, Peygamberimizle birlikte birçok savaşta bulunmuştu. Savaş tecrübesi daha fazlaydı. Re­sû­lul­lah öğle sıcaklığında düşmana saldırmazdı. Oysa vakit tam öğle idi. Bu sebeple Hz. Mugîre’nin teklifine yanaşmadı ve ona şöyle dedi:
“Vallahi sen gerçekten tecrübeli ve ileri görüşlü bir sahabisin. Fa­kat Peygamberimizle bulunduğum bütün savaşlarda, o, eğer gündüzün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin tesiri kayboluncaya ve rüzgâr çıkıncaya kadar savaşı geciktirirdi.”
Hz. Nûman daha sonra mücahitlerin arasında dolaştı. Onları harbe teşvik edi­ci konuşmalar yaptı. Sonra da nasıl hareket edecekleri hususunda talimat ver­di: “Ben sancağı üç defa sallayacağım. Birinci sallayışımda herkes ihtiyacını görsün ve abdest alsın. İkinci sallayışımda ayakkabılarını bağlasın ve silahını tekrar kontrol etsin. Üçüncüde ise hücuma geçsin. Ben bile olsam, şehit düşen biriyle meşgul olup oyalanmayın...”
Nihayet beklenen vakit geldi. Hz. Nûman, Cenâb-ı Hakk’a, “Allah’ım, bugün Müslümanların zafer kazanması yolunda bana şehitlik ihsan eyle! Müslüman­ları muzaffer kıl!” diye münacatta bulundu ve sonra da mücahitlerin beklediği işareti verdi. Sancağı üç defa salladı. İranlılar, Müslümanlardan birkaç misli da­ha kalabalıktı. Fakat şehitlik arzusuyla yola çıkan mücahitler, kumandanları Numan bin Mukarrin’in (r.a.) arkasında hücuma geçtiler. İlk yere düşen Hz. Nûman oldu. Mücahitler onun yaralandığını gördüler; fakat sözünü hatırlaya­rak yanına yaklaşmadılar. Hz. Makil bin Yesar bunu şöyle anlatır:
“Nûman yere yıkılınca yanına geldim; fakat onun ‘Eğer şehit düşersem kimse benim­le meşgul olmasın.’ sözünü hatırladım. Üzerine bir örtü örttüm ve gittim. Nihayet İranlılara galip geldik. Yanıma biraz su alarak kumandanımızın yanına geldim. Yüzünde­ki toprakları yıkadım. Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sordu. Kendi­mi tanıttım. ‘Müslüman­lar ne yaptılar? dedi. ‘Allah onları muzaffer kıldı.’ de­dim. Buna çok sevindi. Bütün ya­ralarını, acılarını unuttu. ‘Allah’a çok şükür! Bunu Ömer’e yazın.’ dedi ve şehadet mertebesine erdi.”[1]
Hz. Ömer bu kahraman sahabinin şehadetini duyunca başını elleri arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağladı…
Allah onlardan razı olsun!

________________________________
[1]el-İstiâb, 3: 545.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget