Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Mekke ufuklarını aydınlatan hidayet nuru kalp ve gönüllere yansıyınca, en bü­yük insanlık olan İslamiyet’in şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün bir­kaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandı­ran cehalet ve zulüm kirlerinden kurtularak gerçek ferah ve refaha kavuşuyor­lardı. İnsanlık o sıralar o kadar za­vallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, görünüşte “insan” libasını giyinmişlerse de gerçekte hayvanları dahi iğrendirecek hareketlerde bulunuyor, her türlü aşağılıkları irtikap ediyorlardı. İşte onların bir kısmını şirkin ürkütücü pençesinden alıp İslamiyet’in munis ve şefkatli sinesi­ne, merhametli kucağına teslim eden Yüce Resûl, insanlığın hakiki kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.
İslamiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam ve ebedî bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla iman safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı ve akrabalık münasebetle­rinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba mümin oğlunu en büyük düşman biliyor, imansız kardeş İslamiyet’i seçen kardeşini en azılı hasım olarak görü­yordu.
Bu ibretli tablo Hişâm’ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede edi­liyordu. Seleme ile Hâris (r.a.) Peygamber halkasında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, As ve Hâlid nasipsiz güruhunun elebaşısıydılar.[1]
Büyük kardeşi Seleme’nin iman ettiğini duyunca Ebû Cehil’in hısımlığı ha­sımlığa çevrilmiş, kendi ailesinden bir ferdin Peygamber safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat yolların hepsi çıkmaza saplanıyordu. İmanın ulvi hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?
Hz. Seleme, zalim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan’a hicret eden kafileye katıldı. Her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşlerse de, can ve dinleri emniyetteydi.
Bu muhacirler Habeşistan’a hicret edeli üç ay kadar olmuştu. Recep, Şaban ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına bir haber geldi: “Mekkeliler Müslüman oldu. Velid bin Mugîre de iman etti.”
Kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke’de Müslüman olmayan kim kaldı?” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdiler ve “Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir.” niyetiyle yola çıktılar. Fakat Mekke’ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince ha­yal kırıklığına uğradılar.
Mekke’ye gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke’ye girmek demek, müşriklerin reva görecekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böy­le bir tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke’de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir nevi “mülteci” gibi kabul edileceklerdi. Nitekim bir kıs­mı öyle yaptı. Bazıları da Mekke’ye gizliden girdi­ler, uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların içinde himaye edil­meyen, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalanan Müslümanlar da vardı. İşte, Seleme bin Hişâm, Velid bin Râbia, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahabi (r.a.) bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.[2]
Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne maruz kalan Hz. Seleme, Ayyaş ve Hişâm, Medine’ye hicret emri çı­kınca bile esaret zincirinden kurtulamadı, hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hen­dek Savaşlarına da katılamadı.
Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm’ı işkenceden işkenceye soku­yordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ıstırap içine atıyordu. Bütün bu zulümleri yapmasındaki men­hus maksadı, “Belki tahammülsüz kalır da dininden vazgeçer!” düşüncesinde ortaya çıkıyordu. Hâlbuki Hz. Seleme’de kâinata meydan okuyacak kadar kuv­vetli bir iman, bitip tükenmez bir Re­sû­lul­lah sevgisi vardı. Uzun yıllar imanında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, reva görülen işkencelere aldırmadı.[3]
Bu iman fedailerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhun­da da hisseden Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar ederdi:
“Allah’ım, Velid bin Velid’i kurtar; Allah’ım, Seleme bin Hişâm’ı kurtar; Al­lah’ım Ayyaş bin Râbia’yı kurtar; Allah’ım, müminlerin zayıf olanlarını kur­tar!”[4]
Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahabi birbirlerinin amca çocuk­larıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velid bin Velid Müslüman olup Mekke’ye gidince hapse­dilmiş, Ayyaş bin Râbia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tabi tutulmuştu. Bu üç sahabi de bir aradaydı. Üçünü birbirine bağlamışlardı. Hz. Velid bir fırsatını bularak kaçıp Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz, Velid’e diğer kardeşleri Seleme ile Ayyaş’ın duru­munu sorunca, Hz. Velid, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şid­detli azap ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.
Peygamberimiz, bu mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bir defasında sahabilere, “Bunları kim kurtarıp Medine’ye getirir?” diye sorunca, hemen ayağa kalkan Hz. Velid, “Onları ben kurtarır, size getiri­rim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Mekke’ye giden Hz. Velid gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından, Hz. Seleme ile Hz. Ayyaş’ın bulundukları yeri öğrendi. Onlar tavanı bulunmayan dört duvardan ibaret bir yerde tutulmuştu. Geceleyin oraya varan Velid, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke’den çıkardı. Mazlumların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de onları ele geçiremediler. Hz. Velid hayatlarını kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medi­ne’ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kal­mıştı. İki mümtaz sahabisinin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok se­vinçliydi.[5]
Hz. Seleme artık rahattı. Re­sû­lul­lah’ın nurani halkasından feyiz alıyordu. Pey­gamberimizin irtihâline kadar Medine’de kaldı. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Suriye Seferi’ne katılan mücahitler arasında yer aldı. Hz. Ömer’in halifeliği sıra­sında vuku bulan Mercü’s-Sufr Savaşı’nda, Hicret’in 14. senesi Muharrem ayın­da şehit düştü.[6]
Allah ondan razı olsun!

___________________________________
[1]el-İstiâb, 2: 85.
[2]Sîre, 2: 3-6.
[3]Tabakât, 4: 130.
[4]Müslim, Mesâcid: 294-296.
[5]Sîre, 2: 120.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 2: 341-342.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hudeybiye Anlaşması’nın yapıldığı günlerdeydi... Hudeybiye’de endişeli ve hu­zursuz bir bekleyiş hâkimdi. Sahabiler Rıdvan Ağacı’nın altında toplanmış, “ha­yatları” üzerine Allah’ın Resûl’üne biat ediyorlardı. Aralarında kuvvetli ve cesur bir sahabi olan Seleme bin Ekva da vardı. Re­sû­lul­lah, “Seleme nerede? Ge­lip biat etsin!” deyince hemen koşup biat etmişti. Biraz sonra Re­sû­lul­lah tekrar, “ Seleme nerede? Ge­lip biat etsin!” diye seslendi. Seleme tekrar biat etti. Bu hâl üç defa tekrarlandı. Hz. Seleme her biat sonunda Re­sû­lul­lah’a olan bağlılık ve mu­habbetinin bir kat daha arttığını hissediyordu. Hayatını Re­sû­lul­lah için feda edeceğine tam üç defa söz vermişti.
Biattan sonra sahabiler dağıldılar. Seleme de uzakça bir ağacın altına gidip uzandı. O sırada dört kişilik bir düşman müfrezesi yanına gelerek Re­sû­lul­lah’a dil uzatmaya başladılar. Re­sû­lul­lah’a hayatı üzerine bağlılık sözü veren cesur sahabi, öfkesini zor kontrol ediyordu. Çünkü Re­sû­lul­lah, sahabilerin müşrikle­re karşı herhangi bir harekette bulunmalarını men etmişti. Kalkıp başka bir ağa­cın altına gitti. Müşrikler de silahlarını bir ağaca asıp yere uzandılar.
O sırada vadinin aşağı tarafından bir ses duyuldu:
“Yetişin ey Muhacirler, İbni Zuneyn öldürüldü!”
Bu haberi duyan Seleme, daha fazla dayanamadı. Kılıcını eline aldı. Sessizce, yatmakta olan müşriklerin yanına geldi. Ağaçta asılı duran kılıçlarını aldı. Son­ra da, “Kıpırdayanın başını uçururum!” diye bağırdı.
Bir anda neye uğradıklarını şaşıran müşrikler, korku içinde titremeye başla­dılar. Seleme, “Kalkın ve arkanıza bakmadan önüme düşün!” diye emir ver­di
Hepsini önüne katıp Re­sû­lul­lah’ın huzuruna getirdi. Re­sû­lul­lah’ın vereceği emre göre davranacaktı. Re­sû­lul­lah harp edilmemesi hususundaki anlaşmayı ihlal etmek istemedi, “Kötülüğün başı da, sonu da onların olsun. Bunları serbest bırakınız.” dedi.
Hudeybiye Anlaşması gereğince, Müslümanlar Medine’ye geri dönüyorlar­dı. Akşam olunca, henüz müşrik olan Lahyanoğulları kabilesine yakın bir yer­de konakladılar. Arada yüksekçe bir tepe bulunuyordu. Re­sû­lul­lah, gece düş­manı gözetlemek için bir gönüllü aradı ve ona Allah’tan mağfiret dileyeceğini söyledi. Seleme hemen ileri atıldı, “Ben emrinize hazırım, yâ Re­sû­lal­lah!” de­di.
O gece tek başına düşmanın hücum tehlikesine aldırmadan nöbet bekledi. Cesaret ve fedakârlığını bir defa daha ispatladı.
Medine’ye dönüldükten sonra, develerin otlağa götürülmesi vazifesini bir ço­banla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebah üzerine almıştı. Ancak Sele­me etrafın düşman kabilelerle dolu olduğu bir zamanda develerin hücuma uğra­yabileceğini düşünerek Rebah’la birlikte gitti. Otlağa vardıklarının ilk gecesin­de sabaha kadar uyumayarak hayvanları beklediler. Sabaha doğru ise istirahat niyetiyle biraz uzandılar. O sırada Fezarî kabilesi eşkıyası baskın yaparak ço­banı öldürdüler ve develeri önüne katıp götürdüler.
O sırada uyanan Seleme durumu görünce hemen Rebah’ı Medine’ye haber vermek için gönderdi. Kendisi de gelecek olan yardım kuvvetini beklemeden tek başına eşkıyanın ardına düştü. Yaya idi, ama çok hızlı koşuyordu. Nihayet onlara yetişti ve şöyle kükredi:
“Hey şakiler! Beni iyi dinleyin, ben Ekva’nın oğluyum. Bugün sizin ölüm gü­nünüz olacak.”
Deve hırsızları ona aldırmadan bir an önce oradan uzaklaşmak niyetindeydiler. Ama Seleme onları kaçırmak istemiyordu. Yayını çıkardı ve üzerlerine ok yağdırmaya başladı. Attığı oklardan biri, bir hayduta isabet etti ve adam yere düştü, kaldı. Arkadaşları onunla ilgilenmeden kaçmaya devam ettiler. Fakat Seleme’nin yine takip ettiğini ve ondan kurtulamayacaklarını anlayınca, içle­rinden biri atını geri çevirdi ve öldürmek için Seleme’nin üzerine sürdü. Seleme hiç telaşlanmadı. Bir ağacın altına çömeldi. Bir ok çıkarıp nişan aldı ve fırlattı. Okun fırlamasıyla müşrikin at üzerinden yere yuvarlanması bir oldu, vurulmuş­tu.
Diğer haydutlar tekrar kaçmaya, Seleme de takip etmeye başladı. Nihayet dar bir va­diden geçtikleri bir sırada, Seleme süratle tepelerden birine tırmandı. Aşağıda vadide bu­lunan haydutların üzerine taş ve kayalar yuvarlamaya baş­ladı. Müşrikler onunla baş ede­meyeceklerini anlayınca develeri bırakıp kaç­mak mecburiyetinde kaldılar. Ancak Se­leme peşlerini yine bırakmadı. Haydut­ların bir su başında mola verdikleri sırada, onla­ra yine yetişti. Artık ondan iyice korkmuş olan müşrikler, mızrak ve kaftanlarını da bı­rakarak kaçmaya başladı­lar. Seleme yorulmak nedir bilmiyor, takibe devam ediyordu.
Nihayet Re­sû­lul­lah’ın süvarileri yetiştiler. En önde Hz. Ahrem vardı. Seleme onun önüne geçerek, müşriklerin silahlı olduğunu ve diğer sahabileri bekleme­sini istedi. Ama Ahrem cihat ateşiyle yanıyordu.
“Allah’a ve ahiret gününe inanan kimsenin önünden çekil, ey Seleme! Eğer nasibime şehitlik düşmüşse mâni olma.” dedi. Ve atını haydutların üzerine per­vasızca sürdü. Ancak müşriklerin attığı oklarla şehit düştü.
Takip tamamlanıp geri dönüldüğünde Re­sû­lul­lah ve Ashâb’ın, daha önce Seleme’nin haydutları kaçırdığı suyun başında beklediklerini gördüler. Eşyalar ve develer de oradaydı. Re­sû­lul­lah, Seleme’ye iltifat etti ve şöyle buyurdu:
“Bugün piyadelerimizin en hayırlısı Seleme, süvarilerimizin en hayırlısı ise Ebû Katâde’dir.”
Sonra da Seleme’ye süvari ve piyade hakkı olarak iki hisse ganimet ayırdı. Se­leme diyor ki: “Açlık ve yorgunluğumu ancak sahabilere kavuştuğum zaman hissettim. Orada bulunan bir kırba sütü içip su ile de abdest alınca, ne açlığım ne de yorgunluğum kalmadı.”
Nihayet Medine’ye dönülmek için yola çıkıldı. Re­sû­lul­lah, Seleme’yi “Adba” isimli kendi devesinin terkisine almıştı. Zafer sevincine Re­sû­lul­lah’ın iltifatları da eklenince, Seleme artık âdeta uçacak gibiydi. Kafile sevinç içinde Medine’ye doğru yol alırken, Ensar’dan biri kalabalık arasında şöyle bağırmaya başladı:
“Var mı benimle Medine’ye kadar yarışacak?”
Seleme bu sözleri işitince, onca yorgunluğuna rağmen duramadı:
“N’olur yâ Re­sû­lal­lah, bana izin ver de şununla yarışayım!” dedi.
Re­sû­lul­lah izin verince de, yarışmak isteyen sahabiye seslendi:
“Sen koşmaya başla, ben geliyorum.”
Arkasından da deveden atlayıp koşmaya başladı. Medine’ye kadar devam eden nefes kesici bu yarış, Seleme’nin birinciliğiyle bitti.
Seleme bundan sonraki hayatında birçok kahramanlık gösterdi. Hayatı bo­yunca yedisi Re­sû­lul­lah ile birlikte olmak üzere 14 gazveye iştirak etti. Hepsin­de de yiğitlik ve kahramanlık destanları yazdı. Birçok defa Re­sû­lul­lah’ın iltifat ve dualarına mazhar olan bu mübarek sahabi, Medine’de, Hicret’in 74. senesin­de 80 yaşındayken vefat etti.
Son olarak onun rivayet ettiği bir hadisi nakledelim: Birisi Re­sû­lul­lah’ın huzurunda sol eliyle yemek yiyordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Sağ elinle ye!” buyurdu. Adam, “Sağ elimle yiyemiyorum.” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Yiyemeyesin!” diye beddua etti. Çünkü o, yapamadığından değil, gu­rur ve kibiri sebebiyle sağ eliyle yemek istemiyordu. İşte Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bunun için beddua etti. O adam da artık sağ elini kullanamadı.[1]

_______________________________________
[1]Tabakât, 4: 305-308; Üsdü’l-Gàbe, 2: 333; Müstedrek, 3: 562; Müslim, Eşribe: 108.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, onu karşılayan çocuklardan biri de Hz. Sehl’di. O sırada beş yaşında bulunuyordu. Babası Sa’d bin Mâlik (r.a.) Hicret’ten önce Müslüman olduğu için, Hz. Sehl, Müslüman bir ailede yetişmişti. Asıl ismi “Hanza” iken Peygamberimiz tarafından “Sehl” olarak değiştirildi.
Hz. Sehl, yaşı küçük olduğundan Peygamberimizle birlikte hiçbir savaşa ka­tı­la­ma­dı. Fakat Hendek Savaşı öncesinde toprak taşıyarak hendek kazılmasın­da yardımcı oldu. Bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Hendek kazılırken hep Peygamberimizle beraberdim. Onlar hendek kazı­yor, biz küçükler de toprak taşıyorduk. Re­sû­lul­lah’ın şöyle dua ettiğini işittim: ‘Yâ Rab! Bütün hayat ahiret hayatıdır. Muhacir ve Ensar’ı affına nail eyle!’”
Sehl (r.a.) çok zeki birisiydi. Devamlı Peygamberimizin yanında bulunur, ona hizmet ederdi. Ondan duyduklarını ve gördüklerini hafızasında tutabilmek için gayret gösterirdi. Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar 10 yıl bu hâl üzere devam etti. Birçok hadiseye bizzat şahit oldu. Bunlardan birini şöyle anlatır:
Bir kadın, Re­sû­lul­lah’a gelerek, yanında getirdiği elbiseyi ona uzattı, “Yâ Re­sû­lal­lah, bunu sizin için kendi elimle dokudum. Lütfen kabul ediniz!” dedi. Pey­gamberi­mi­zin de böyle bir şeye ihtiyacı vardı. Aldı ve giydi. Biraz sonra sahabilerden biri, Re­sû­lul­lah’ın üzerindekini görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu ne güzel­miş! Bunu bana hediye edin!” dedi. Peygamberimiz hemen çıkardı ve onu sahabisine verdi. Orada bulunanlar o zata sitem ettiler: “İyi etmedin. Re­sû­lul­lah’ın böyle bir şeye ihtiyacı vardı. Bilmez misin ki, Re­sû­lul­lah kendisinden bir şey isteyenleri reddetmez?” Bunun üzerine o sahabi de şöyle dedi:
“Bunu ben giy­mek için istemedim, öldüğümde kefenim olması için istedim!”
Nitekim öyle oldu. Bu zat onunla kefenlendi.
10 yıl Re­sû­lul­lah’tan ayrılmayan, onun vefatından sonra da meşhur sahabilerden ilim tahsil eden Hz. Sehl, bereketli bir ömür sürdü. Bütün hayatını İslamiyet’e hizmetle geçirdi. Birçok talebe yetiştirdi. Hicret’in 91. yılında 96 yaşındayken Medine’de vefat etti. O tarihte hemen hemen hiçbir sahabi hayatta kalma­mıştı.[1]
91 yıl İslam tarihinin mühim bir devrini yakından gören Hz. Sehl, 188 hadis rivayet etti. Bunlardan birkaçının meali şöyledir:
“Dikkat ve temkinle yavaş hareket etmek Allah’tan, acelecilik ise şeytandan­dır.”[2]
“Eğer [ahirete nispeten] dünyanın Cenâb-ı Hak yanında bir sinek kanadı ka­dar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su bile içirmezdi.”[3]
“Allah’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için [en kıymetli mal olan] kırmızı develeri sadaka vermekten daha hayırlıdır.”[4]

______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 367; Tabakât, 3: 624-625; İsâbe, 2: 88; İstiâb, 2: 95; Müsned, 5: 332-333.
[2]Tirmizî, Birr: 66.
[3]Tirmizî, Zühd: 13; İbni Mâce, Zühd: 3.
[4]Buhârî, Cihad: 103.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget