Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Medineliler, kendilerine İslam’ın hakikatlerini öğretecek bir muallime muhtaçtılar. Çünkü Peygamberimiz henüz Medine’ye hicret etmemişti. Bu itibarla, İslamiyet’i kendilerine öğretecek birisinin bulunması lazımdı. Medineli Müslümanlar, Peygamberimize müracaat ederek bu ihtiyaçlarını arz ettiler Peygamberimiz genç sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) bu maksatla Medine’ye göndedi. Hz. Mus’ab Medine’ye gidince Es’ad bin Zürâre’ye (r.a.) misafir oldu. Bundan sonra Hz. Es’ad’ın evi, Müslümanlar için bir tebliğ ve irşat merkezi hüviyetine büründü. Burası aynı zamanda bir mektepti. Medineli Müslümanlar burada toplanıyorlar, Hz. Mus’ab’dan Kur’ân-ı Kerim öğreniyorlardı
Bir gün Hz. Mus’ab ile Es’ad bin Zürâre, Benî Zafer kabilesine ait bir kuyunun başına oturmuş, sohbet ediyorlardı. Müslümanlardan bazıları da onların etrafına toplanmış, sohbetlerini dinliyordu. Üseyd bin Hudayr ile Sa’d bin Muâz o sırada Müslüman değildi. Kalabalığı görünce son derece rahatsız oldular. Sa’d bin Muâz arkadaşı Üseyd’e, “Git de, gençlerimizi yoldan çıkarmak için gelen şu iki adamı defet ve bir daha gelmemelerini söyle! Biliyorsun ki, Es’ad bin Zürâre, benim teyzemin oğludur. Eğer o olmasaydı bu işi sana bırakmaz, kendim halle­derdim!” dedi. Üseyd de mızrağını alıp o tarafa yöneldi.
Es’ad bin Zürâre, Üseyd’in kendilerine doğru geldiğini görünce Mus’ab bin Umeyr’e, “Bu, kavminin büyüğüdür. Buraya geldiğinde ona imanı telkin et.” diye hatırlatmada bulundu.
Üseyd onların yanına varır varmaz, “Ne işiniz var burada? Buraya gelip genç­lerimizi baştan çıkarmak mı istiyorsunuz?! Eğer canınızı seviyorsanız burayı terk edin!” şeklinde tehdit savurdu.
Mus’ab bin Umeyr halim selim, yumuşak huylu bir insandı. Aynı zamanda yüce bir da­­vanın temsilcisiydi. Hiddet edip heyecana kapılmamalıydı. Muhata­bını anlayışla karşı­­ladı. Onu, efendiliği ve güzel ahlakı ile mağlup etmeye çalış­tı: “Hele bir oturuver. Biz de sana bir şey söyleyelim. Uygun görürsen kabul edersin, yoksa bildiğini yapabilirsin.”
Beklediği sert karşılığı göremeyen Üseyd sakinleşti. Daha fazla üstelemek içinden gelmedi: “Vallahi sen insaflı konuşuyorsun.” dedi ve mızrağını yere di­kerek oturdu. Hz. Mus’ab ona İslamiyet’i anlattı ve Kur’ân’dan bazı âyetler oku­du. Üseyd bin Hu­dayr, okunan Kur’ân’ı huşu içinde dinledi. İslam nuru yüzünde tecelli etmeye başladı.
“Bu ne güzel şey! Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” diye hissiyatını belli etti. Hz. Mus’ab, ona gusletmesini söyledi. Gusülden sonra Kelime-i Şehadet’i telkin etti. Üseyd bin Hudayr hiç tereddüt etmeden Kelime-i Şehadet getirdi ve Müslüman oldu. Daha sonra kendisini merakla bekleyen Sa’d bin Muâz’ın ya­nına gitti. Onun da İsla­miyet’le müşerref olmasına vesile oldu. Bu iki insanın hidayete ermesi, kendi kabilele­ri üzerinde de müspet tesir bıraktı. Çok geçme­den pek çok insan, iman halkasına katıldı.
Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddi manevi imkânlarını İslam uğrunda kullandı. Medineli Müslümanlardan 75 kişiyle İkinci Akabe Biatı’na katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği 12 temsilci­den birisi de Üseyd bin Hudayr’dır.
Hz. Üseyd, hak dinin muhtaç gönüllere ulaşmasına vesile olan cihat ordula­rında da yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud Savaşı’nda Evs kabile­sinin sancağı Hz. Üseyd’de idi. Bu savaşta cesaret ve şecaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.
Mücahitler Medine’ye döndükten hemen sonra, Peygamber Efendimiz, müş­riklerin geri dönüp Medine’ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl’e, “Re­sû­lul­lah, düşmanı takip etmenizi istiyor!” diye seslenerek Müslü­manlara duyurmasını emretti.[1]Bu sırada Üseyd yaralarını tedavi ettirmek isti­yordu. Re­sû­lul­lah’ın davetini işitince, “İşittim, Allah’ın Resûl’ünün emrine bo­yun eğiyorum!” dedi. Silahını eline aldı. Yaralarının tedavisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihat daveti ve Re­sû­lul­lah’ın emri, ona bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.
Müşrikler, Hicret’in 5. yılında İslam’ı ve Müslümanları ortadan kaldırma emeliyle kalabalık bir ordu hazırlayarak Medine’ye yürüdüler. Peygamberimiz mü­dafaayı uygun buldu. Medine etrafına müdafaa hendekleri kazdırdı. Müşrikler bu tedbir karşısında şaşkına döndüler. Etrafı kuşattılar, kuşatma günlerce de­vam etti. Peygamberimiz kuşatmanın uzayıp gittiğini, soğuğun, kıtlık ve açlı­ğın günden güne arttığını görünce, bir hâl çaresi düşündü. Çeşitli kabilelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı planladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf’a şöyle bir haber gönderdi:
“Müslümanları muhasaradan vazgeçip yurtları­na döner giderlerse, kendilerine, Medine’nin yıllık meyva mahsulünün üçte bi­rini veririm.”
Fakat onlar üçte bire razı olmadılar ve mahsulün yarısını istediler. Peygam­berimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna razı oldular. 10 kişilik bir heyet­le Peygamberimizin huzuruna geldiler.
Onlar Re­sû­lul­lah ile görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesileyle Peygambe­rimi­zin yanına girdi. Uyeyne bin Hısn’ın Re­sû­lul­lah’ın karşısında ayağını uzata­rak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı: “Topla ayaklarını! Re­sû­lul­lah’ın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun?! Vallahi eğer Re­sû­lul­lah’ın huzurunda olma­saydın, şu mızrağımı sana saplardım!”
Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de, Peygamberimize hitaben son derece saygılı bir şekilde, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu, Cenâb-ı Hak’tan ge­len bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvi bir gayeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur! Onlar ne zaman bizden bir şey koparmayı umdular ki şimdi umabilsinler!” dedi.
Hz. Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlü’nün yapılmasını arzu ettiği bir işi nefsi istemese de teslimiyetle kabul edeceğini ortaya koyarak Re­sû­lul­lah’a olan bağlı­lığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan bu sözler, onun Allah ve Resûl’ünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şe­kilde taviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifadesiydi.
Üseyd bin Hudayr’ın bu konuşması Re­sû­lul­lah’ı sevindirdiği gibi, orada bulu­nan sahabileri de gayrete getirdi. Ensar’dan Sa’d bin Muâz, Sa’d bin Ubâde (r.a.) gibi sa­ha­bi­ler de Hz. Üseyd gibi cevap verince, Peygamber Efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.
Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak ora­dan ayrıldılar. Ashâb’ın ihlas, sabır ve metanetlerini, Peygamberimizin emirle­rine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medine’yi hiçbir şe­kilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler. Kabilelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:
“Meseleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve feda edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular! Kureyşliler, Muhammed’e bir şey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahudilerinin üzerine düşecek. Biz geri dönüp gidince onların hepsini, ellerini uzatıp boyunlarına bağlattırıncaya kadar kalelerinde kuşatacaktır.”
Hâris, sözlerine devamla, Yahudiler hakkında, “Gebersinler, cehenneme git­sinler! Muhammed bize Yahudilerden daha hayırlıdır.” dedi. Böylece, Peygam­berimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhasaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.
Üseyd bin Hudayr, Mekke’nin Fethi’ne de katıldı. Hz. Ebû Bekir’le birlikte Peygamberimizin hemen yanı başında yer aldı. Huneyn ve Tebük Savaşlarında Evs kabilesinin sancaktarlığını yaptı.
Hz. Üseyd, vaktinin büyük kısmını Re­sû­lul­lah ile birlikte geçirirdi. Bir defa­sında Peygamberimizin mübarek sohbetini tatlı tatlı dinlerken içeri bir bedevi girmişti. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. “Şu adamın ni­yeti kötü; suikastte bulunmak istiyor!” buyurdu. Az sonra bedevi yaklaşarak, “Abdülmüttâlib’in oğlu hanginiz­dir?” diye sordu. Peygamberimiz, “Benim.” di­ye karşılık verdi. Bedevi, menhus mak­sadını gerçekleştirmek üzere Re­sû­lul­lah’a doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevinin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu tesirsiz hâle getirdi.[2]Daha sonra Peygamberimiz bedeviyi sorguya çekti. Bedevi, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf et­ti.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Nebi, kendisini öldürmeye gelen bedeviye, “Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et.” buyurdu ve onu İslam’a davet etti. Bedevi, Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden, “Al­lah’tan başka ilah yoktur, sen de muhakkak Allah’ın Resûl’üsün.” diyerek Müslü­man oldu.
Peygamber Efendimizin “Ne iyi kimsedir!”[3]şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr’ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur’ân okumakla süslerdi. Kur’ân okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme girerdi.
Bir gece hurma sergisinde Bakara Sûresi’ni okuyordu. Yanında bağlı bulunan atı birden şahlandı. Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı; Üseyd sustu, at sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya baş­ladı, at yine şahlandı. Artık okumaktan vazgeçti. Atının yanına gitti, başını kal­dırdı, semaya baktı. Birden şaşırdı; çünkü başının üzerinde, gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltı gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzumesiyle birlikte semaya çekilip gitti ve görünmez oldu.
Hz. Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve şöyle dedi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Dün gece yarısı, hurma sergisinde Kur’ân okurken, birdenbire atım ürkmeye başladı.”
Re­sû­lul­lah, “Oku, ey Hudayr oğlu!” buyurdu. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim. Sonra at yine şahlandı.” Re­sû­lul­lah, “Oku ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim. Sonra at yine şahlandı.” Re­sû­lul­lah, “Oku, ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Hz. Üseyd, “Ben yine okudum. Fakat at yine şahlandı.” dedi. Peygamber Efendimiz üçüncü defa, “Oku, ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Hz. Üseyd devamını şöyle anlattı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben artık okumaktan vaz­geçmek zorunda kaldım. Çünkü oğlum Yahya, ata yakın bir yerde bulunuyor­du. Atın, çocuğu çiğnemesinden korktum! O sırada başımı semaya doğru kaldı­rıp baktığımda, bulut gölgesi gibi bir beyazlık içinde kandiller misali yıldızların parlamakta olduğunu gördüm. Sonra bu beyaz gölge içindeki parlaklık manzu­mesi çekilip gitti. Artık onu göremez oldum.”
Re­sû­lul­lah, “Bilir misin, onlar nedir?” diye sordu. Hz. Üseyd, “bilmediği” ceva­bını verince de şöyle buyurdu:
“Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur’ân okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, in­sanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlardan gizlenmezlerdi.”[4]
Evet, Kur’ân okumak nurani ruhları, melekleri cezbeden pek güzel bir ibadet­tir. Sırf iyilik ve hayır yapmak için yaratılmış olan meleklerin semadan inmesi­ne sebeptir.
Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için bazen geç saatlere kadar Re­sû­lul­lah ile sohbet ederdi. O meseleyi öğrenmeden rahat edemezdi. Bir gün yine bir arkadaşıyla birlikte Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulunmuşlardı. Hu­zurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıl­dı. Her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler…[5]
Hz. Üseyd, Kur’ân okumak ve dinlemekten, Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulun­maktan o derece huzur duyuyordu ki, âdeta bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumu şöyle ifade eder:
“Bütün arzum, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Bunlar: Kur’ân okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Re­sû­lul­lah’ın konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenazeyi gördüğüm zamanki hâlim…”[6]
Hz. Üseyd, Hicret’in 20. yılında, Hz. Ömer’in hilafeti zamanında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.[7]
Allah ondan razı olsun!

____________________________
[1]Tabakât, 2: 49.
[2]Tabakât, 2: 94.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 93; Tabakât, 3: 65.
[4]Müsned, 3: 81.
[5]Tabakât, 3: 606.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 429-488.
[7]Tabakât, 3: 306.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ömrünün 20 seneye yakın bir zamanını Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) çok yakı­nında ge­çiren ve onun ahlakıyla ahlaklanan kahraman bir sahabi de Üsâme bin Zeyd’dir (r.a.).
Babası, Peygamberimizin azatlı kölesi ve vefakâr hizmetçisi Zeyd bin Hâri­se, annesi ise Re­sû­lul­lah’ın mübarek evlatlarının mürebbiyesi Ümmü Eymen’dir (r.a.). Bu itibarla Hz. Üsâme, Re­sû­lul­lah’ın hususi şefkat, himaye ve terbiyesine mazhar olmuş, çocukluğunu Yüce Peygamber’in dizi dibinde geçirmişti.
Üsâme, Resûl-i Ekrem’in birçok iltifatına nail olmuştu. Bir lakabı da “Hubbî” idi. Peygamber Efendimiz onu çok sevdiği için ona bu lakap verilmişti.
Doğrudan doğruya kutsi İslam beşiğinde dünyaya gelmiş olan Hz. Üsâme’nin temiz ruhu küfür, şirk, cehalet ve fesat pislikleriyle kararmamıştı. Bu du­rum onun, Re­sû­lul­lah’ın yüksek ahlakını benimseyip yaşaması ve daha sonraki nesillere aktarması için güzel bir zemin olmuştu.[1]
Kabiliyet ve dirayeti sayesinde çok küçük yaşta savaşlara katılmaya başladı. Hicret’in 8. senesinde teşkil edilen Harka Seriyyesi kumandanlığına geti­rildiği sırada ancak 14-15 yaşlarında bulunuyordu. Mekke’nin Fethi’ne ve ondan sonra yapılan bütün savaşlara katıldı.
Onun adından en çok söz edilen hadise, Peygamber Efendimizin vefat hasta­lığı sırasında bizzat Re­sû­lul­lah tarafından tayin edildiği seriyye kumandanlığı­dır. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Üsâme’yi çağırmış, Übnâ ahalisine bir baskın yap­masını emretmiş ve “Haydi, Allah’ın adıyla yürü!” diyerek hemen hareket etmesini söylemişti. Büyük sancağı da Büreyde bin Husayb’a (r.a.) vererek Hz. Üsâme’nin evinin önüne dikmesini emretmişlerdi. Bu hareket onun Resûl-i Ekrem tarafından kumandan tayin edildiğinin bir işareti oluyordu. Başta Hz. Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas, Katâde bin Nûman olmak üzere, Ensâr ve Muhacirîn’den birçok sahabi de Hz. Üsâme’nin emri altında sefere çıkmak üzere katılmışlardı. Hz. Üsâme bu sırada ancak 20 yaşında bulunuyordu.
Re­sû­lul­lah bu tayiniyle, sadece yaşça küçük ve fakat dirayetli bir kimseyi ku­man­dan yaparak Hz. Ömer gibi birçok büyük sahabinin onun emri altına girme­sinde hiçbir mahzur olmadığına dikkat çekmekle kalmamış, azatlı bir köle ço­cuğunun birçok asil kimseye kumandan olabileceğini de ortaya koymuş oluyor­du. Bu tayin, büyüklüğün yaşta, soy sopta değil, iman, şuur, dirayet ve kifayette bulunduğunun bir ifadesi oluyor­du.
Ancak cehalet devri âdet ve düşüncelerini tamamen atamamış bazı kimseler, “Bir çocuk, Muhacirlerin ve Ensar’ın kumandanı tayin ediliyor!” diyerek dediko­du yapmaktan geri kalmamışlardı. Bu dedikoduları işiten Hz. Ömer, gereken cevabı vermekle birlikte, durumu da hemen Re­sû­lul­lah’a bildirdi. Re­sû­lul­lah bunun üzerine minbere çıkarak şöyle konuştu:
“Ey insanlar! Üsâme bin Zeyd’in kumandanlığına karşı çıkıyorsunuz. Siz bundan evvel de onun babası Zeyd’in kumandanlığına dil uzatmıştınız! Allah’a yemin ederim ki, o bu işe layıktı. Allah’a yemin ederim ki, o, insanlar arasında benim en çok sevdiğim birisiydi. Allah’a yemin ederim ki, Üsâme bin Zeyd de kumandanlığa layıktır. Allah’a yemin ederim ki, o, babasından sonra benim in­sanlar arasında en çok sevdiğim birisidir. Şimdi onu size tavsiye ediyorum; çünkü o, sizin salih olanlarınızdandır.”[2]
Daha sonra, Hz. Üsâme ile sefere çıkacak Müslümanlar, aralarında Hz. Ömer de bulunduğu hâlde Re­sû­lul­lah’a veda etmeye gelmişlerdi. Re­sû­lul­lah Efendi­miz gelenlere, “Üsâme’yi göndermeyi ihmal etmeyin. Üsâme mutlaka sefere katılsın.” buyurmuştu. Da­ha sonra Hz. Üsâme’nin annesi Ümmü Eymen de Re­sû­lul­lah’a gelerek, Hz. Üsâ­me’nin biraz daha kuvvetlendikten sonra savaşa git­mesini emir buyurmalarını rica etmişse de, Re­sû­lul­lah onun mutlaka savaşa git­mesini emretti.
Hz. Üsâme’nin kumandasında savaşa gidecek olanlar karargâhlarına döndü­ler ve hazırlıklarını hızlandırmaya başladılar. Ancak o gece Re­sû­lul­lah’ın hasta­lığı iyice artmıştı. Hz. Üsâme tekrar Re­sû­lul­lah’ı ziyarete geldi. Peygamber Efendimiz çok hasta ve bay­gın vaziyette idi. Hz. Üsâme gözyaşları içerisinde Yüce Peygamber’inin ellerine doğ­ru eğildi ve öptü. Bu sırada Re­sû­lul­lah elle­rini semaya doğru kaldırmış ve Hz. Üsâ­me’ye dua eder gibiydi. O gece karargâhına dönen Hz. Üsâme, ertesi sabah tekrar ziya­re­te geldi. Re­sû­lul­lah iyileşmişti. Hz. Üsâme’ye “Haydi Allah yardımcın olsun!” diye dua etti. Hz. Üsâme veda edip ayrıldı. Ancak ordusunun konakladığı Cürf mevkiinde tam hareket edecekleri sırada, bir haberci gelmiş ve Re­sû­lul­lah’ın vefat ettiğini bildirmişti. Ordu tekrar Medine’ye döndü ve İki Cihan Serveri’nin fâni âleme veda edişini uğurladı.
Resûl-i Ekrem’in teçhiz ve tekfin işleriyle bizzat alakadar olan Hz. Üsâme, onun mübaret vücudunu kabre indirenlerden birisiydi. Cihan tarihi için bu hadise bambaşka bir insanlık tablosu idi. Son Peygamber’i, azatlı kölesinin oğlu, diğer yakınlarıyla birlikte kabrine yerleştiriyordu.
Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra, “irtidat eden bedevi Araplar” meselesini öne sürerek Hz. Üsâme’nin kumandanlığına muhalefet edenlere karşı Hz. Ebû Bekir direnmiş ve “Resûl-i Ekrem’in kumandan tayin ettiği bir kimseyi ben nasıl azledebilirim?! Allah’a yemin ederim ki, kaplanların beni parçalayacağı­nı bilsem, Re­sû­lul­lah’ın emretmiş olduğu bir orduyu seferden geri koymam!” şeklinde cevap vermişti.
Hz. Üsâme, ordusunun başında düşmana karşı hareket etti. Muzaffer olarak Medine’ye döndü. Hz. Üsâme, Medine’ye dönerken kendilerini Ensar ve Mu­hacirlerden kalabalık bir cemaat büyük bir şevk ve heyecanla karşıladı. Hz. Üsâme doğruca camiye girip iki rekât namaz kıldı ve ondan sonra evine gitti.[3]
Re­sû­lul­lah’ın Hz. Üsâme’yi çok sevdiğini bilen Hz. Ömer, daima onunla meşveret eder ve el üstünde tutardı. Bir gün tahsisat dağıtılmış ve kendi oğlu Abdullah’a 200 dirhem verildiği hâlde, Üsâme bin Zeyd’e 500 dirhem verilmişti. Abdullah bin Ömer, bunun niçin böyle olduğunu bir serzenişle ba­basına sordu. Hz. Ömer’in cevabı şu oldu:
“Evladım, Resûl-i Ekrem, Üsâme’yi senden, babasını da senin babandan daha çok severdi.”[4]
Hz. Üsâme annesine ve babasına çok bağlıydı. Babasının vefatından sonra daima onun için kurban keserdi. Hz. Osman zamanında bir hayli hurma ağa­cı vardı. Bu ağaçların bütün mahsulünü yoksullara bağışladı. “Bütün servetini niçin yoksullara bağışladığı”nı soranlara da “Annem ağaçlardan daha kıymet­lidir!” diye cevap verirdi.
Hicret’in 54. yılında 60 yaşındayken vefat eden Hz. Üsâme, Peygamberimiz­den birkaç tane de hadis rivayet etmiştir. Bunlardan ikisinin meali şöyledir:
“Her kime bir iyilik yapılır, o da yapan kimseye ‘Allah seni hayırla mükâfat­lan­dırsın!’ derse, onun için en güzel duayı yapmış olur.”[5]
“Kıyamet günü bazı kimseler getirilip cehenneme atılır. Orada bağırsakları çıkarılan adam, eşeğin değirmenin çevresinde döndüğü gibi bağırsağın etrafın­da döndürülür. Ce­hennemlikler onun etrafında toplanıp, ‘Ey filan, sana ne oldu böyle? Sen dünyadayken iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmaz mıydın?’ derler. O da ‘Evet.’ der. ‘Ben iyilikleri tavsiye ederdim, fakat kendim yapmaz­dım! Kötülüklerden sakındırırdım, fakat kendim uymazdım!’ diye cevap verir.”[6]

__________________________________
[1]Tabakât, 4: 61.
[2]Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 64; Tabakât, 4: 66-67.
[3]Asr-ı Saadet, 3: 218.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 1: 65.
[5]Tirmizî, Birr: 87.
[6]Müslim, Zühd: 51; Müsned, 5: 205.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamber Efendimizin (a.s.m.), ihtimam ve hassasiyetle yetiştirdiği Suffe Ashâbı’ndan olan Utbe bin Gazvan (r.a.), büyük İslam mücahitlerindendir.
Dinini rahatça yaşamak için müşriklerin zulmünden kaçarak ikinci defa Ha­beşis­tan’a hicret eden Müslümanların arasında Hz. Utbe de vardı. Bir müddet Habeşistan’da kalan Utbe, sonra Mekke’ye geldi, Re­sû­lul­lah’ın yanında kaldı. Müslümanlar Medine’ye hicrete başlayınca, o da Hz. Mikdad ile beraber hicret etti.
İlk Muhacirlerden olan Hz. Utbe, Bedir Savaşı’na da katıldı. Müslümanlar arasında bilinen en iyi okçulardan birisi olan Utbe bin Gazvan (r.a.), Bedir Savaşı’nda büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, yanında oğlu Habbab da vardı. Allah’ın dinini ve kelamını yüceltmek için canla başla savaştılar. Hz. Ut­be daha sonra savaşların hepsinde Re­sû­lul­lah’ın yanında çarpıştı.[1]
Hz. Utbe, Abdullah bin Cahş’ın (r.a.) komutasında Peygamber Efendimiz ta­rafından Nahle’ye gönderilenlerdendi. Mücahitlerin sayısı burada 10 kişi ka­dardı. Her iki kişiye bir deve tahsis edilmişti. Hz. Utbe ile Sa’d bin Ebî Vakkas’a da (r.a.) bir deve düşmüştü. Develeri yolda Madin bölgesi yakınlarında kaybol­du. Deveyi ararken birlikten geri kaldılar. Daha sonra birliğin peşinden gittilerse de mücahitlerin izine rastlayamadılar. Bu arada mücahitler, müşriklerin bir kervanına baskın yapıp iki kişiyi esir ederek bir miktar ganimet almışlardı. Kaybolan arkadaşlarının durumundan endişeliydiler. Medine’ye varıp durumu Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) haber verdiler. Bu arada müşrikler de esirlerini almak için fidye gönderdiler. Fakat Re­sû­lul­lah Efendimiz, Utbe bin Gazvan ile Sa’d bin Ebî Vakkas’ın durumu açıklığa kavuşana kadar esirleri geri vermeyeceğini söyledi. Çünkü bu kahraman sahabilerin durumundan endişe duymaktaydı. Niha­yet ikisi de sağ salim Medine’ye dönünce, esirler fidye karşılığı serbest bırakıl­dılar. Diğer sahabiler, arkadaşlarının dönmesi karşısında bayram sevinci yaşı­yorlardı. Bu kayboluş sırasında çektikleri sıkıntı, “Dikenli ağaçlara rastladıkça onları yemekte, üzerine de su içmekte idik.” ifadelerinden anlaşılmaktaydı.[2]
Bir müddet Medine’de Hz. Re­sû­lul­lah’ın hizmet ve sohbetinde bulunan Suffe talebesi Utbe bin Gazvan’ın en heyecanlı günleri, İran taraflarında cihat eder­ken ve Basra valisiyken geçti.
Hz. Utbe, Basra dolaylarının fethiyle vazifelendirildiğinde, Hz. Ömer (r.a.) bazı prensiplere dikkatini çekti: “Sen ve beraberindekiler, Arapların son ve İran’ın bize en yakın hududuna ka­dar gidin. Allah’ın bereket ve yardımı sizinle olsun. Allah’tan korkun. Şunu bil ki, sen harbin en dehşetli yerine gidiyorsun. Allah sana yardım etsin. [Bahreyn civarında bulunan] Alâ bin Hadremî’ye mektup gönderiyorum. O, harp taktikle­rini bilen, büyük bir mücahittir. Onunla istişare et. Ona danış. Halkı, Allah’ın yü­ce dinine çağır. Davetini kabul edenleri sen de kabul et, kabul etmeyenlerden ise cizye al. Cizye de vermezlerse, ruhsat kılıcındır. Allah’tan kork ve dikkatli hareket et. Halkı cihada teşvik et.”[3]
Hz. Ömer, Utbe’yi fetihle vazifelendirirken, Alâ bin Hadremî’den de kendisine yardımda bulunmasını istemiş ve ona şu tavsiyede bulunmuştur:
“Ey Alâ, bil ki, sen Muhacirlerin ilklerinden olan bir zatla görüşeceksin. Cenâb-ı Hak ona cennetini vaat etmiştir.[4]O iffetlidir, güçlüdür, salabetlidir. Onu azletmiş değilim. Ancak senin bulunduğun bölgede Müslümanların fazla kuv­vete ihtiyacı yoktur. Sen, o bölgede kuvvet bakımından ondan daha zenginsin. O hâlde hakkını ver. Senden önce, birisini onun yardımına gitmek üzere vazife­lendirdim. Fakat oraya varmadan vefat etti. Yaratma ve emir Allah’ındır.”[5]
Görüldüğü gibi Hz. Ömer de, onu “Saff-ı Evvel”den saymaktadır. Basra civa­rını fetheden Hz. Utbe, daha sonra Basra valiliğine getirildi. Vali iken namazı kendisi kıldırır, ahaliye nasihat ve tebliğde bulunurdu. Onun sahih hadis kay­naklarında yer alan meşhur bir hutbesi çok ibretlidir.
Hz. Utbe’nin okuduğu hutbenin bir kısmı şöyledir
“Malum olsun ki, dünya geçici olduğunu bildirmiş ve süratle geçip gitmiştir. Ondan, kabın dibinde kalan ve sahibinin içtiğinden başka bir şey kalmamıştır. Hiç şüphe yok ki, dünyadan, zevali olmayan bir âleme gideceksiniz. O hâlde, elinizde en hayırlı şey olduğu hâlde gidin. Ben Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ile beraber bulunan yedi kişiden yedincisiyim. Ağaç yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Dudaklarımız yara olmuştu. Giyecek mahrumiyetimiz daha fazlaydı. Bir örtü bulmuştum, onu Sa’d bin Ebî Vakkas’la paylaşmıştım. Yarısıyla kendimi sardım, diğer yarısına da Sa’d sarındı. Bugün ise, içimizden biri yoktur ki, şehirlerden birine vali olmasın. Nefsim hakkında büyük, Allah indinde küçük olmaktan Allah’a sığınırım.”[6]
Hz. Utbe bin Gazvan, Basra’da işlerini düzene koyduktan sonra Hicaz’a gitmeyi arzu etti. Yerine Mugîre bin Şu’be’yi (r.a.) ve aynı zamanda Fırat bölgesine de Mücaşi bin Mes’ud’u (r.a.) vazifelendirdi. Medine’ye vardığında Hz. Ömer’le görüştü. Valilikten istifa etmek istediğini söyledi. İdareciliğin gerektirdiği mesuliyetten endişe ediyordu. Fakat Hz. Ömer (r.a.) istifa isteğini geri çevirdi, Basra’ya, vazifesine geri dönmesini istedi. Hz. Utbe ısrar etti, fakat netice alamadı. Dönüp vazifesinin başına tekrar geçmek üzere yola koyuldu. Cenâb-ı Hakk’ın bir hikmeti olarak, yolda atından düştü, vefat etti. Yıl, Hicret’in 17. senesiydi.[7]
Allah ondan razı olsun!

______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 364.
[2]A. Köksal, İslam Tarihi, 2: 30.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 364.
[4]Tevbe Sûresi, 100.
[5]Tabakât, 4: 362.
[6]Müslim, Zühd: 14.
[7]el-İsâbe, 2: 455.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget