Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Vehb bin Kabus ve yeğeni Hâris bin Ukbe, Medine’ye satmak için koyun getir­mişlerdi. Müzenî kabilesinden olan bu iki kişi, Medine’yi değişmiş ve boşalmış bir hâlde görünce sordular: “Halk nerede?”
“Uhud’da. Re­sû­lul­lah ile birlikte Kureyş müşrikleriyle çarpışmaya gittiler.”
“Burada işimiz ne? Ne güne duruyoruz? Biz de Re­sû­lul­lah’ın izinden gitmek isteriz. Haydi Uhud’a!” deyip yola çıktılar.
Uhud’a gider gitmez Peygamberimizi buldular. O sırada müşrikler bozguna uğramışlardı. Kılıçlarını sıyırarak onları kovalamaya başladılar.
Ne zaman ki iş aksine döndü, okçuların yerlerini terk etmesini fırsat bilen düşman ordusu arkadan hücuma geçince, Müslümanlar neye uğradıklarını bile­medi ve paniğe kapıldılar.
Vehb ile yeğeni o anda bile kahramanca dövüşüyorlardı.
Sa’d bin Ebî Vakkas der ki: Uhud’da müşrikler Re­sû­lul­lah ile birlikte bizi kuşatmışlardı. Her taraftan düş­manlar saldırıyor, çemberi daralttıkça daraltıyorlardı. Müşriklerden bir grubun üstümüze yöneldiği bir sırada Re­sû­lul­lah, ‘Şu birli­ğe kim karşı koyacak?’ dedi. Vehb ileri atıldı ve, ‘Ben yâ Re­sû­lal­lah!’ cevabını verdi. Sonra da düşmanı ok yağmuruna tuttu, kılıcıyla üzerlerine yürüdü, kısa zamanda püskürttü. Düşman birlikleri ikinci ve üçüncü defa hücum ettiler. Her seferinde de Vehb, ‘Ben karşılarım, yâ Re­sû­lal­lah!’ diyerek ileri atıldı. Düşmanı yine savuşturdu. Üçüncü defa Vehb düşmanı karşılamak için yerinden fırlayınca, Allah’ın Resûl’ü, ‘Kalk, öyle ise seni cennetle müjdelerim!’ buyurdu.
“Bu defa Re­sû­lul­lah farklı bir mukabelede bulunmuştu, onu cennetle müjde­lemişti. Vehb ise senelerdir bu fırsatı kolluyormuşcasına, kılıcını sıyırmasıyla düşmanın arasına dalması bir oldu. Kıyasıya dövüşüyordu. Tâ müşriklerin geri­lerine kadar ilerledi. Onu gören müşrikler korkularından kaçıyor, yol açmak zo­runda kalıyorlardı. Onun bu hâlini gören Kâinatın Efendisi, ‘Allah’ım, ona rah­met et!’ diye dua ediyordu.
“Vehb müşriklerin üzerine tekrar yürüdü. Fakat bu sefer müşrikler etrafını iyice kuşattılar. Kıyasıya bir mücadele başlamıştı, çarpışma son haddine var­mıştı. Çetin bir mücadeleden sonra Vehb şehit düştü, Peygamber müjdesine nail oldu.
“Ben de Vehb’i yalnız bırakmamak için yanına varmıştım. Çok şiddetli bir çarpışma geçmişti. Allah biliyor ki, ben de onun istediği gibi şehitliği arzu edi­yordum. Ne var ki, o zaman nasip değilmiş. Ben o nimete ulaşamadım…”
Vehb’in bedeninde tam 20 mızrak yarası vardı. Müşrikler sadece onu mızrakla­mak­la kalmamışlar, vücudunu keserek öç alma âdiliğinde bulunmuşlar­dı.
Savaş bitince şehitler arasında dolaşan Allah’ın Resûl’ü, Vehb’in parçalanmış vücu­dunu görünce gözyaşlarını tutamamış, “Ben senden razıyım, Allah da razı olsun!” demişti.
Bu olup bitenleri gören Hz. Ömer de, Hz. Sa’d gibi, “Vehb’in yerinde olmayı, Vehb gibi şehadet şerbeti içmeyi ne kadar arzu ederdim!” demekten kendini alamamıştı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Yeni Müslüman olmanın bütün zevk ve heyecanını içinde taşıyan Vâsile, Resûl-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) sabah namazını kılmak için can atar. Namaz­dan sonra Re­sû­lul­lah, daha önce hiç görmediği bu yabancı simanın kim oldu­ğunu sorar. Vâsile kendini tanıtır ve Re­sû­lul­lah ile anlaşma yapmak üzere geldi­ğini ifade eder. Re­sû­lul­lah Efendimiz, “İstediğim ve istemediğim her şey üze­rine anlaşma yapar mısın?” diye sorar.
Vâsile, “Evet.” der ve Peygamberimizin bütün emirlerine uyacağına, sözün­den hiç çıkmayacağına dair kesin söz verir. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) o esnada Tebük Seferi için hazırlıklar yapmaktadır. Vâsile de çoktan hazırdır, fakat yol uzun­dur. Bineği yoktur. Kâ’b bin Ucre kendisine bir binek temin eder ve İslam ordu­suyla birlikte sefere çıkar.[1]
Bundan sonra üç sene müddetle Peygamberimizin hizmetinde bulunan Hz. Vâsile, bu bakımdan Re­sû­lul­lah’ın yakın sahabilerinden sayılır. Suffe Medresesi’nde de uzun müddet kaldığı için Suffe ile ilgili birçok hatırası vardır.
Nitekim Suffe Ashâbı bir ihtiyaçları olunca, ulaştırmak üzere, Re­sû­lul­lah’a Vâsile’yi gönderirlerdi. Bu meseleyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
Ben, Suffe Ashâbı’ndandım. Suffeliler açlıktan şikâyet ettiler ve Re­sû­lul­lah’a gidip yemek istememi söylediler. Ben de Re­sû­lul­lah’a gidip Suffe Ashâbı’nın aç­lıktan şikâyetçi olduklarını söyledim. Re­sû­lul­lah, Hz. Âişe’ye, yanında bir şey olup olmadığını sordu. Hz. Âişe, yanında “tirit” denen et suyundan başka bir şey olmadığını söyledi. Tiridi derin bir kapla Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Suffelileri 10’ar kişilik gruplar hâlinde çağırdım. Re­sû­lul­lah, kendilerine, “Oturunuz, Bismillah!” buyurdu. Suffe Ashâbı, 10 kişiye yetebilecek yemekten yediler, fakat hiç eksilmediğini gördüler. Re­sû­lul­lah, sonunda bana ‘Yâ Vâsile, bunu böylece Hz. Âişe’ye götür.’ buyurdu.”[2]
Hz. Vâsile buna benzer bir hadiseyi de şöyle dile getirir:
Biz Suffe’de bulunurken Ramazan ayı gelip de oruca başlayınca, iftar vakti her birimizi biat ehlinden biri iftara davet eder, götürürdü. Bir akşam hiç kimse gelmedi. O gün hiçbir şey yemeden sabahladık. Ertesi akşam da kimse gelme­yince Re­sû­lul­lah’a gittik, durumu anlattık. Re­sû­lul­lah, hanımlarının yanında yi­yecek olup olmadığını sordu. Hepsi de yanlarında yiyecek bulunmadığını söy­lediler. Daha sonra mübarek ellerini açtı ve şöyle dua etti:
“Allah’ım, Senin faz­lından ve rahmetinden istiyorum. Rahmet Senindir. Senden başka kimsenin de­ğildir.”
Re­sû­lul­lah duasını henüz bitirmişti ki, birisi geldi. Kızarmış bir koyun ve ek­mek getirdi. Re­sû­lul­lah bizim önümüze koydu, biz de doyuncaya kadar yedik. Daha sonra Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:
“Biz, Allah’ın lütuf ve merhametini istemiştik. İşte bize Allah’ın lütfu… Rah­metini de öbür dünyaya bıraktı.”[3]
Hz. Vâsile, Re­sû­lul­lah’ın ilim talebelerinin giyim hususunda karşılaştıkları mahrumiyeti de, “Ben Suffe Ashâbı’ndandım. Hiçbirimizin üzerinde tam bir el­bise yoktu.” şeklinde ifade eder.
Saadet Asrı’nın ışığı ve cazibesiyle bütün dünyayı çağımıza kadar ışıklandı­ran yıldızları, işte böylesi fukaralık, zaruret ve mahrumiyet içindeydiler. Fa­kat Re­sû­lul­lah’a öylesine bağlanmışlardı ki, onun karşısında her şeyi unutuyor­lardı...
Bununla beraber, Peygamberimizin onların gelecekte görecekleri ve bolca is­tifade edecekleri nimetleri de bir mucize olarak haber veriyordu. Şöyle diyordu, o Yüce Resûl:
“Siz benden sonra buğday ekmeğine ve zeytin yağına doyacaksı­nız. Türlü yiyecekler yiyeceksiniz. Güzel elbiseler giyeceksiniz…”
Vâsile, rivaye­tin devamında, “Hakikaten çok geçmeden, Re­sû­lul­lah’ın dediği çıktı, aynen ya­şadık. Türlü yiyecekler yedik, güzel elbiseler giydik ve çok bineklere bindik.” der.[4]
Rivayete göre Hz. Vâsile bir müddet Basra’da kalır. Daha sonra Şam tarafına gider. Humus ve Şam civarında bulunur. Emeviler zamanında Hicrî 83 yılında 100 yaşındayken vefat eder.
Son olarak onun rivayet ettiği bir hadisi nakledelim: “Re­sû­lul­lah’a ‘Irkçılık nedir?’ diye sordum. ‘Zulüm ve haksızlıkta milletine yardımcı olmandır.’ buyur­du.”[5]

________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 77.
[2]Hilyetü’l-Evliyâ, 2: 22.
[3]age.
[4]age., 2: 23.
[5]Ebû Dâvud, Edeb: 113.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Vahşî bin Harb’in Hz. Hamza’yı şehit edişinin üzerinden yıllar geçmişti... Geçen zaman içinde müşrikler günden güne zayıflamış, İslam ise güçlenmişti.
Günler ilerledikçe, Vahşî, Hz. Hamza gibi bir İslam kahramanını katletmenin suçluluğunu ve ıstırabını daha fazla hisseder olmuştu. Nihayet Mekke Müslü­manlar tarafından fethedildi. Vahşî hemen Tâif’e kaçtı…
Bir müddet sonra bir Tâif heyeti, İslamiyet’i kabul etmek üzere Re­sû­lul­lah’a gidiyordu. Vahşî böyle bir durumu öğrenince dünyalar başına yıkılacak gibi ol­du. Demek artık buralar da İslamlaşıyordu... Vahşî korkuyordu. Hz. Muhammed’in (a.s.m.), amcasının katilini çok feci bir şekilde cezalandıracağına inanı­yordu. “Acaba nereye gitsem?” diye düşündü. Şam’a mı gitmeliydi, yoksa Yemen’e mi? Acaba Müslümanlar hangisini daha önce fethederdi?... Tam bu düşün­celerin kıskacında kıvranıp dururken, o heyetten birisi Vahşî’ye gelip şöyle de­di:
“Yazıklar olsun sana! Sen bilmiyor musun? Bu dine giren kim olursa olsun, öldürülmez, eski günahlarından dolayı hesaba çekilmez.”
Bu sözler Vahşî’yi rahatlatmıştı. Tâif heyetiyle birlikte Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar verdi. Ancak yine de emin değildi. Acaba Hz. Muhammed (a.s.m.) kendi­sine nasıl bir muamele edecekti?
Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiklerinde Vahşî, kendisini tanıtmaksızın Kelime-i Şehadet getirdi. Heyecanlıydı. Re­sû­lul­lah nasıl mukabele edecekti? Resûl-i Ek­rem başını kaldırdı ve “Sen Vahşî değil misin?” dedi. Vahşî “Evet.” dedi. Engin, şefkatli, İslam’ın Yüce Peygamber’i en küçük bir kızgınlık alameti göstermeksizin, “Buyur, şuraya otur.” dedi. Sonra da amcası Hz. Hamza’yı nasıl katlettiğini anlatmasını istedi. Vahşî sözünü bitirdikten sonra Re­sû­lul­lah ancak şunu söyle­di:
“Ey Vahşî! Sen benim gözüme görünme!”
Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Vahşî’yi her görüşünde, İslam’ın bir bahadırı olan amcası Hz. Hamza’yı hatırlayacaktı. Buna da nazenin kalbinin dayanması mümkün değildi. Çare olarak sadece bu yolu tercih buyurmuştu.
Vahşî, artık “vahşi” olmaktan kurtulmuş, hidayete ermişti. Sahabe olmuştu. “Hazret” diye anılacaktı. Hz. Vahşi Radıyallahü Anh denecekti. İman insa­na neler kazandırıyordu! Vahşetten kurtuluşa, “vahşi”likten nura çıkarıyor­du…
Vahşî bin Harb, İslam’a girdikten sonra, o bitmez tükenmez hakikate öyle kuvvetli bir şekilde sarıldı ki, eski kötü adını unutturdu. Nihayet Yalancı Pey­gamber Müseyli­metü’l-Kezzâb ile Yemâme Harbi yapılacaktı. Vahşî, uçarcası­na harp meydanına koştu. İşte İslam düşmanları, karşısında idi. Vaktiyle küfür içindeyken bir İslam erini katletmişti. Bunun ıstırabı ciğerini dağlıyordu. Yüre­ğine su serpecek nasıl bir iş yapmalıydı ki biraz rahatlasın? Kaderin garip tecelli­si, Vahşî’nin elinde, yıllar önce Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağı vardı.
İşte, Yalancı Peygamber Müseylime, elinde kılıcıyla karşısında duruyordu. Bütün gücüyle onun üzerine hücum etmek üzere hazırlandı. Aynı anda, Ensâr’dan bir sahabi de Müseylime’ye hücum etmişti. Nihayet Vahşî, mızrağını Mü­seylime’ye sapladı ve cehenneme gönderdi. Böylelikle Müslümanların başın­daki mühim bir gaile bertaraf edilmiş oluyordu. Artık Vahşî’nin saadetine sınır yoktu. Daha sonra hatıralarını naklettiğinde şöyle derdi:
“Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm.”[1]

[1]Üsdü’l-Gàbe, ?: 83-84.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget