Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamberimiz (a.s.m.), Allah’ın emri üzerine sevgili kızı Hz. Fâtıma’yı, Hz. Ali’ye nikâhladı. Her ikisi de Re­sû­lul­lah’ın terbiyesi altında büyümüşlerdi. Bu sebeple bütün Müslümanlara örnek olabilecek bir hayat yaşıyorlardı. Peygam­berimiz de sık sık onları ziyaret ediyor, çeşitli tavsiyelerde bulunuyor, her türlü problemleriyle ilgileniyordu.
Hicret’in 3. yılıydı... Bu mesut evliliğin üze­rinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Fâtıma validemiz hamileydi. Bu, baş­ta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanları sevindirmişti.
Nihayet Allah’ın takdir ettiği gün geldi. Peygamberimiz, sevgili dadısı Ümmü Ey­men’i (r.a.) Hz. Fâtıma’nın yanına gönderdi. Âyete’l-Kürsî, Felak ve Nâs Sûrelerini okumasını tavsiye etti. Hz. Ümmü Eymen vakit geçirmeden Hz. Ali’nin evinin yolunu tuttu. Eve vardığında Peygamberimizin tavsiyesini aynen yerine getirdi. Çok geçmeden Hz. Hasan, ihtiyar dünyamızı şereflendirdi.
Peygamberimiz doğum haberini alır almaz hemen kızının yanına geldi. Çok sevinçliydi, “Oğlum nerede, onu bana gösteriniz?!” buyurdu. Hz. Hasan’ı kun­dak içerisinde getirdiler, Peygamberimize verdiler. Onu kucağına aldı, sevdi. “İsmini ne koydunuz?” diye sordu. Hz. Ali, “Harp” deyince de şöyle buyur­du:
“Muhakkak siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağırılacaksınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.”
Peygamberi­miz daha sonra torununun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okudu. İs­mini de “Hasan” olarak değiştirdi.[1]
Hz. Hasan’ın doğumunun yedinci gününde iki koç kurban edildi. Saçı tıraş edilerek, ağırlığınca gümüş, sadaka olarak verildi. Aynı zamanda sünnet ettiril­di.
Artık Hz. Fâtıma’nın evi Peygamberimizin yanında bambaşka bir manaya bürünmüştü. Seyyidler nesline beşiklik ediyordu. Peygamberimiz kızının evi­ne daha sık gidiyor, torununu seviyor, onu kokluyor, omuzuna alıyordu.
Bir gün yine Hz. Hasan’ı sırtına almıştı. Bunu gören bir sahabi, “Ey çocuk, se­nin binitin ne güzeldir!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), “O da ne güzel bir binici­dir!” buyurdu.[2]
Bir başka gün de Peygamberimiz, Hz. Hasan’ı severken Akra bin Habis (r.a.) yanlarına geldi. “Yâ Re­sû­lal­lah, siz çocukları seviyor musunuz? Benim 10 ço­cuğum var, onlardan hiçbirisini öpmem!” dedi. Peygamberimiz ona baktı ve “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurdu.[3]
Zaman zaman da Hz. Hasan, sevgili dedesinin yanına gider, onun sohbetinde bulunurdu. Yine bir gün Peygamberimizin ziyaretine gitmişti. Vakit bir hayli geç oldu. Hava kararmıştı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Haydi eve git.” buyurdu. Ebû Hüreyre de (r.a.) oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, ben götüreyim mi?” dedi. Peygam­berimiz müsaade etmedi. Bu esnada bir ışık parladı. Hz. Hasan o ışık sayesinde rahatça eve gitti.[4]
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) kendisi Hz. Hasan’ı çok sevdiği gibi, ümmetine de onu sevmeyi vasiyet etti. “Allah’ım, ben onu seviyorum, Sen de sev; onu seveni de sev!”[5]buyurarak, onu seveni Allah’ın seveceğini bildirdi. Peygamberimizin Hz. Hasan’a karşı olan bu derin sevgisi şüphesiz sadece akrabalık cihetiyle değildi, bunun daha ehemmiyetli hikmetleri de vardı. Bediüzzaman Hazretleri bu hu­susla ilgili olarak şöyle der:
“Evet, Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Hz. Hasan’ı (r.a.) kemal-i şefkatinden ku­cağına alarak başını öpmesiyle Hz. Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nurani nesl-i mübarekinden Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylânî gibi çok mehdî-misal verese-i Nübüvvet ve Hamele-i Şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kutsiyelerini nazar-ı Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teş­vike alamet olarak Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş... Evet, Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azimesi var.”[6]
Peygamberimizin, “Dünyada sevip kokladığım reyhanımdır.”, “Cennet genç­lerinin efendisidir.” buyurduğu Hz. Hasan (r.a.) sekiz yaşına kadar Re­sû­lul­lah’ın terbiyesi altında büyüdü. Ondan çok şeyler öğrendi. Sekiz yaşında dedesini, on­dan altı ay sonra da annesini kaybetmesi, Hz. Hasan’ın kalbini hüzne boğdu. Fa­kat ölümün yok olmak demek olmadığını, onları cennette tekrar görebileceğini bilmiş olması kendisine teselli verdi.
Hz. Hasan’ın başından göbeğine kadar olan kısmı Peygamberimize benziyor­du. Bu­nun içindir ki Fâtıma validemiz onu “Peygamber’e benzeyen, Ali’ye ben­zemeyen yavru” diye severdi.
Hz. Hasan cömertliğiyle temayüz etmiş bir sahabiydi. İki defa malının tama­mını, üç defa da servetinin yarısını tasadduk etti. Peygamberimizin sevgili toru­nu, iki ayakkabısı olsa birini mutlaka sadaka verirdi. Sadaka vermeden dura­mazdı. Bununla beraber bir şey satın alacağı zaman pazarlık eder, mümkün ol­duğu kadar ucuz almaya çalışırdı. Bu durum Müslümanların dikkatini çekiyor­du. Bir defasında, “Binlerce dirhemi sadaka veriyorsunuz, fakat bir şey satın alırken uzun uzadıya pazarlık edip yoruluyorsunuz!” denildi. Hz. Hasan böyle yapmasının sebebini şöyle izah etti:
“Sadakayı Allah rızası için veriyoruz. Ne kadar fazla versek yine azdır. Alış verişte aldatma söz konusudur; pazarlık yapmamız, aldanmak istemediğimizdendir. Çünkü aldanmak, aklın noksan olmasındandır ve malın azalmasına se­beptir.”
Hz. Hasan ibadete düşkün bir sahabiydi. Çok namaz kılar, çoğu günler oruç tutardı. Medine’den Mekke’ye yaya olarak 25 defa hacca gitti.
Hasan (r.a.) gurur ve kibirden uzak, mütevazi bir zattı. Fakir-zengin ayırt et­meden herkesin davetine icabet ederdi. Bir gün bir grup bedevinin yanından ge­çiyordu... Kuru ekmek yiyorlardı. Onlara selam verdi. Bedeviler selamını aldı­lar, “Ey Re­sû­lul­lah’ın torunu, buyur, bizimle birlikte yemek ye!” dediler. Hz. Ha­san, “Elbette. Allah, kibirlenenleri sevmez.” dedi ve hemen yere oturup onlarla birlikte kuru ekmek yedi. Ayrılaca­ğı zaman da, “Ben sizin davetinizi kabul ettim; siz de bana buyurun!” dedi. Onları ye­meğe davet etti.
Hz. Hasan, zaman zaman müminlere nasihatte bulunur, onlara öğüt verirdi. O bir öğdünde şöyle der:
“Dünyayı isteyen kimseyi dünya yere vurur! Dünyaya kalbini bağlamayan kimse ise dünyadan kim yerse yesin umursamaz. Dünyayı seven kimse zenginlerin kölesi olur. Dünü ile bugünü eşit olan ziyandadır; dü­nü bugününden iyi olan kimse de zarardadır. Kendini mükemmel gören kimse­nin noksanı çoktur. Yumuşak huyluluk insan için ziynettir. Vefakârlık servettir. Acelecilik hafifliktir. Kalbini dünyaya bağlayan kimselerle oturup kalkmak le­kedir. Kötü insanlarla beraber olmak ise şüphe doğurur.”
Peygamberimizin sevgili torunu, cesaretiyle de temayüz etmişti. Hz. Osman zamanında ortaya çıkan fitne hareketlerinde babasının isteği üzerine, kardeşi Hüseyin (r.a.) ile birlikte onun kapısında nöbet bekledi. Fitnecilerin kapıdan içeriye girmelerine engel oldu. Fakat gözü dönmüş adamların bacadan girerek Hz. Osman’ı şehit etmelerine mâni olamadı…
Bu hadiseden yıllar sonra babasının yaralanması, Hz. Hasan’ı derinden üzdü. Ağlayarak baş ucuna gitti. Babası niçin ağladığını sorunca, “Nasıl ağlamam?! Sen dünyanın son, ahiretin ilk günündesin.” cevabını verdi. Hz. Ali ağlamaması­nı söyledi. Sonra da kendisine bazı öğütleri olacağını, bunları iyi muhafaza et­mesini, bunu yaptığı müddetçe her zaman faydasını göreceğini söyledi.
Hz. Hasan’ın, “Nedir onlar babacığım?” demesi üzerine de bunları şöyle sıra­ladı:
“En büyük zenginlik akıldır. En büyük fakirlik ahmaklıktır. Bilgisizliğin en büyüğü kendini beğenmektir. Üstünlüğün en büyüğü de güzel ahlaktır. Sana ah­maklarla arkadaşlık yapmamanı tavsiye ederim; çünkü ahmak biri sana yar­dım edeyim derken seni zarara sokar. Yalancılarla da arkadaşlık etme; çünkü böylesi uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimrilere de yaklaşma; çünkü cimri, muhtaç olduğun bir şeyi en çok muhtaç bulunduğun bir sırada senden esirger. Kötü kimselerle de arkadaşlık etmemeni tavsiye ederim; çünkü kötü adam seni ucuza satar.”[7]
Bu konuşmadan biraz sonra Hz. Ali ruhunu teslim etti. Dünya zindanlarından cennet bahçelerine gitti. Başta Peygamberimiz olmak üzere Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a kavuştu...
Onun vefatı Müslümanları teessüre boğdu. Halk bundan sonra ne yapacağının şaşkınlığı içerisindeydi. Derken Hz. Hasan ayağa kalktı. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şu tesirli konuşmayı yaptı:
“Ey insanlar! Bu gece öyle bir zat aramızdan ayrıldı ki, ne ondan öncekiler onu geçmişler, ne de ondan sonra gelenler ona yetişebileceklerdir. Re­sû­lul­lah onu savaşlara gönderirdi. Cebrâil onun sağında, Mikail solunda dururdu. Almak is­tediği bir yeri Allah’ın izniyle fethedinceye kadar savaştan yılmazdı. O öyle bir gecede şehit edildi ki, İsâ (a.s.) bu günde göğe çekilmiştir. İsrâiloğullarının tövbesi bugün kabul edilmiştir...
“Beni tanıyan tanır, tanımayan da bilsin ki, ben Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) oğlu­yum. Ben müjdecinin oğluyum. Ben Allah’ın azabıyla korkutucunun oğluyum. Ben insanları Allah’ın yoluna davet edenin oğluyum. Ben daima yanan kandilin oğluyum. Ben insanlara rahmet olarak gönderilen kimsenin oğluyum… Ben öyle bir aileye mensubum ki, Allah o ailenin günahlarını gidermiş, tertemiz yapmış­tır. Cenâb-ı Hak bu aileyi sevmeyi Müslümanlara farz kılmıştır. Peygamberine indirdiği âyetlerin birinde, ‘Ey Muhammed, de ki: Ben sizi hidayete davetim için ücret istemiyorum. Ancak Ehl-i Beyt’ime, akraba ve taallukatıma muhabbe­tinizi, salih amellerle Allah’a yaklaşmanızı isterim.’ buyuruyor.”
Hz. Hasan’ın bu güzel konuşmasından sonra Müslümanlar, Hz. Hasan’a biat ederek onu kendilerine halife seçtiler. Sonraki günlerde Hz. Hasan’a biat eden­lerin sayısı 40 bi­ni buldu. Böylece Peygamberimizin sevgili torunu Irak, Hicaz, Horasan, Yemen, Mek­ke, Medine şehirlerinde yaşayan Müslümanların halifesi oldu. Ancak Mısır ve Şam halkı onun halifeliğini tanımadılar. Zaten onlar daha önce Hz. Muâviye’ye biat etmişlerdi.
Müslümanlar arasında birlik yine temin edilememişti. Savaş olacak, yine Müslüman kanı dökülecekti. Hz. Hasan’ın halifeliğinin yedinci ayında, iki ordu Medâyin’de karşı karşıya geldi. Muâviye tarafında bulunan Amr ibni Âs (r.a.), Hz. Hasan’ın ordusunu görünce, “Ben karşımda öyle bir ordu görüyorum ki, karşısındaki orduyu yok etmedikçe geri dönmez!” diyerek Hz. Hasan’ın gücünü itiraf etmekten kendini alamadı.
Fakat Hz. Hasan, Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Onun makamda mevkide gözü yoktu. Zaten Hz. Osman zamanından beri ortaya çıkan fitne ha­reketleri sebebiyle Müslümanların İslamiyet’e hizmeti bırakıp birbirleriyle sa­vaşması kendini çok rahatsız ediyordu. Bugün eline büyük bir fırsat geçmişti. İstese Muâviye’nin (r.a.) ordusunu mağlup ederek Müslümanları bir bayrak al­tında toplayabilirdi. Fakat o böyle yapmayacak, büyük bir fedakârlık örneği göstererek hilafet davasından vazgeçecekti. Böylece Müslümanlar yeniden es­ki safvetine kavuşacaktı. Yeni yeni ülkeler fethedilecek, birçok kimse İslamiyet’le müşerref olacaktı.
Aslında Muâviye de (r.a.) Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. O da sulh taraftarıydı. Hz. Hasan’a elçi göndererek sulh teklifinde bulundu. Halifelik davasından vazgeçtiği takdirde bütün tekliflerini kabul edeceğini bildirdi. Hz. Hasan bazı şartlar ileri sürdü. Bunlardan biri, Müslümanların halifelerini kendi­lerinin seçmeleriydi. Bu sebeple, Muâviye’nin kendinden sonra oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmemesini şart koşuyordu.
Peygamberimizin sevgili torununun bir diğer teklifi de, fakirlere tasadduk için her yıl bir miktar para göndermesiydi. Muâviye bunların hepsini kabul etti.
Daha sonra Hz. Hasan, taraftarlarına hitaben, halifeliği niçin devretmek istediği­ni veciz bir şekilde şöyle ifade etti:
“Takvaya uygun hareket etmek akıllılıktır. Fitne ve kötülük, ahmaklıktan kaynaklanır. Halifelik eğer benim hakkımsa, Müslümanların birliğini sağla­mak ve kanlarının dökülmesini önlemek için ben bu hakkımdan feragat ediyo­rum; eğer benden daha layık birinin hakkı ise devrederek gereğini yapmış olu­yorum!”
Bu konuşmadan sonra Hz. Hasan’ın taraftarları Muâviye’ye biat etti­ler.[8]
Böylece, Peygamberimizin (a.s.m.) bir mucizesi daha ortaya çıkıyordu. Çün­kü Peygamberimiz bir defasında Hz. Hasan’a hitap ederek, “Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah’ın oğlum vasıtasıyla Müslüman­lardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum.” buyurmuştu.[9]
Hz. Hasan, Peygamberimizden 13 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan bi­risi şu mealdedir:
“Ey insanlar! Ben size Allah’ın emrettiği şeylerden başkasını emretmediğim gibi, O’nun nehyettiği şeylerden başkasını da yasaklamıyorum. Sizler rızkınızı ararken güzellikle arayınız. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eceleniz sizi arayıp bulduğu gibi rızkınız da arar bulur. Sizler rızkınızı bulmakta güçlükle karşılaşıyorsanız, onu ararken Allah’a itaatten ayrılmayınız.”[10]
Hz. Hasan, Hicret’in 49. yılında zehirlenerek şehit edildi. Vefatından önce kendisini kimin zehirlediğini sordular. “Kimseyi itham edemem. Suçsuz birinin benim yüzümden canının yanmasını istemem!” dedi. Sonra da Hz. Hüseyin’i Âişe validemize göndererek, Re­sû­lul­lah’ın yanına defnedilmek için izin istedi. Hz. Âişe izin verdi, fakat Medine Valisi Mervan bin Hakem buna müsaade et­medi. Hz. Hasan, Baki Kabristanı’na defnedildi.
Allah ondan razı olsun!

____________________________________________________
[1]Müstedrek, 3: 165; Üsdü’l-Gàbe, 2: 10; Müsned, 5: 194.
[2]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[3]et-Tergîb, 3: 203.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 451.
[5]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 56.
[6]Lem’alar, s. 18.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 370.
[8]Müstedrek, 3: 372; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 350.
[9]Buhârî, Sulh: 9; Tirmizî, Menâkıb: 31.
[10]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 292.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kur’ân-ı Kerim’in sûre ve âyetleri nazil oldukça, Peygamberimiz (a.s.m.) onları ezberlemek ve başkalarına ezberletmekle kalmaz, yazdırmak için de hemen sahabinin birisini çağırtır ve gelen vahyi ona yazdırırdı. Vahyi yazan kimselere “vahiy kâtibi” denirdi. Peygamberimizin birkaç vahiy kâtibi vardı. İşte bunlar­dan birisi de Zeyd bin Sâbit’tir (r.a.).[1]
Zeyd bin Sâbit, Medineliydi. Babası bir muharebede öldürülmüş, kendisi de yetim kalmıştı. Çok zekiydi. Hicret’ten önce, daha oyun çağında bir çocukken Müslüman olmuştu. 11 yaşındayken 17 sûreyi rahatlıkla ezbere okuya­biliyordu. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, yakınları Hz. Zeyd’i ya­nına götürdüler ve 17 sûreyi ezbere bildiğini söylediler. Hz. Zeyd, Pey­gamberimizin isteği üzerine ezberindeki sûreleri okudu. Bu duruma Peygam­berimiz çok sevindi ve Zeyd’e iltifatta bulundu.[2]
Zeyd bin Sâbit, Müslümanların müşriklerle yapmış oldukları ilk savaş olan Bedir Harbi’ne katılmak istediyse de, yaşı küçük olduğundan, Re­sû­lul­lah tara­fından hazırlanan mücahit ordusuna kabul edilmedi.[3]
Bedir Savaşı’nda Müslümanlar parlak bir zafer kazanmışlardı. 70’ten faz­la müşrik öldürülmüş, bir o kadar da esir düşmüştü. Esirlerden okuma-yazma bi­lenler, “Müslümanlardan 10 kişiye okuma-yazma öğretmek” şartıyla serbest bıra­kılacaklardı. Bu esir müşriklerden okuma-yazma öğrenenlerden birisi de Zeyd bin Sâbit’ti.[4]
Hz. Zeyd bin Sâbit, okuma-yazmayı iyice öğrendikten sonra, Re­sû­lul­lah’a ge­len vahiyleri yazmaya başladı. Vahiy kâtiplerinden olan Ubey bin Kâ’b bulun­madığı zaman, Peygamberimiz, Zeyd bin Sâbit’i çağırtır, vahyi ona yazdırırdı. Bir yanlışlığa veya eksikliğe meydan vermemek için, yazılanları da tekrar oku­turdu. Gereken tashihi yaptırırdı.
Zeyd bin Sâbit, vahiy yazma esnasında şahit olduğu manevi bir hâleti şöyle anlatıyor:
“Re­sû­lul­lah’a vahiy geldiği bir gün yanında oturuyordum. Onu bir ağırlık kapladı. Ağırlık kapladığı zaman, onun dizleri benim dizlerimin üzerindeydi. Allah’a yemin ederim ki, hiçbir şeyi Re­sû­lul­lah’ın dizinden daha ağır bulmadım! Sonra o hâl ondan gitti ve ‘Yaz, ey Zeyd!’ dedi. Ben de bir kürek kemiği aldım. Nisâ Sûresi’nin 95. âyetinin tamamını sonuna kadar yazdım. Âmâ bir zat olan İbni Ümmü Mektum, mücahitlerin faziletini bu âyette duyunca kalktı ve ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Âmâ ve benzeri gibi olanlardan, Allah yolunda cihada gücü yetme­yenlerin durumları nasıldır?’ dedi. Allah’a yemin ederim ki, onun sözü biter bit­mez, Re­sû­lul­lah’ı tekrar bir ağırlık kapladı. Bu defa onun dizlerini ilkinden daha ağır buldum. Sonra o hâl ondan gitti, ‘Yazdığını oku.’ buyurdu. Yazdığım kısmı okuyunca ‘Özür sahibi olmaksızın’ mealindeki cümleyi okudu, bu kısmı o âyete kattım.”
Zeyd bin Sâbit, gelen vahiyden başka, hükümdarlara veya bazı kabile reisle­rine gönderilecek mektupları da yazardı. Anlaşmaları kaleme alırdı.
Hattâ Peygamberimizin isteği ve teşviki üzerine İbranice ve Süryanice’yi öğ­rendi.
İbranice öğrenişini şöyle haber veriyor:
“Re­sû­lul­lah bana, ‘Ey Zeyd! Sen Yahudilerin yazısını benim için öğren. Ben vallahi bana ait yazılarda Yahudilere itimat etmiyorum!’ buyurdu. Ben de iki hafta geçmeden onu öğrendim. Yahudilere bir şey yazılacağı zaman onu ben ya­zardım.”[5]
Hz. Zeyd’in Süryanice’yi öğrendiği de rivayet edilmektedir. Bu hadiseden, İslamiyet’in yabancı dil öğrenmeye verdiği ehemmiyeti görmekteyiz.
Bilindiği gibi, Peygamberimize gelen İbranice mektupları Yahudi müter­cimler tercüme ederdi. Veya Peygamberimiz, Yahudilere gönderilecek mektup­ları da onlara yazdırırdı.
Zeyd bin Sâbit, yaşı müsait olmadığı için Bedir Savaşı’na iştirak edememiş ol­ma­sı­nın ıstırabını yaşıyordu. Bir fırsat doğarsa, cihat ordusuna katılmayı candan arzu ediyordu. Nihayet İslam kahramanlarının şahlandığı Hendek Savaşı’n­da Hz. Zeyd’e bir hizmet düşmüştü. Hendek kazma işini yapamıyordu, ama çı­kan toprakları taşımak suretiyle mücahitlere yardımcı oluyordu. Onun bu gay­retini gören Re­sû­lul­lah, “Ne güzel çocuk!” buyurarak taltif etti.[6]Hendek kazma işi tamamlandıktan sonra diğer çocukları ailelerinin yanına gönderen Peygam­berimiz, Abdullah bin Ömer ile Zeyd bin Sâbit’i göndermedi. Onların savaşa katılmalarına müsaade etti.
Peygamberimizin beka âlemine irtihâlinden sonra, bir an önce halife seçimi­nin bitirilmesi gerekiyordu. Ensar ve Muhacir farklı adaylar gösteriyorlardı. Zeyd bin Sâbit o sırada 20 yaşında, cevval bir insandı. Farklı fikirlerin telif edilmesine yardımcı oldu ve şu şekilde konuşarak makul olanı teklif etti:
“Re­sû­lul­lah, Muhacirlerdendi. Biz de Re­sû­lul­lah’ın yardımcılarıydık. Onun yerine seçilecek olanların da yardımcılarıyız.”[7]
Çok geçmeden sahabiler Hz. Ebû Bekir’e biat ettiler. Böylece bu mühim me­sele de kolaylıkla halledildi.
Bir Kur’ân ehli olan Zeyd bin Sâbit’in İslam’a yaptığı en büyük hizmet, Kur’ân-ı Kerim’le alakalı idi. O, bu hususta mühim bir mesai sarf etmişti. Bilindiği gibi, Peygamberimiz zamanında Kur’ân-ı Kerim bugünkü şekliyle bir mushaf hâline getirilmemişti. Kur’ân’ın mushaf hâline getirilmesinde en büyük pay, şüphesiz Zeyd’e aitti.
Peygamberimize gelen vahiyler, vahiy kâtipleri tarafından kâğıt parçalarına, tabaklanmış derilere, yassı beyaz taşlara ve develerin kürek kemiklerinin üzeri­ne yazılıyordu. Ancak âyet ve sûrelerin yazıldığı bu parçalar bir yerde birikti­rilmiyordu. Sahabiler­den isteyenler, bunları kendilerine alabiliyorlardı. Kur’ân hafızı olan sahabiler çok olduğundan, ayrıca yazılı olanları bir araya getirmeye ihtiyaç görülmemişti. Peygamberimizin vefatından sonra yapılan Yemâme Savaşı’nda çok sayıda hafızın şehit olması üzerine böyle bir ihtiyaç başgösterdi.
Bunu ilk defa hisseden Hz. Ömer (r.a.) oldu. Hz. Ömer, zamanla hafızların daha da azalacağından, âyetlerin yazılı bulunduğu vesikaların kaybolabileceğinden ve bazı âyetlerin unutulabileceğinden endişe etmeye başladı. Bu husus­taki düşüncesini Halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) açtı. Çeşitli yerlerde ve dağınık hâlde bulunan Kur’ân vesikalarının bir araya getirilip iki kapak arasında toplan­masını teklif etti. Bu teklif karşısında Hz. Ebû Bekir tereddüt etti. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın yapmadığı bir vazife teklif ediliyordu. Ancak daha sonra aklı yattı. İkisi birlikte bu mühim vazifeyi istişare ve müzakere ettiler. Bu işi yapması için Zeyd bin Sâbit’i münasip gördüler.
Hz. Zeyd bin Sâbit o sıralar 20 yaş civarında bulunuyordu. Böyle mühim bir vazife için onu seçmelerinin birçok sebebi vardı. Her şeyden önce Hz. Zeyd, Re­sû­lul­lah’ın Medine’deki hayatı boyunca vahiy kâtipliğini yapmıştı. Ashâb içerisinde Kur’ân-ı Kerim’in tamamını ezberleyenlerden ve onu en iyi okuyan­lardan birisiydi. Çok zekiydi. Aynı zamanda, Peygamberimiz irtihâl edeceği yıl Kur’ân’ı nasıl Cebrâil’e (a.s.) okumuşsa, Hz. Zeyd de yazdığı bütün âyetleri Pey­gamberimize arz etmişti. Bu itibarla Hz. Zeyd, böyle ulvi bir vazife için “biçil­miş kaftan”dı. Zaten böyle mühim meselelerde, yaştan ziyade ilim ve liyakat önde geliyordu.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, Kur’ân âyetlerinin bir araya toplatılması vazifesi için Zeyd bin Sâbit üzerinde karar verdikten sonra onu yanlarına çağırdılar. Hz. Zeyd gelince, Hz. Ebû Bekir ona, Hz. Ömer ile aralarında geçen konuşmayı ha­ber verdi ve şöyle devam etti:
“Sen genç ve akıllı birisin. Senin aleyhinde hiçbir şey söyleyemeyiz. Sen Re­sû­lul­lah’a gelen vahyi yazıyordun. Kur’ân-ı Kerim’i inceleyip toplar mısın?”
Bu teklif karşısında Hz. Ebû Bekir gibi tereddüt etti, “Re­sû­lul­lah’ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?!” dedi. Ancak daha sonra, böyle bir şeyin yapılmasının faydasına o da inandı ve vazifeyi kabul etti Bu vazifenin zorluğuna işaretle Hz. Zeyd şöyle diyor:
“Allah’a yemin ederim ki, bana bir dağı taşımayı teklif etseler­di, Kur’ân’ı toplama işinden daha ağır gelmezdi!”[8]
Zor da olsa böyle kutsi bir vazifeyi yapmak gerektiğine inanıyordu. Kur’ân’ın yazılı olduğu sahifeleri araştırmaya başladı. Çok ihtiyatlı davranıyordu. Yazılı olarak bulduğu âyetleri hemen kabul etmiyor; bu âyetin, Re­sû­lul­lah’ın huzurun­da yazıldığına dair iki tane de şahit istiyordu; ondan sonra kaydediyordu.
Sahabe-i Kirâm’ın gayreti sonunda Hz. Zeyd bin Sâbit, Kur’ân’ı toplama işini bir sene gibi kısa bir zamanda tamamladı. Sonra sahabiler toplandı. Hz. Zeyd topladığı âyetleri onlara okudu. Onlar da tasdik ettiler, hiçbiri itiraz etmedi. İki kapak arasında toplatılan Kur’ân sahifeleri, vefatına kadar Hz. Ebû Bekir’in, sonra Hz. Ömer’in, daha sonra da Hz. Ömer’in kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa’nın yanında kaldı.
Zeyd bin Sâbit, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında Kur’ân-ı Kerim’in top­latıl­ma­sı işini yaptığı gibi, Hz. Ömer’in hilafeti zamanında da, kıraat, yani Kur’ân okuma il­minin öğretilmesiyle meşgul olmuştu. Ayrıca fetva işlerini de yürütüyordu. Fetva meselesinde çok sıkı ve hassas davranan Hz. Ömer, Zeyd bin Sâbit ile birkaç sahabinin dışında kalanların fetva vermesini yasaklamış­tı.[9]
Hz. Ömer bir yere sefere çıktığında Zeyd bin Sâbit’i yerine bırakıyordu. “Halk, başkasında bulamadığını Zeyd’de buluyor.” diyerek, onun ilim ve fazile­tini takdir ediyordu. Ayrıca feraiz (miras taksimi) hakkında bir suali olanın Hz. Zeyd’e gitmesini tavsiye ediyordu.[10]
Zeyd bin Sâbit’in Kur’ân’a yapmış olduğu mühim hizmetlerden birisi de, Hz. Osman’ın halifeliği zamanına rastlar.
Hz. Ebû Bekir devrinde toplatılan Mushaf bir âdet olduğu için ihtiyaca kâfi gelmiyordu. Çünkü gün geçtikçe İslami fetihler çoğalıyor, Kur’ân-ı Kerim’in aydınlattığı çevre her gün biraz daha genişliyordu. Bu itibarla, fethedilen şehir­lerdeki Müslümanlar, kendilerine Kur’ân-ı Kerim’i ve İslam hukukunu öğrete­cek kimselere muhtaçtılar. Böyle bir ihtiyaçtan dolayı güzel Kur’ân okuyan sahabiler çeşitli şehirlere dağıldılar. Mesela Abdullah bin Mes’ud (r.a.) Kûfe’ye, Ubey bin Ka’b (r.a.) Şam’a gitmişti. Bu sahabiler arasında Kur’ân’ın okunuşun­da bazı kıraat farklılıkları vardı.
Ermenistan’ın fethinde Iraklılar ve Şamlılar beraber bulunmuşlardı. Şamlılar Ubey bin Ka’b’ın kıraatiyle—Iraklılar bu kıraati duymamışlardı— Iraklılar da Ab­dullah bin Mes’ud’un kıraatiyle okuyorlardı. Şamlılar da bu kıraati duymamış­lardı. Bunların müracaat edebilecekleri bir kaynak olmadığından, aralarındaki ihtilaf büyüyebilir ve anlaşmazlığa sebep olabilirdi.
Ermenistan fethinde hazır bulunan Huzeyfe bin el-Yemanî (r.a.) bu ihtilafla­ra şahit olmuştu. Menine’ye gelir gelmez durumu Halife Hz. Osman’a (r.a.) ha­ber verdi. Bunun üzerine, meseleye bir çare getirmek için Hz. Osman, Ashâb’ın büyüklerini meşveret etmek üzere toplantıya çağırdı. Onlarla istişare etti. Neti­cede, mevcut olan nüshadan birkaç tane çoğaltılarak bu şehirlere gönderilmesi­ne karar verdiler. Bunun için, içlerinde Hz. Zeyd bin Sâbit’in de bulunduğu dört kişilik bir heyeti vazifelendirdiler. Bu heyet, tek nüsha olan Mushaf’ı yedi adet olarak—bir rivayette dört—çoğalttılar. Bu nüshalar başta Basra ve Şam olmak üzere çeşitli şehirlere gönderildi. Böylece kıraat hususunda çıkan ihtilaflar ön­lenmiş oldu. Şüphesiz, bu hizmette en büyük pay Zeyd bin Sâbit’e aitti.[11]
Zeyd bin Sâbit, Hz. Ömer devrinde olduğu gibi, Hz. Osman ve Hz. Ali zama­nında ve Hz. Muâviye’nin hilafetinin ilk beş yılında müftülük hizmetlerine devam etti. Hz. Ömer gibi bunlar da fıkhi meselelerde hiç kimseyi Hz. Zeyd’e ter­cih etmediler.
Hz. Zeyd’in fıkıh usulü ve içtihadı kendi devrinde kabule mazhar oldu. Öyle ki, Sahabe’den ve yedi fıkıh âliminden birisi olan Sâid bin Müseyyeb (r.a.), baş­kalarından duyduklarını Zeyd bin Sâbit’e sormadan kabul etmiyordu.
Böylece Kur’ân ve fıkıh ilimlerine çok büyük hizmette bulunan Zeyd bin Sâbit, hadis ilminde de üstün hizmetler gördü. Rivayet ettiği hadisleri doğrudan doğruya Re­sû­lul­lah’tan işitmiş, ayrıca Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Os­man’dan da hadis öğrenmişti. Hz. Zeyd, 92 hadis rivayet etti. Bunlardan biri şu mealdedir:
“Size iki şey bırakıyorum: Birincisi Allah’ın Kitabı’dır ki, gök ile yer arasında bir ip mesabesindedir. İkincisi ise Âl-i Beyt’imdir ki, Havz-ı Kevser bana veri­linceye kadar onlar benden ayrılamazlar.”[12]
Hz. Zeyd sadece ilimde şöhret kazanmakla kalmamış, güzel ahlakın da tim­sali olmuştu. Aynı zamanda Re­sû­lul­lah’a olan sevgisiyle de tanınmıştı. Re­sû­lul­lah’a muhabbeti o derece fazlaydı ki, her gün sabah namazında onun yanına gider, onun hizmetinde hazır bulunurdu.[13]
Zeyd bin Sâbit, “iyiliği tavsiye, kötülükten uzaklaştırma” hususunda valiler de dâhil hiç kimseden çekinmemiş, hak ve hakikati söylemekten geri durmamıştı. Medine valisi Meryan daima onun ilim ve fazlından istifade için yanına çağırtır, kendi makamına onu oturturdu. Bir gün yine yanına davet etmişti. Bir müddet sohbetten sonra çıktığında halk yanına geldi, merakla valinin kendisini niçin ça­ğırdığını sordular. Hz. Zeyd, “Re­sû­lul­lah’tan duyduğumuz bazı şeyleri sordu.” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu: ‘Bizden bir hadis duyarak bunu hafızasında tutan ve başkasına duyuran kimsenin Cenâb-ı Hak yüzünü nurlandırsın! Çünkü bazen fakih olmadıkları hâlde fıkhı taşıyan kimseler vardır. Çok kimseler fıkhı kendilerinden daha fakih kimselere ulaştırırlar. Üç sıfat vardır ki, her Müslü­man onları yerine getirmekle mükelleftir. Bunlar: (1) ihlas ve Allah rızasından ayrılmamak, (2) amir durumunda olanlara nasihat etmek, (3) bir de cemaat ru­hunu muhafaza etmektir.”‘[14]
Zeyd bin Sâbit, Kur’ân’ı en güzel okuyan sahabi olduğu ittifakla kabul edildi­ği hâlde, tevazuunu ve ilme olan arzusunu şöyle ifade ederdi:
“Kur’ân’ı benden daha güzel okuyanı bilsem, devemin ulaştığı yere kadar ona giderim!”[15]
Bütün hayatı İslam’a hizmetle geçen Zeyd bin Sâbit, Hicrî 45 yılında beka âle­mine irtihâl etti. Vefatı İslam âleminde teessürle karşılandı. Bütün Müslüman­lar bu büyük âlimin ölümünden mahzun oldu. İbni Ömer “Bugün insanların en âlimi öldü!” derken, İbni Abbas da birçok âlimin ilmiyle toprağa gömüldüğünü söylüyor ve Hz. Zeyd’in kabrine işaretle, “İşte, ilmin gömülmesi böyledir.” di­yordu.[16]
Allah ondan razı olsun!

_____________________________
[1]Tabakât, 2: 335.
[2]el-İsâbe, 1: 561.
[3]age., 1: 550.
[4]Tabakât, 2: 22.
[5]el-İsâbe, 1: 561; Tabakât, 2: 358.
[6]el-İsâbe, 1: 551.
[7]Tabakât, 3: 212.
[8]Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân: 2.
[9]Tabakât, 2: 361.
[10]age., 2: 359.
[11]Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân: 2.
[12]Müsned, 5: 182.
[13]age., 5: 192.
[14]age., 5: 183.
[15]Tabakât, 2: 344.
[16]age., 2: 360.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget