Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hicret’in 5. senesinde, Müslümanların vücudunu ortadan kaldırmak maksadıyla harekete geçen Huzâa kabilesinin Benî Mustalık kolu üzerine bir gaza tertip edilmişti. Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle bu gaza zaferle neticelendi. Birçok esir ve ganimet elde edilmişti.
Alınan esirler arasında Benî Mustalık’ın reisi Hâris bin Ebî Dırar’ın kızı Berre (Cü­veyriye) de vardı. Berre’nin kocası savaşta öldürülmüştü.
Esirler mücahitler arasında taksim edildi. Berre, Sâbit bin Kays bin Şemmas ile onun amcasının oğlunun hissesine düştü. Berre, efendileriyle bir miktar para karşılığında anlaşma yaptı. Bu parayı ödediğinde serbest bırakılacaktı. Fakat kendisinden istenilen fidye çok fazlaydı, ödeyecek durumda değildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimize müracaat etti ve durumunu ona bildirdi:
“Ben, Benî Mustalık reisi Hâris bin Ebî Dırar’ın kızıyım. Bildiğiniz gibi, ben Sâbit bin Kays’ın ve onun amcasının oğlunun hissesine düştüm. Bir miktar para karşılığında onlarla anlaştım. Ödemek zorunda kaldığım bu fidye için sizden yardım dilemeye geldim.”
Peygamberimiz ona, “Senin için bundan daha hayırlı olanı yok mudur?” bu­yurdu. Berre, “O nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu. Re­sû­lul­lah “Kurtuluş akçeni ödemem ve seni zevceliğe kabul etmemdir.” cevabını verdi.
Berre, bir an kendi âlemine daldı. Zaten savaştan üç gün önce rüyasında, Me­di­ne’den doğup yükselen ayın gelip kendi koynuna düştüğünü görmüştü. Pey­gam­be­ri­mi­zin teklifini duyunca hidayet nuru yüzünde parlamaya başladı. Re­sû­lul­lah’ın teklifini ka­bul etti. Ardından da Kelime-i Şehadet getirerek Müslü­man olma şerefine kavuştu.[1]
Bu arada Hâris bin Ebî Dırar, kızının fidyesi olmak üzere yanına birkaç deve alarak, kavminden bazı kimselerle birlikte Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Akik Vadisi’ne geldiğinde develerin en güzellerinden iki tanesini seçerek oraya bıraktı. Bu cins hayvanları vermek istemiyordu. Daha sonra Medine’ye geldi. Peygamberimizi buldu ve ona, “Benim kızım esir olarak tutulamaz. Bu benim mevkiimle ve şerefimle bağdaşmaz. Onu serbest bırak!” dedi. Re­sû­lul­lah, “Onu dilediğini seçmekte serbest bırakmamı ister misin?” buyurdu. Hâris, “Evet, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiş olursun.” dedi. Bunun üzerine Hâris, kızı­nın yanına gitti ve şöyle dedi:
“Şu zat, seni dilediğini seçmekte serbest bıraktı. Sakın bizi rezil etme!”
Fakat Berre hiçbir şeyi Peygamberimize tercih edemezdi. Nitekim babasını mahcup etmek pahasına da olsa şöyle dedi:
“Ben Re­sû­lul­lah’ı tercih ediyorum.”
Hâris buna çok içerledi, “Vallahi sen bizi rezil ve rüsvay ettin!” dedi.[2]Sonra da Peygamberimize dönerek, “Şu develer, kı­zım için fidyedir; bunları alıp kızımı bana veriniz.” dedi. Cenâb-ı Hak, Peygam­ber Efendimize, Hâris’in develerden ikisini sakladığını bildirmişti. Hâris’e, “Akik Vadisi’nde sakladığın iki deve nerede, onları niçin getirmedin?” diye sordu. Bu mucize, Hâris’in ve yanındakilerin hidayetine vesile oldu. Hâris bü­yük bir heyecanla, “Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Muhak­kak sen de Allah’ın Resûl’üsün. Vallahi bunu Allah’tan başka bilen yoktu.” diye­rek Müslüman oldu. Yanında bulunan iki oğlu ve kavminden bazı kimseler de Müslüman oldular.[3]
Bundan sonra Peygamberimiz, Berre’yi babasından istedi. Hâris, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Onu sana bağışladım.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Berre ile Hicret’in 5. yılında evlendi. İsmini de “Cüveyriye” ola­rak değiştirdi. Çünkü “Berre” “iyilik, hayır” manasına geliyordu ve Peygam­berimiz, “Bere, Re­sû­lul­lah’ın yanından çıktı.” denilmesinden hoşlanmıyordu.
Cüveyriye o sırada 20 yaşında idi.
Peygamberimizin Cüveyriye ile evlenerek Benî Mustalık kabilesiyle akraba olduğunu duyan sahabiler, “Re­sû­lul­lah’ın akraba olduğu bir kabile artık esir ka­lamaz.” diyerek yanlarındaki bütün esirleri serbest bıraktılar. Böylece Hz. Cü­veyriye, kabilesinden 700 esirin azat edilmesine vesile oldu. Ayrıca Benî Mustalık’dan birçok kimse, Peygamberimizin bu davranışı karşısında Müslüman ol­dular. Bundan dolayıdır ki Hz. Âişe validemiz, Hz. Cüveyriye’yi çok takdir ederdi.
Hz. Cüveyriye validemiz çok oruç tutar ve çok namaz kılardı. Aynı zamanda zikir ve tespihe çok ehemmiyet verirdi. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra dua ve zikir ile meşgul olmaya başladığı bir sırada, Peygamberimiz yanından ay­rıldı. Öğleye doğru tekrar geldiğinde Hz. Cüveyriye’yi Allah’ı zikrederken bul­du, “Sen hâlâ yanından ayrıldığım hâl üzere mi devam ediyorsun?” buyurdu. Hz. Cüveyriye, “Evet.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyur­du:
“Ben senden ayrıldıktan sonra üç defa şu dört kelimeyi söyledim. Bunlar, bu­gün sabahtan beri senin söylediklerinle tartılsa onlardan daha ağır gelir. Bu keli­meler şunlar: ‘Sübhanallahi adede halkıhî, sübhanallahi rıza nefsihî, sübhanallahi zinete Arşihî ve sübhanallahi midâde kelimâtihî [Yarattıkları sayısınca Allah’ı tespih ederim. Allah’ı kendisinin razı olacağı şekilde tespih ederim. Allah’ı Arş’ın ağır­lığınca tespih ederim. Kelimelerin miktarınca Allah’ı tespih ederim.]”[4]
Hz. Cü­veyriye, Peygamberimizin bu tavsiyesinden sonra artık bunları söylemeye devam etti.
Cüveyriye validemiz, Peygamberimizin diğer hanımları gibi çok hayırse­verdi. Kendisi yemez, fakirlere yedirirdi. Peygamberimiz bir defasında onun odasına gelmişti. “Yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hz. Cüveyriye, “Vallahi yanımda yiyecek yok. Biraz kemik vardı, onu da sadaka olarak verdim.” de­di.[5]
Peygamberimizin bu mübarek hanımı, Hicret’in 56. yılında 65 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını Mervan bin Hakem kıldırdı.
Allah ondan razı olsun!

___________________________________
[1]Tabakât, 8: 116; Üsdü’l-Gàbe, 5: 320.
[2]Tabakât, 8: 118.
[3]Sîre, 3: 308.
[4]Müslim, Zikir: 79; Müsned, 6: 325, 430; Tabakât, 8: 119.
[5]Müsned, 6: 429-430.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamber Efendimiz, Cahiliye Devri’nde yapılan yanlış âdetleri birer birer kal­dı­rıyor, insanlara meşru olan yolu gösteriyordu. Böylece batılın ve haksızlıkla­rın yerini hak ve adalet alıyordu.
İşte, Cahiliye Devri’nin yanlış âdetlerinden birisi de, köle veya azatlı kölelerin “aşa­ğı bir sınıf” olarak telakki edilmesiydi. İslamiyet ise bütün insanları eşit sayı­yor, “Sizin Allah indinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır.”[1]hükmüyle üstünlüğün ancak takva ile olduğunu haykırıyordu. O hâlde bu yanlış âdetin de ortadan kaldırılması gerekiyordu. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, Kureyş gibi soylu bir aileye mensup olan halası Umeyme bint-i Abdülmuttâlib’in kızı Zeyneb’e, azatlı kölesi Zeyd için dünür oldu.
Zeyneb’in annesi de, kardeşleri de bunu kabul etmediler. Fakat Peygamberi­mizi de kıramadılar. İsteğine razı oldular. Peygamber Efendimiz de Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’i nikâhladı.[2]
Böylece Cahiliye Devri’nin yanlış bir âdeti daha tarihe karışıyor, eşitlik pren­sibi yerleştiriliyordu.
Ancak Hz. Zeyd ile Zeyneb arasında hiçbir zaman tam bir kaynaşma meyda­na gelmedi. Aralarında geçimsizlik başgösterdi. Öyle ki artık Zeyneb, Zeyd’in kalbini kırmaya başladı. Bir gün Zeyd, Peygamberimize gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben ailemden ayrılmak istiyorum, bana eza ediyor!” dedi. Peygamber Efendimizin, kurulmasına kendisinin vesile olduğu bir aile yuvasının bozulmasına gönlü razı olmadı. Zeyd’e “Hanımını tut, boşama, Allah’tan kork!” buyurdu.[3]
Fakat şiddetli geçimsizlik yüzünden Zeyd, Hz. Zeyneb’i boşadı. Beraberlik­leri ancak bir yıl kadar devam edebildi.
Peygamberimiz, Zeyd ile Zeyneb’in ayrılmalarına çok üzüldü. Çünkü bu evli­liğe kendisi vesile olmuştu. Durumun düzeltilmesi, Hz. Zeyneb’in ve ailesi­nin gönlünün alınması icap ediyordu.
Aslında Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd’e “Zevceni tut, boşama.” dediği za­man onun Zeyneb’i mutlaka boşayacağını ve iddeti dolduktan sonra da onun kendisiyle evleneceğini biliyordu. Bunu Cenâb-ı Hak kendisine bildirmişti.[4]Zaten Hz. Zeyneb de bir Peygamber hanımı olacak fıtrattaydı.
Ancak Peygamberimiz, münafıkların dedikodularından çekindiği için, Zeyd’den boşanan ve iddeti dolan Hz. Zeyneb’e evlenme teklifinde bulunamıyordu. Çünkü Arapların âdetine göre, bir kimse evlatlığının hanımıyla evlenemezdi. Fakat diğer Cahiliye âdetleri gibi bu yanlış âdetin de kaldırılması icap ediyordu. Çünkü evlatlık, hakiki evlat sayılmazdı.
Nitekim Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Âişe’nin yanında iken vahiy geldi. Nazil olan âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:
“Hani Allah’ın iman nasip ederek ikramda bulunduğu ve senin de azat edip evlatlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye, sen, ‘Hanımını bırakma, Al­lah’tan kork!’ diyordun… Sen o zaman, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin hâlde insanların dedikodusundan korkuyordun! Hâlbuki asıl korkulacak olan Al­lah’tır… Sonra Zeyd o hanımla alakasını kesince Biz onu sana nikâhladık; tâ ki evlatlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin müminler için günah olmadığı anlaşılsın... Allah’ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.
“Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebal yoktur.”[5]
Vahiy tamam olunca Peygamberimiz tebessüm etti ve “Allah’ın, Zeyneb’i ba­na nikâhladığını kim gidip ona müjdeler?” buyurdu. Ve daha sonra da dünürlük yapması için Hz. Zeyd’i görevlendirdi. Hz. Zeyd sevinçle Zeyneb’e gitti ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini Peygamberimize nikâhladığını müjdeledi. Hz. Zeyneb buna sevindi. Şükür secdesi yaptı. Üzerinde bulunan takısını, kendisine bu müj­deyi getiren Hz. Zeyd’e hediye etti.
Böylece Hz. Zeyneb, Hicret’in 5. yılında 35 yaşındayken Peygamberimizle nikâh­landı. Allah tarafından nikâhlandığı için kendisine mehir olarak bir şey verilme­di.
Peygamber Efendimiz evliliklerinde düğün ziyafeti verdiği gibi, bunu Müs­lüman­la­ra da emretmiştir. Bu sebeple düğün yemeği vermek sünnettir.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb için de düğün yemeği verdi. Ancak bu zi­yafette diğerlerinden farklı olarak Peygamberimizin bir mucizesi tezahür etti.
Enes bin Mâlik anlatıyor: “Annem Ümmü Süleym bana, ‘Ey Enes! Re­sû­lul­lah bugün evlenecek. Yanla­rında yiyeceklerinin olmadığını sanıyorum. Şu yağ tulumunu buraya getir.’ dedi. Tulumu götürdüm. Annem yalnız Re­sû­lul­lah ile zevcesine yetecek ka­dar hâlis Medine hurmasını yağ ile karıştırdı. Sonra bana, ‘Ey Enes! Bunu Re­sû­lul­lah’a gö­tür. Bunu size annem gönderdi. Kendisinin selamı var. Bu bizim tarafımızdan size ufak bir hediyedir, diyor, de!’ diye tembihte bulundu.
“Ben de onu alarak Re­sû­lul­lah’a götürdüm. Annemin söylediklerini tekrarla­dım. Re­sû­lul­lah bana, ‘Onu koy.’ buyurdu. Sonra da ‘Ebû Bekir’i, Ömer’i, Os­man’ı, Ali’yi davet et.’ diye emretti. Daha birçok sahabinin ismini saydı. Ben az bir yemek için Re­sû­lul­lah’ın bu kadar kimseyi davet etmesine şaştım! Bununla beraber emrine aykırı hareket etmeyi uygun görmedim, herkesi davet ettim. Re­sû­lul­lah, ‘Bak, mescitte kimse varsa onları da çağır.’ buyurdu. Ben de mescide gittim, oradaki herkese, ‘Re­sû­lul­lah’ın dü­ğün ziyafetine buyurunuz.’ dedim. Gel­diler, nihayet sofra tamamen doldu. Bana ‘Mescitte kimse kaldı mı?’ diye sor­du. ‘Hayır.’ dedim. ‘Bak, yolda kimi görürsen onları çağır.’ buyurdu. İstenileni yaptım. Sonra ‘Çanağı getir.’ buyurdu. Mübarek elini çanağın üstüne koyup, Al­lah’ın söylemesini istediği kadar kelimelerle bereket duası yaptı. Sonra da ‘10’ar 10’ar halka olsunlar ve herkes kendi önünden yesin.’ buyurdu. İlk defa 10 kişi gel­di. Doyuncaya kadar yediler ve yiyip gittiler. Ben çanaktaki yemeğe bakıyor­dum; onlar tıpkı kaynak suları gibi çoğalıyor, kaynıyordu. Herkes yedikten sonra bana, ‘Haydi Enes, kaldır.’ buyurdu. Koyduğumda mı, kaldırdığımda mı daha fazlaydı, bilmiyorum! Eve gittiğimde, hayret ettiğim bu hadiseyi anneme anlattım. Annem, ‘Hiç şaşma! Eğer Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yerler ve doyarlardı.’ dedi.”[6]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Cahiliye Devri’nde evlatlık “öz oğul” gibi telakki edildiğinden, kendisini evlat edinen kimsenin onun boşadığı hanımla evlenmesi haram sayılıyordu. Peygamber Efendimiz, evlatlığı Zeyd’in boşadığı hanımla evlendiği için münafıklar bunu Peyamberimiz aleyhine dedikodu vesi­lesi yaptılar. “Muhammed, oğulun karısıyla evlenmeyi haram kıldı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi!” dediler. Öyle ki, onların bu dedikodula­rı Peygamber Efendimizi ve Müslümanları rahatsız etmeye başladı.[7]
Bunun üzerine Ahzab Sûresi’nin 4 ve 5. âyet-i kerimeleri nazil oldu. Bu âyet­lerin meali ise şöyle idi:
“Allah kimsenin göğsüne iki kalp yerleştirmemiş, zıhar yaptığınız hanımları­nızı anneleriniz hükmünde, evlatlıklarınızı da evlatlarınız hükmünde kılma­mıştır. Bunlar sizin ağzınızdaki manasız bir sözden ibarettir. Allah ise hakkı bil­diriyor ve kullarını doğru yola iletiyor. Onları kendi babalarına nispet edin; Al­lah katında doğru olanı budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zaten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kas­ten yaptıklarınızdan mesulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edi­cidir.”
Böylece Cahiliye Devri’nin bir yanlış âdeti daha ortadan kalkmış oluyordu...
Asrımız müfessirlerinden Bediüzzaman Hazretleri, bu âyet-i kerimeyi özetle şöyle tefsir eder:
Büyüklerin idaresi altındaki insanlara ve peygamberlerin ümmetlerine evlat nazarıyla bakmaları ve hitap etmeleri, peygamberlik vazifesi itibarıyladır. Bü­yük bir amir, idaresi altındakilere baba şefkatiyle bakar. Eğer o amir bir padişah-ı ruhani olsa, babanın merhametinden ve şefkatinden 100 derece fazla şefkat gösterdiği için, idaresi altındaki insanlar onun hakiki evladıymış gibi ona “baba” nazarıyla bakarlar. İşte Kur’ân bu yanlış düşünceyi ortadan kaldırmak için, “Evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi tanımadı.” der. Peygamber, rahmet-i İlahi­ye ile size şefkat eder, babanız gibi muamele eder. Peygamberlik namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet itibarıyla sizin babanız değildir ki, sizden bir kadını nikâhlaması uygun düşmesin… Peygamber size “Oğlum” dese, şeriatın hükümleri itibarıyla siz onun evladı olmazsınız.[8]
Şu hâlde, netice olarak söylemek gerekirse, bu evlilik tamamen Allah’ın emriyle vuku bulmuş, Hz. Zeyneb’i Peygamberimize Cenâb-ı Hak layık görmüş ve nikâhlamıştır. Böylece, evlatlığın hakiki evlat gibi nikâha mâni olmayacağı hükmü konulmuş, insanların haram diye telakki ettikleri bir hükmün helal oldu­ğu gösterilmiştir.
Hz. Zeyneb, ibadete düşkün, takva sahibi biriydi. Nafile namaz kılar, sık sık oruç tutardı. Peygamberimiz bir defasında mescide girmişti. Orada iki direğin arasına çekil­miş bir ip gördü. “Bu ip nedir?” diye sordu. Zeyneb’in ipi olduğunu söylediler. “Zey­neb namazda durmaktan yorulunca bu ipe tutunur.” dediler. Bu­nun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Hayır [İbadette böyle güçlük ihtiyar edilmez]. Bu ipi çözünüz. Sizin biriniz zinde oldukça [ayakta] kılsın.”[9]
Zeyneb validemiz çok cömertti. Kanaatkârdı. Dünya malına ehemmiyet ver­mezdi. Dikiş ve el işi yaparak kazandığı parayı Allah rızası için fakirlere ve kimsesizlere sadaka olarak dağıtmak gibi güzel vasıflara sahipti.
Bir gün Hz. Ömer ona tahsis ettiği yıllığı göndermişti. Hz. Zeyneb o kadar pa­rayı bir arada görünce, “Allah, Ömer’i affetsin! Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun için­de mi?” diye sormaktan kendini alamadı. Bunların tamamının kendi­sinin olduğunu öğrenince de “Sübhanallah!” diyerek örtüsüyle yüzünü kapadı. Orada bulunan hizmetçisine şöyle dedi:
“Elini sok, o paradan bir avuç al, falana götür. Bir avuç al, filana götür.”
Böy­lece hizmetçi, Hz. Ömer’in gönderdiği parayı Zeyneb’in isteği üzerine dağıttı. Nihayet örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmayınca Hz. Zeyneb’e, “Ey müminlerin annesi, Allah sizi affetsin! Allah’a yemin ederim ki, bunda bizim de hakkımız var.” dedi. Müminlerin annesi ona, örtünün altında kalanları alma­sını söyledi. Beş dirhem gümüş para kalmıştı, onu da hizmetçi aldı. Hz. Zeyneb kendisi için bir tek dirhem dahi ayırmamıştı. Ellerini açarak şöyle dua etti:
“Allah’ım, bundan sonra beni Ömer’in ihsanını almaya eriştirme! Çünkü bu dünya malı bir fitnedir.”[10]
Cenâb-ı Hak, onun bu duasını kabul etti. Hz. Zeyneb ikinci senenin tahsisatını alamadan vefat etti. Peygamberimizin vefatından sonra kendisine kavuşan ilk zevcesi oldu. Böylece Re­sû­lul­lah’ın bir mucizesi daha tezahür ediyordu. Çünkü bir defasında, “İçinizden bana en çabuk kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır.” buyurmuştu. O zaman müminlerin anneleri bundaki manayı anlayama­dıklarından kollarını ölçüyorlardı. Fakat ilk vefat edenin Hz. Zeyneb olması üzerine, Peygamberimizin kolu uzun olandan kastının cömertlik olduğunu an­ladılar. Zira cömertlikte hiçbirisi Hz. Zeyneb’e yetişemiyordu.[11]
Zeyneb validemizden devamlı sitayiş ve senayla bahseden Hz. Âişe, onun cö­mert­li­ği hakkında şöyle der:
“Ben dinde Zeyneb’den daha hayırlı, ondan daha çok Allah’tan korkan, ondan daha doğru sözlü, akraba hakkını ondan daha çok gözeten, Allah’ın rızasını kazanabilmek için fakirlere ondan daha çok sadaka veren bir kadın görmedim.”
Hz. Zeyneb validemiz, Hz. Ömer zamanında, Hicret’in 20. yılında 53 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!

____________________________________
[1]Hucurât Sûresi, 13.
[2]Tabakât, 6: 101.
[3]Hilye, 2: 52; Tabakât, 8: 102; el-İsâbe, 4: 313; Nesefî, 3: 304.
[4]Nesefî, 3: 304; Tefsirü’l-Kebîr, 25: 212.
[5]Ahzâb Sûresi, 37-38.
[6]Müslim, Nikâh, 94; Tabakât, 104-105.
[7]Nesefî, 3: 392.
[8]Mektûbât, s. 26.
[9]Buhârî, Küsuf: 68.
[10]Hilye, 2: 54; Üsdü’l-Gàbe, 5: 465.
[11]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 101; Tabakât, 8: 108; el-İsâbe, 4: 313; Hilye, 2: 54.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Ümmü Seleme ilk Müslümanlardandı. Abdullah bin Abdülesed’le evliy­di. Bu bahtiyar aile İslamiyet’i kabul etmekle akrabasının ve diğer müşriklerin akıl almaz işkencelerine maruz kaldılar. Fakat inançlarından zerre kadar taviz vermediler. İşkenceler dayanılmaz bir hâl alınca da Habeşistan’a hicret ettiler. Habeş necâşîsi, kendisine sığınan Muhacirleri iyi karşıladı. Onlardan hiçbir yardımı esirgemedi. Fakat vatanlarından, Peygamberimizden uzakta olmak, di­ğer Muhacirler gibi Ümmü Seleme’yi ve beyini de çok üzüyordu.
Hz. Ümmü Seleme’nin gurbet ellerde dört çocuğu dünyaya geldi. Bunlar Zeyneb, Seleme, Ömer ve Dürre idi. Asıl ismi “Hind” olan Ümmü Seleme, bu künyeyi oğlu Seleme doğduktan sonra aldı.[1]
Muhacirler uzun müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra tekrar Mekke’ye dön­düler. Fakat yine müşriklerin işkencelerine maruz kaldılar. Bunun üzerine Pey­gamber Efendi­miz, Müslümanlara, Medine’ye hicret etmelerini emretti. Ümmü Seleme’nin kocası Ebû Seleme, hanımını ve çocuklarını da yanında götürmek istedi. Oğlu Seleme ve hanımını deveye bindirdi ve Medine’nin yolunu tuttu. Ancak biraz sonra Ümmü Seleme’nin akrabası, Ebû Seleme’nin karşısına di­kildiler ve Ümmü Seleme’yi götürmesine müsaade etmeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine Ebû Seleme, mahzun bir şekilde yalnız olarak yoluna devam et­ti. Sonrasını Ümmü Seleme’den dinleyelim: “Akrabam beni Ebû Seleme’den alınca onun yakınları kızdılar ve ‘Madem onlar Ümmü Seleme’yi bizim adamımızdan ayırdılar, biz de oğlumuzu Ümmü Seleme’nin yanında bırakmayız!’ dediler. Oğlum Seleme’yi aralarında çekiştir­meye başladılar. En sonunda onun elini kolunu çıkardılar ve o hâliyle Seleme’yi alıp götürdüler. Bir yıla yakın bir müddet, akşama kadar gözyaşı döktüm! Niha­yet bana acıdılar ve ‘İstersen kocanın yanına gidebilirsin.’ dediler. Ebû Sele­me’nin akrabası da oğlumu getirip bana verdiler. Daha sonra ben Medine’ye hareket ettim.”[2]
Ümmü Seleme uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı ve ko­cası Ebû Seleme’yi buldu. Artık hasret ve çile sona ermiş, aile fertleri tekrar bir­birlerine kavuşmuştu. Ümmü Seleme ile Ebû Seleme, evlilik hayatının müstes­na misallerini veriyorlardı. Çok mesuttular. Hattâ Ümmü Seleme, şayet Ebû Seleme kendisinden evvel vefat edecek olursa başka bir erkekle evlenmeyi bile düşünmüyordu. Bir gün bunu muhterem beyine şöyle söyledi:
“Cennetlik kocası ölen cennetlik bir kadın, sonradan başkasıyla evlenmezse, muhakkak Allah onu cennette kocasıyla bir araya getirecektir. Aynı şekilde, cennetlik bir hanımı vefat eden cennetlik bir koca da sonradan başka bir kadın­la evlenmezse, muhakkak Allah onu da karısıyla bir araya getirecektir. O hâlde, gel seninle sözleşelim: Ne sen benden sonra evlen, ne de ben senden sonra evle­neyim.”
Ebû Seleme, onun bu teklifini kabul etmedi ve şu karşılıkta bulundu:
“Sen be­nim sözümü dinle! Ben öldükten sonra sen evlen.”
Ebû Seleme daha sonra de­ğerli hanımı için şu duayı yaptı:
“Allah’ım, Ümmü Seleme’ye benden sonra daha hayırlı ve onu hor görmeye­cek, incitmeyecek bir koca nasip et!”[3]
Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Ebû Seleme’nin Uhud Savaşı’nda aldığı yarası açıldı. Yatağa düştü. Ümmü Seleme ona hizmet ediyor, bir dediğini iki etmiyordu. Elinden gelen fedakârlığı gösterdi. Ancak Ebû Seleme, hastalığının üzerinden beş ay geçtikten sonra vefat etti. Peygamberimiz bu fedakâr sahabisinin vefat haberini alınca hemen geldi, Ebû Seleme’nin yanına oturdu. Ebû Se­leme’nin açık kalan gözlerini kapadı ve “Şüphesiz, ruh çıktığı zaman göz onu ta­kip eder.” buyurdu.
O sırada Ebû Seleme’nin yakınlarından bazıları ağlıyorlardı. Peygamber Efendimiz, kadınların ağıt yakmalarını hoş karşılamadı, “Siz kendiniz için an­cak iyilik isteyin; çünkü melekler söylediklerinize ‘âmin’ derler.” buyurarak on­ları ikaz etti. Daha sonra da Ebû Seleme için şu duada bulundu:
“Allah’ım, Ebû Seleme’yi affet! Derecesini, hidayete erenler arasında yükselt. Onun arkasında kalanlar için de Sen ona halef ol! Bizi de, onu da affet. Ey Âlem­lerin Rabb’i, kabrini genişlet ve orada onun nurunu çoğalt!”[4]
Ümmü Seleme, kocasının vefatından sonra dul kaldı. Başka bir erkekle evle­ne­bil­mesi için beklemesi gereken müddet (iddet) tamamlanınca birçok sahabi ona evlenme teklifinde bulundu. Fakat o, bunların hiçbirisini kabul etmedi. O “müminlerin annesi” şerefine nail olacaktı. Fakat bunu bilmiyordu. Devamlı olarak Ebû Seleme’nin Peygamber Efendimizden öğrendiği ve kendisine de öğ­rettiği şu sözleri düşünüyor ve söylüyordu. Peygamberimiz bir defasında şöyle buyurmuştu:
“Müslümanlardan herhangi birisi bir musibete uğrar da, ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.’ der, sonra da ‘Allah’ım, bu uğradığım musibetin mükâfatını ihsan et ve beni ondan daha hayırlısına nail et!’ diye dua ederse, muhakkak Allah onun duasını kabul eder.”
Ümmü Seleme bir yandan Peygamberimizin tavsiye ettiği duayı tekrarlıyor, bir yan­dan da “Ebû Seleme’den daha hayırlı kim olabilir?” diye düşünüyor­du.[5]
Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme gibi mücahide bir hanımın dört çocu­ğuyla ortada kalmasına ve perişan olmasına gönlü razı olamıyordu. İslamiyet uğrunda bu kadar çile ve ıstırap çeken bu fedakâr sahabisini nikâhı altına al­makla mükâfatlandırmak istedi ve dünür göndererek kendisiyle evlenmek is­tediğini bildirdi. Ümmü Seleme, Re­sû­lul­lah’ın elçisini görünce, duasının kabul edildiğini anladı. Çok sevinmekle birlikte, çocuklarının Re­sû­lul­lah’ı rahatsız edeceklerinden korktuğu için müspet cevap vermedi. Nihayet Peygamber Efen­dimiz kendisi gitti. Ümmü Seleme, Re­sû­lul­lah’a şöyle dedi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben yaşlı bir kadınım. Hem çocuklarım var… Aynı zamanda şiddetli bir şekilde kıskancım!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyor­sun. Bir kadına, kendisinden daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir. Ye­timlerin annesi olduğunu söylüyorsun. Onların geçimleri Allah ve Resûl’üne aittir. ‘Diğer hanımlarınızı kıskanırım!’ diyorsun. Bunu senden gidermesi için Allah’a dua ederim.” karşılığını verdi.[6]
Bunun üzerine Ümmü Seleme, Peygamberimizin teklifini kabul etti ve Şev­val ayında nikâhlandılar. Nikâh esnasında Peygamber Efendimiz düğün yeme­ği verdi. Hz. Ümmü Seleme bu düğün yemeğini şöyle tarif eder:
“Vefat eden Zeyneb’in [müminlerin annesi] odası bana verildi. Odada bir toprak çanak, çanağın içinde bir parça arpa, bir el değirmeni ve bir de taştan ya­pılmış çömlek buldum. Çömleğin içinde erimiş hâlde bir miktar yağ gördüm. Arpayı el değirmeninde öğüttüm. Sonra onu çömlekte bulamaç yaptım. Biraz yağ alıp içine koydum, katık yaptım. İşte bu yemek, Re­sû­lul­lah ile ev halkının düğün yemeği idi...”[7]
Hz. Ümmü Seleme’nin, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Re­sû­lul­lah onu, kendisinin en yakınları ve mübarek neslinin devamına vesile olan Ehl-i Beyt’i arasında sayıyordu.
Re­sû­lul­lah bir gün Hz. Ümmü Seleme’nin yanında bulunurken Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gelmişti. Peygamberimiz onlarla beraber ye­mek yedi. Sonra da kızı Hz. Fâtıma’yı, damadı Hz. Ali’yi ve torunları Hasan ile Hüseyin’i hırkasının içine alarak “Yâ Rabbi, bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve yakınlarımdır; onlardan günahları gider ve onları temizle!” buyurdu. Ümmü Sele­me böyle bir fazileti kaçırmak istemedi. “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben de Ehl-i Beyt’tenim.” dedi. Peygamber Efendimiz, “Evet, inşallah.” buyurarak sevgili hanımını taltif etti.[8]
Hz. Ümmü Seleme, Peygamberimize yakınlığıyla tanınıyordu. Bu sebeple, Peygam­berimizin hanımları Re­sû­lul­lah’tan bir şey isteyecek olsalar Ümmü Se­leme vasıtasıyla isterlerdi.
Ümmü Seleme, birçok sahabinin erişemediği bazı ulvi manzaralara da şahit oluyordu. Bir gün Peygamberimizle birlikteyken Cebrâil, sahabilerden Dıhye’nin suretinde idi. Bunun için, geleni Dıhye sandı. Fakat sonradan Peygamber Efendimiz, onun Dıhye değil, Hz. Cebrâil olduğunu söyleyince çok sevindi. Çünkü vahiy meleğini görme bahtiyarlığına ermişti...[9]
Peygamberimizin vefatına kadar onunla birlikte yaşayan Hz. Ümmü Seleme, ondan çok şey öğrendi. Bilhassa kadınlarla ilgili mevzularda İslam fıkhını en iyi bilen sa­ha­bi­ler arasında yer aldı.[10]
Diğer taraftan Ümmü Seleme, hadis ilmine de çok büyük hizmetlerde bulun­du. O, Peygamberimizin hanımları içerisinde hadis rivayeti hususunda Hz. Âişe’den sonra gelir. Ümmü Seleme validemizin rivayet ettiği hadislerden bir­kaçı şu mealdedir:
“Kocası kendisinden razı olduğu hâlde ölen kadın cennete girer.”[11]
“Ey kalpleri döndüren Allah! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.”[12]
Ümmü Seleme validemizin Peygamberimizin mübarek torunlarına büyük bir muhabbeti vardı. Onları gördükçe hep Re­sû­lul­lah’ın onlara olan muhabbet ve şefkatini hatırlardı. Onları evladı gibi korur, bir zararın gelmemesi için elinden gelen gayreti sarf ederdi. Başlarına en küçük bir şeyin gelmesine tahammül edemezdi. Sahabiler bir gün onun ağladığını gördüler. Sebebini sordular. Ümmü Seleme şu cevabı verdi:
“Rüyamda Re­sû­lul­lah’ı gördüm. Başında, saç ve sakalında topraklar vardı. ‘Ey Allah’ın Resûl’ü, size böyle ne oldu?!’ diye sordum. ‘Biraz önce Hüseyin’i şehit ettiler!’ buyurdu. İşte, bu gördüğüm rüyanın tesiriyle ağlıyorum.”
Nitekim bu rüyanın üzerinden çok az bir zaman geçtikten sonra, Hz. Hüse­yin’in şehit edildiğini duydu. Baygınlık geçirdi. Hıçkırıklar içerisinde ağladı…
Peygamber hanımları içerisinde son vefat eden ve 84 yıl gibi bereketli bir ömür süren Ümmü Seleme, Hicret’in 58. senesinde Medine’de vefat etti. Baki Kabristanı’na defnedildi. Cenaze namazını Ebû Hüreyre kıldırdı.
Allah ondan razı olsun![13]

___________________________________
[1]Tabakât, 1: 87; Üsdü’l-Gàbe, 5: 588.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 5: 588.
[3]Tabakât, 8: 88; Fethü’r-Rabbânî, 22: 131.
[4]Müslim, Cenâiz: 7; İbni Mâce, Cenâiz: 5; Müsned, 6: 291, 297.
[5]İbni Mâce, Cenâiz: 55.
[6]Tabakât, 8: 89-91.
[7]age., 8: 92, 95.
[8]Müsned, 6: 292, 304.
[9]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 100.
[10]Tercid-i Sarih Tercemesi, 1: 27 (mukad.).
[11]İbni Mâce, Nikâh: 5.
[12]Müsned, 6: 294.
[13]Tabakât, 8: 96.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget