Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ümmü Süleym’in asıl ismi “Gumeysâ” idi. Medineliydi. Neccaroğullarındandı. Pey­gamberimizin sütteyzesiydi. Büyük sahabi Haram bin Milhan’ın (r.a.) ve Kıbrıs’ın fet­hi sırasında şehit olan Ümmü Haram’ın (r.anha) kız kardeşiydi. Mâlik bin Nadr ile evliydi. Büyük sahabi Enes bin Mâlik (r.a.) bu evlilikten doğdu.
Ümmü Süleym (r.anha), Medine’de İslamiyet’in yayılmaya başladığı sıralarda Müslüman olmuştu. Kalbi ve gönlü huzurla dolmuştu. Fakat kocası Mâlik, İslam’ı kabul etmemişti, üstelik Ümmü Süleym’in (r.anha) Müslüman olduğundan da haberi yoktu.
Hz. Ümmü Süleym, kocasının İslamiyet’i kabul etmeyeceğini, kendisine de müdahalede bulunacağını biliyordu. Fakat kimden gelirse gelsin, İslam davası yolunda her türlü tepkiye ve sıkıntıya katlanmayı göze almıştı. Onun tek arzusu, o sırada henüz çocuk yaşta bulunan Hz. Enes’in Müslüman olarak yetişmesiydi. Sık sık ona Kelime-i Şehadet’i telkin ediyordu. Bir gün yine ona Kelime-i Şehadet öğretirken kocası Mâlik eve geldi. Çok kızdı. Hiddetli bir şekilde, “Ne o, sen de mi dinini değiştirdin?!” diye çı­kış­tı. Ümmü Süleym (r.anha) sakindi, vakarlıydı. “Hayır,” dedi, “sadece Muhammed’in Peygamber olduğuna iman ettim.” Doğ­rusu Mâlik bu cevabı hiç beklemiyordu. Şimdiye kadar sessiz ve sakin biri ola­rak tanıdığı hanımının bu cesareti nereden aldığını da anlayamamıştı. Çok kız­dı. “Oğlumun ahlakını ve inancını bozmaya çalışma!” diyerek sert bir dille onu tehdit etti. Oysa Ümmü Süleym, oğlunu ebedî olarak cehennemde yan­maktan kurtarıyor, bunun yolunu öğretiyordu. İnat etmenin, hakikatlerden yüz çevir­­menin manası var mıydı? Taştan, odundan yontulan putlara ilah diye tapınma, onlardan yardım bekleme cehaleti daha ne zamana kadar devam edecekti? Ümmü Süleym (r.anha), kocasına yumuşak bir şekilde, “Ben onun inancını bozmuyo­rum, bilakis düzeltmeye çalışıyorum.” dedi.
Fakat Mâlik’in gözünü cehalet karanlığı bürümüştü. Çok öfkelendi. Evi terk etti. Kaderin garip bir tecellisidir ki, kendisini takip eden bir düşmanı tarafından öldürüldü. Böylece Hz. Enes küçük yaşta yetim kalıyordu.
Bu, her ne kadar bir felaket olarak görülse de, aslında bir rahmetti. Çünkü Mâlik bir İslam düşmanıydı. Anne ve oğulun İslam’ı yaşamasına ve bu pınardan kana kana içmelerine mâni olacağı şüphesizdi. Cenâb-ı Hak, İslamiyet’e çok bü­yük hizmetleri dokunacak olan Hz. Enes’in, müşrik bir babanın terbiyesi altında büyümesine rıza göstermemişti. Ümmü Süleym (r.anha), Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde mutlaka bir hayır olduğuna inanırdı. Kadere teslim olarak sabretti.
Ümmü Süleym (r.anha) biricik oğlu Enes’i üvey babanın baskısı altında büyüt­mek istemiyordu. Onu yetiştirmek hususunda karşılaşacağı bütün sıkıntıları pe­şinen kabul ederek, Enes büyüyünceye kadar evlenmemeye karar verdi. “Oğ­lum Enes büyüyüp bana müsaade etmedikçe evlenmeyeceğim.” diye kendi ken­dine söz verdi.
Ümmü Süleym fakir biriydi. Bundan sonra artık sıkıntılı bir hayat yaşadı. Fa­kat Cenâb-ı Hakk’a tevekkülü sonsuzdu. Rabb’inin zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık yaratacağına inanıyor, sabrediyordu.
Bu büyük sahabiye, istese maddeten zengin bir hayat yaşayabilirdi. Çünkü kendisiyle evlenmek isteyen birçok zengin vardı. Bunların teklifini kabul etse, maddeten hiçbir sıkıntısı kalmazdı. Fakat o, Enes’in büyümesini bekliyor, kar­şılaştığı bütün zorluklara oğlunun hatırı için gönül hoşluğuyla katlanıyordu.
Ümmü Süleym’in taliplilerinden ve teklifi birkaç defa reddedilenlerden biri de Ebû Talha idi. Yine bir gün Ümmü Süleym’e geldi, “Artık Enes büyüdü. Meclislerde söz sahibi oldu.” dedi. Bununla Ümmü Süleym’e, dul kaldığı sırada­ki sözünü hatırlatmak istemişti. Ümmü Süleym (r.anha) onun ne demek istediğini anladı.
Aslında Ebû Talha birçok yönden reddedilecek gibi değildi. Çünkü hem zen­gin hem de kavmi tarafından sevilen biriydi. Fakat müşrikti. İmanın lezzetini henüz tatmamıştı. Ümmü Süleym’in (r.anha), eliyle yaptığı puta tapan bir insanla evlenmesi düşünülebilir miydi?
Hz. Ümmü Süleym zeki biriydi. Ebû Talha’nın kendisiyle evlenmekte ısrarlı olduğunu görünce, kalbinde bir ümit parladı. Bu evliliği, kalbi ölü bir insanı di­riltmek, karanlıktan aydınlığa çıkarmak için bir vesile yapmayı düşündü. Ebû Talha’ya, “Aslında senin gibisi reddolunmaz. Fakat sen müşriksin. Seninle ev­lenirsem bana tabi olarak iman eder misin, yoksa şirkini gizleyerek yaşar mısın? Zira ben bir Müslüman’ım, Allah’a ve Resûlüne iman ettim.” dedi.
Medine’de İslamiyet bir hayli yayılmış olduğundan, Ebû Talha’ya da birkaç defa Müslüman olması teklif edilmişti. Aslında fayda ve zarar vermekten âciz putlara tapmanın manasızlığını o da anlamış, kalbi uyanmıştı. Zaman zaman bu düşünceler üzerinde kafa yorduğunu itiraf etti. Ümmü Süleym, onun bu sözle­rinden cesaret aldı. Düşünen bir insanın reddedemeyeceği şu sözleri söyledi:
“Sana faydası ve zararı olmayan bir taşa tapmayı nasıl uygun görüyorsun?! Bir marangozun getirip senin için yonttuğu bir ağaç parçasının sana ne bir faydası dokunur, ne de bir zararı...”
Ümmü Süleym (r.anha), ihlaslı ve veciz olarak konuşuyordu. Her sözü Ebû Talha’nın yüreğinde iz bırakıyor, kalbinde yerleşen batıl inançları siliyordu. Bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Oradan ayrılmak zorunda kaldı. Ümmü Süleym (r.anha), bir insana iman hakikatlerini benimsetmenin zorluğunu biliyordu. Fakat azim ve gayretiyle, hak bildiği yolda sebat ederek bu zorluğun üstesinden gelebileceğine inanıyordu.
Ebû Talha birkaç gün sonra tekrar geldi, teklifini tekrarladı. İstediği kadar pa­ra vereceğini söyledi. Ancak Ümmü Süleym (r.anha), ne kadar zengin olursa ol­sun, müşrik birisiyle evlenmek istemiyordu. Müslüman olmadıkça teklifini ka­bul etmemekte ısrarlıydı. Onun Müslüman olması için her türlü imkân ve fırsatı değerlendirmek istiyor, en tabii hakkından fedakârlık yapıyordu. Cenâb-ı Hakk’ın, erkeğin evleneceği kadına ver­mesi gereken bir hak olarak helal kıldığı mehir parasından dahi vazgeçiyordu. Onun bir tek gayesi vardı: Ebû Talha’nın imanını kurtarmak… Ebû Talha’ya, şayet Müslüman olursa bunu mehir olarak kabul edeceğini, ayrıca mehir istemeyeceğini söyledi. Şöyle dedi:
“Ey Ebû Talha! Ben senden para değil, Müslüman olmanı istiyorum. Sen ilah diye taptığın putu ateşe tutacak olsan, onun yanıp kül olacağını bilmez misin? Sen böyle bir şeyin karşısında eğilmekten utanmıyor musun? Eğer Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Re­sû­lul­lah olduğuna şehadet eder­sen, ben bunu mehir olarak kabul edeceğim, senden ayrıca mehir istemeyece­ğim.”
Bu sözler, Ebû Talha’nın kalbindeki batıl inançların son kalıntılarını da teker teker yıkmaya kâfi geldi. Yüzünde iman alametleri belirmeye başladı. Bu haki­kati kabul etmek hususunda daha fazla ısrarda bulunmanın doğru olmayacağını düşündü. Ümmü Süleym’e (r.anha), “Bana yaptığın teklifi kabul ettim. Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Re­sû­lul­lah olduğuna şehadet ede­rim.” dedi.
Ümmü Süleym böylece sabrının neticesini görüyordu. Cenâb-ı Hak, hâlis ni­yetinin mükâfatını bu güzel neticeyle verdi. Artık Ebû Talha’yı reddetmenin manası yoktu. Teklifini kabul etti ve onunla evlendi. Böylece hem bir insanı küfürden kurtarıyor, hem de yuvasına yeni bir düzen getirmiş oluyordu. Ümmü Süleym vasıtasıyla Müslüman olan Ebû Talha (r.a.) büyük sahabiler arasına girdi. Birçok savaşta vücudunu Peygamberimize siper etti. Servetini Allah ve Resûl’ü uğrunda harcamaktan çekinmedi. Bu sebeple birçok defa Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar oldu.
Ümmü Süleym (r.anha), Hz. Ebû Talha’nın ebedî hayatını kurtardığı için çok memnundu. Diğer taraftan Ebû Talha da sevinçliydi. Hem İslamiyet’le müşerref olmuş, gönlü ve kalbi nurla dolmuştu, hem de Ümmü Süleym gibi iman fedaisi bir hayat arkadaşına sahip olmuştu. Birlikte mesut bir ömür geçirdiler.
Hz. Ümmü Süleym, bu hareketiyle kendinden sonraki hanımlara örnek olu­yordu. Müslüman bir kızın veya kadının, zengin de olsa, şöhretli de olsa, redde­dilmeyecek kadar güzel de olsa, inanmayan veya inancını yaşamayan bir erkekle evlenmemeleri gerektiğine dikkat çekiyordu. Ayrıca bir insanın ebedî hayatını kurtarmak için maddi hiçbir fedakârlıktan çekinmemek gerektiğini bizzat yaşa­yarak gösteriyordu.
Ümmü Süleym’in Ebû Talha (r.a.) ile evliliğinden çok az bir zaman geçmişti… Peygamberimiz, Mekke’den Medine’ye teşrif buyurdu. O gün yedisinden yetmi­şine herkes Re­sû­lul­lah’ı karşılamak için sokaklara dökülmüştü. Peygamberimi­zi (a.s.m.) karşıladılar. Onun, evini barkını bırakarak İslam dinini ihya için bu­ralara kadar hicret ettiğini herkes biliyordu. Bu sebeple imkânlarına göre bir şeyler hediye ediyorlardı.
Ümmü Süleym de (r.anha) Re­sû­lul­lah’a bir şeyler hediye etmek istiyordu—hem de herkesinkinden farklı bir şey: Yıllarca koruduğu, hayatına hayatını verdiği, uğrunda bütün sıkıntılara katlandığı biricik oğlu Enes’i... Hz. Ümmü Süleym, oğ­lunun Re­sû­lul­lah’a hizmet etmesini kendine tercih ediyordu. Hem Enes’in Re­sû­lul­lah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu.
Hz. Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü. “Yâ Re­sû­lal­lah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından size hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Ayrıca onun için dua etmesi ricasında bulundu.
Peygamberimiz onun bu hareketinden çok memnun olmuştu. Hz. Enes’i hiz­metine almayı kabul etti ve onun için şöyle duada bulundu:
“Yâ Rab, onun ço­cuklarını ve malını çoğalt ve ona verdiklerini mübarek kıl!”
Hz. Enes bu dua se­bebiyle çok uzun bir hayat yaşadı, çok sayıda mal ve evlada sahip oldu.
Enes (r.a.) o günden Peygamberimizin (a.s.m.) ebedî âleme göç etmesi­ne kadar onun mukaddes hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın ilim ve feyzinden kana kana istifade etti. Ondan en çok hadis rivayet eden sahabilerden üçüncüsü olma şerefini kazandı. Bugün birçok hadisi bu büyük sahabinin rivayetlerinden öğreniyoruz.
Ümmü Süleym ile Ebû Talha, birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı. Evliliğin üzerinden bir yıl geçtiğinde, bir oğulları dünyaya geldi. İsmini “Üveymir” koydu­lar. Bu yavru, anne ve babasının gönlünü eğlendiriyor, evin içini neşe ve sevin­ce boğuyordu. Peygamberimiz bu aileyi ziyaretine geldiğinde Üveymir’i kuca­ğına alıp seviyor, onunla şakalaşıyordu. Günler böylece akıp gidiyordu.
Fakat bu hayat dolu çocuk bir gün hastalandı. Ebeveyni ne kadar uğraştılarsa da derdine şifa bulamadılar. Çünkü Cenâb-ı Hak bu yavruyu dünya zindanın­dan cennet bahçelerine almak istemişti. Öyleyse çaresini bulmak mümkün de­ğildi. Nitekim birkaç gün sonra da vefat etti. Babası o sırada evde yoktu.
Ebû Talha (r.a.), eve her gelişinde ilk defa Üveymir’i sorardı. Ümmü Süleym bunu biliyordu. Fakat hiç telaşa kapılmadı. Çünkü sakin, telaşsız ve mütevvekkil hâli, telaşına engeldi. Kadere teslimiyeti tamdı. Kaderden gelen her türlü mu­sibete gönül hoşluğuyla razı olurdu. Çocuğun anne ve babasına Cenâb-ı Hakk’ın bir emaneti olduğuna, istediği zaman onu alabileceğine dair inancı sonsuzdu. Ölüye feryad ü figanla ağlamayacağına dair Re­sû­lul­lah’a söz vermişti. Hayatı boyunca bu sözüne sadık kalmaya kararlıydı.
Bu düşüncelerle çocuğu yıkadı, kefenledi, bir kenara bıraktı. Evdekilere de, “Babasına oğlunun öldüğünü ben söylemedikçe hiçbiriniz söylemeyin.” diye tembih etti. Biraz sonra eve gelen Ebû Talha, oğlunun durumunu öğrenmek is­tedi. Ortalıkta göremeyince nerede olduğunu merak etmişti. Ümmü Süleym (r.anha), oğlunun ölüm haberini birdenbire vermek istemiyordu. Kocasının âniden telaşa kapılıp üzülmesine gönlü razı olmazdı. “Biraz rahatlamış olacak; ıstırabı dindi, uyudu.” dedi. Sonra da unutturmak için, daha önce hazırlamış olduğu ye­meği beyinin önüne getirdi. Hz. Talha gerek Üm­mü Süleym’in sözünden, ge­rekse onun telaşsız hâlinden, çocuğun gerçekten iyileştiğini zannetti. Birlikte yemek yediler, sohbet ettiler.
Ümmü Süleym, artık beyine acı haberi vermek istiyordu. Ancak birdenbire, “Oğlun vefat etti!” diyemezdi. Bunun için şöyle bir yol takip etti:
“Ey Ebû Talha! Falanca aileyi gördün mü? Kullanmaları için verdiğim ema­neti geri almaya gittiğimde ağırlarına geldi. Vermek istemediler.” dedi. Hz. Ebû Talha, “Öyle şey olur mu? Hiç de iyi yapmamışlar!” cevabını verdi. Ümmü Sü­leym (r.anha) söylemek istediği şey için kocasını böylece hazırladıktan sonra, asıl meseleye geçti, “Ey Ebû Talha, işte o filancalar sensin. Oğlun da senin yanında Allah’ın bir emanetiydi. Onu geri aldı.” dedi.
Ebû Talha birden şaşırdı. Fakat söyleyecek bir şey de bulamadı. Kadere razı ve teslim olduğunu gösterdi. Çocuğu defnettiler.
Ebû Talha ertesi gün Peygamberimize gitti. Durumu haber verdi. Peygambe­rimiz (a.s.m.) onlar için, “Cenâb-ı Hak bu gecenizi hakkınızda mübarek eyle­sin!” diye duada bulundu.
Üveymir’in vefatından bir yıl sonra bir çocukları daha oldu. Peygamberimize müjde verdiler. Peygamberimiz bu çocuğun ismini “Abdullah” koydu.[1]Abdul­lah’ın dokuz çocuğu dünyaya geldi. Peygamberimizin duasının bereketiyle hepsi de Kur’ân’ı ezberledi, hafız oldu.
Bir insanın en fazla sevdiği şey, hayatıdır. İnsan, hayatını korumak ve muha­faza etmek için gayret gösterir. Fakat Allah ve Re­sû­lul­lah sevgisi öyle bir sırdır ki, gerçek manada iman eden biri, bu sevgi uğrunda hayatını feda etmekten çe­kinmez. İşte, bir kadın olduğu hâlde, Ümmü Süleym de (r.anha) bu sırra erenler­dendi. O, gözü pek bir iman fedaisiydi. İslam davası uğrunda hayatını ortaya koymaktan perva etmezdi.
Uhud Savaşı’ndaydı… “Mücahitlerin bozulduğu ve Re­sû­lul­lah’ın şehit edildiği” haberi Medine’yi hüzne boğmuştu. Sahabi hanımlar, bu haber karşısında neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Tek tesellileri, haberin doğru olmaması temennisiydi. Birkaç kadınla birlikte Ümmü Süleym de cepheye koştu. Önlerine ilk çıkan sahabiden Re­sû­lul­lah’ı sordu. Onun sağ olduğunu haber alınca çok sevindi. Dünyalar bağışlansa bu kadar sevinmezdi.
Bir kadın olarak elbette Ümmü Süleym’in de cephede yapabileceği hizmetler vardı. Nitekim üzerine düşen vazifeyi en güzel şekilde ifa etti. Allah rızası için kanlarını sebil eden mücahitlerin yaralarını sardı, onlara su ikram etti.
Ümmü Süleym (r.anha), Huneyn Savaşı’nda da vücudunu Re­sû­lul­lah’a siper etti. O bu savaşa, Re­sû­lul­lah’ın izniyle, cephe gerisinde hizmet görmek için katıl­mıştı. Peygamberimiz (a.s.m.) onunla birlikte birkaç kadına daha müsaade et­mişti.
Savaşın başlangıcı ve en şiddetli ânıydı… Düşman kuvvetleri çok güçlüydü. Yeni Müslüman olmuş, gönülleri İslam’a henüz tam ısınmamış mücahitler, Re­sû­lul­lah’ın etrafından dağılıverdiler. Bir anda Peygamberimiz büyük bir tehli­keyle yüz yüze kaldı. Gözü dönmüş müşrikler fırsat kolluyorlardı. Her an Allah’ın Resûl’üne bir zarar verebilirlerdi. Ümmü Süleym (r.anha) bunu görmüştü. Müslümanların Re­sû­lul­lah’ın etrafından dağılmalarına çok kızdı. Vakit geçir­meden Peygamberimizin yanına gitmek gerektiğini düşündü. Müşriklerin hü­cumuna karşı vücudunu ona siper etmek istiyordu. Bütün tehlikeyi göze alarak harekete geçti. Ve Allah’ın yardımı sayesinde kısa zamanda Re­sû­lul­lah’a ulaştı. Birden kendisini çok sevindiren bir şeyle karşılaştı, tebessüm etti: Muhterem beyi Ebû Talha da (r.a.) Re­sû­lul­lah’ın yanı başındaydı ve onu koruyordu. Bu bahtiyar karı-koca birlikte Re­sû­lul­lah’ı düşmandan korumaya başladılar.
Peygamberimiz, Ümmü Süleym’i (r.anha) görmüştü. “Ümmü Süleym, sen mi­sin?” diye sordu. Bütün varlığını Allah ve Resûl’ünün yolunda feda etmekten çe­kinmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahip olan Ümmü Süleym, “Evet, benim. Anam babam size feda olsun, yâ Re­sû­lal­lah!” cevabını verdi. Gözleri pırıl pırıl, sevinci ışıl ışıldı. Yüce Allah kendisine Sevgili Habibinin yanı başında bulunma imkânını bahşetmişti. Onun için bundan daha büyük bir saadet olur muydu?
Ebû Talha da (r.anha) hanımının bu cesaretinden son derece mütehassis olmuş­tu. Sevincinden, “Yâ Re­sû­lal­lah, Ümmü Süleym’in elindeki hançeri gördünüz mü?” diye sordu. Peygamberimiz tebessüm etti. Ümmü Süleym’e, bu hançerle ne yapacağını sordu. İslam mücahidesi kahraman kadın, “Ben bu hançeri bu günler için hazırlamıştım. Hele müşriklerden biri yanıma yaklaşsın, bununla karnını deşerim!” cevabını verdi. Sonra da, “İzin verirseniz, sizin etrafınızdan da­ğılan Müslümanları da öldüreyim!” dedi. Peygamberimiz buna müsaade etmedi. Sonra tebessüm ederek, “Ey Ümmü Süleym, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı bize ye­tişti!” buyurdu. Biraz sonra Müslümanlar toparlandılar. Savaş, İslam ordusunun galibiyetiyle neticelendi.[2]
Ümmü Süleym (r.a.) gerçi fakirdi, dünyalık namına fazla bir şeyi yoktu; fa­kat kanaat ehliydi, cömertti, eli açıktı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) hanesine teşrif buyur­duğu zaman, ona bir şeyler ikram etmek için can atardı. Bazen de günlerce biriktirebildiği bir miktar yağ ve benzeri yiyeceği Peygamberimize gönderir, Re­sû­lul­lah’ı kendi nefsine tercih ederdi.
Bir koyunu vardı. Onun sütünden biriktirebildiği yağı bir tulumda topladı. Tulum dolunca, onu hizmetçisi Rübeybe ile, Re­sû­lul­lah’a gönderdi. Rübeybe, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu yağı Ümmü Süleym size gönderdi. Boşaltınız da tulumu ge­ri götüreyim.” dedi. Evdekiler Re­sû­lul­lah’ın emri üzerine tulumu boşaltıp Rü­beybe’ye geri verdiler. Rübeybe eve döndüğünde Ümmü Süleym (r.anha) evde yoktu. Tulumu bir çiviye astı. Ümmü Süleym eve geldiğinde tulumun yağ ile dolu olduğunu gördü. Çok şaşırdı, aynı zamanda kızmıştı da... Çünkü Re­sû­lul­lah’ın yağa ihtiyacı olduğunu biliyordu. Hemen Rü­bey­be’yi çağırdı. “Ben sana, bu yağı Re­sû­lul­lah’a götür, dememiş miydim?” dedi. Rübey­be bir yanlışlık yapma­mıştı. Kendisinden emin bir vaziyette, “Ben yağı götürdüm, inanmazsanız gidip sorunuz!” dedi. Ümmü Süleym, Rübeybe’ye inanıyordu; fakat meseleyi tahkik etmek, öğrenmek istiyordu. İkisi birlikte Re­sû­lul­lah’ın Hane-i Saadet’ine gittiler. Ümmü Süleym (r.anha), “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben Rübeybe ile size bir tulum yağ gön­dermiştim, aldınız mı?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, getirdi.” buyurunca, Ümmü Süleym heyecanla, “Sizi hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, tulum yağ ile dolu olup altından akmaktadır!” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona şu müjdeyi verdi:
“Ey Ümmü Süleym, Allah’ın kendi Resûlüne ikramda bulunduğu gibi, sana da ikram etmiş olmasına şaşıyor musun? Ye ve Allah’a şükret.”[3]
Böylece Üm­mü Süleym, hâlis niyetinin mükâfatını dünyada da görüyordu. Cenâb-ı Hak onun Re­sû­lul­lah’a gönderdiği yağdan daha fazlasını kendisine ikram etmişti.
 Ümmü Süleym’in (r.anha) bütün ailesi, kardeşleri, kocası, oğlu hepsi de İslam’a gönül vermiş, Allah ve Resûl’ü uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen kim­selerdi. Bu sebeple, tüm ailenin Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.), sütteyzesi Ümmü Süleym’i (r.anha) diğerlerinden daha çok seviyordu. Bu sebeple, zaman zaman onu ziyaret ediyor, hâlini hatırını so­ruyor, gönlünü alıyordu. Üm­mü Süleym’in bu derece Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar olması, sık sık onu ziyaret et­mesi, sahabilerin dikkatini çekmişti. Bir gün bunun sebebini sordular. Buyurdu ki: “Ben Ümmü Süleym’e acıyorum! Kardeşi Haram bin Milhan, beni korurken şehit oldu.”
Ümmü Süleym (r.anha), ziyaretine geldiğinde Peygamberimizin duasını almak, rızasını kazanmak için elinden gelen hizmeti yapmaktan geri durmazdı. Peygamberimize olan sevgi ve hürmetinden dolayı, onun üzerine oturduğu ve namaz kıldığı eşyayı başkasına çıkarmaz, Re­sû­lul­lah’tan bir hatıra olarak sak­lardı. Bir gün Peygamberimiz, Ümmü Süleym’in evine gelmişti. Biraz sohbet et­tikten sonra, asılı duran deriden yapılmış su kabını alarak su içmişti. Ümmü Süleym hemen kalktı, Re­sû­lul­lah’ın ağzının değdiği yeri kesti, teberrüken sakladı. Ayrıca tıraş olduğunda Peygamberimizin mübarek saç ve sakal kıllarını da bir hatıra olarak saklamıştı.
Başka bir gün Peygamberimiz, Ümmü Süleym’i (r.anha) ziyaret etmiş, biraz oturduktan sonra bir müddet uyumuştu. Bu arada mübarek alınlarında ter dam­laları birikmişti. Ümmü Süleym, Re­sû­lul­lah’ı uyandırmamaya gayret göstere­rek ter damlarını toplamaya başladı. Fakat Peygamberimiz (a.s.m.) uyanmıştı. “Ey Ümmü Süleym, ne yapıyorsun?” buyurdu. Ümmü Süleym, “Yâ Re­sû­lal­lah, bereket için, alnınızda biriken ter damlarını topluyorum; saklayacağım.” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tebessüm buyurdu. Ümmü Süleym (r.anha), Peygamberimizin vefatından sonra, biriktirdiği ter damlalarını koku imalinde kullandı.[4]
Re­sû­lul­lah’ın hatıraları Ümmü Süleym için büyük bir teselli kaynağıydı. Bir defasında oğlu Enes’e (r.a.), “Perçemini tamamen kesemem; çünkü Re­sû­lul­lah mübarek eliyle onu okşardı.” diyerek Re­sû­lul­lah’ın hatırasına olan saygısını ifa­de etmişti.
* * *
Hz. Ümmü Süleym, Re­sû­lul­lah’tan ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Onun en güzel günleri, tehlikeli de olsa, sıkıntılı da olsa, Re­sû­lul­lah ile beraber olduğu anlardı. Bir gün Peygamberimiz hac için Mekke’ye gidiyordu. Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Biraz sonra hareket edilecekti. Ümmü Süleym de onunla bera­ber bulunmak istiyordu. Fakat maddeten buna imkânı yoktu. Bu sebeple üzün­tülüydü. Dokunulsa ağlayacaktı. Peygamberimiz, “Ey Ümmü Süleym, bu yıl bizimle hacca gelir misin?” buyurdu. Üm­mü Süleym, üzgün bir şekilde, “Yâ Re­sû­lal­lah, kocamın iki binek hayvanı var. Bunlardan birine kendi, diğerine de oğlu binecek.” dedi. Peygamberimizin, bu fedakâr hanımın üzülmesine gönlü razı olmadı. Hanımlarının yanına alarak onu da götürdü. Ümmü Süleym’in (r.anha) sevincine artık diyecek yoktu.[5]
Ümmü Süleym (r.anha), Re­sû­lul­lah’ın sırrını kimseye söylemediği gibi, oğlu Enes’e de onun sırrını kimseye söylememesi için tembihte bulunurdu. Hz. Enes bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Ben çocuklarla birlikte oynarken Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yanımıza geldi ve se­lam verdi. Sonra beni bir iş için gönderdi. Bu yüzden annemin yanına dönmekte geciktim. Geldiğim zaman annem bana ‘Niçin geciktin?’ diye sordu. ‘Re­sû­lul­lah beni bir iş için göndermişti.’ dedim. Annem ‘Re­sû­lul­lah’ın işi neydi?’ dedi. Ben, ‘Bu bir sırdır, kimseye söyleyemem!’ dedim. Bunun üzerine annem, ‘Öyleyse Re­sû­lul­lah’ın sırrını kimseye anlatma!’ diye tembihte bulundu.”[6]
* * *
Ümmü Süleym (r.anha) son derece hayâlı biri olduğu hâlde, mahrem meseleleri Re­sû­lul­lah’a sormaktan çekinmezdi. O, hayânın öğrenmeye mâni olmaması ge­rektiğinin şuurundaydı. Böylece birçok ailevi konu, onun Re­sû­lul­lah’a yöneltti­ği sorular vasıtasıyla açıklığa kavuştu. Bir defasında zihnini meşgul eden bir me­seleyi sormak için Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi, “Yâ Re­sû­lal­lah, rüyasında er­keğin gördüğü suyu gören kadının gusletmesi gerekir mi?” diye sordu. Peygam­berimiz, “Evet, kadın onu rüyasında görüp meni çıkarsa, gusletmesi gerekir.” buyurdu. Müminlerin annesi Ümmü Seleme de (r.anha) oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, kadının suyu olur mu?” diye sordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “Evet, var. Erkeğin suyu koyu, beyazdır. Kadınınki ise ince, beyazdır. İki sudan hangisi önce gelir veya diğerine galip olursa, çocuk onun sahibine benzer.” buyurdu.[7]
Gerek Re­sû­lul­lah ile devamlı beraber olduğu için, gerekse birçok meseleyi Re­sû­lul­lah’tan sorması sebebiyle, Ümmü Süleym (r.a.) ilimde müstesna bir yer kazandı. Öyle ki, sahabiler çözemedikleri bazı mahrem meseleleri ona sorarak öğre­nirlerdi. Bir ara âlim sahabilerden Zeyd bin Sâbit ve Abdullah ibni Abbas (r.a.), hacla ilgili bir meselede ihtilafa düşmüşlerdi. Hz. Zeyd, ziyaret tavafını yaptık­tan sonra hayız olan bir kadının veda tavafını da yapması gerektiğini söylüyor­du. İbni Abbas da (r.a.), böyle bir kadının, isterse Kâbe’den ayrılabileceğini ifa­de ediyordu. Anlaşamadılar, meseleyi Üm­mü Süleym’den (r.anha) sormaya karar verdiler. Ümmü Süleym (r.anha), Hz. Safiy­ye’nin ziyaret tavafını yaptıktan sonra âdet gördüğünü, Peygamberimizin Hz. Safiy­ye’nin âdetten kurtulup veda tavafını yapmasını beklemeden Medine’ye hareket etmeyi emir buyurduğunu söyleye­rek meseleyi halletti.[8]
Bu büyük İslam kadını, birkaç tane de hadis rivayet etti. Bunlardan birisi şu mealdedir:
“Müslüman bir kadının üç çocuğu bülûğ çağına gelmeden ölürse, Cenâb-ı Hak fazl ve rahmeti ile onu cennete koyar.” Re­sû­lul­lah’a “İki çocuğu da ölse böyle midir?” diye soruldu. O, “Evet, iki çocuğu da ölse…” cevabını ver­di.[9]
Evet, Re­sû­lul­lah sevgisiyle yanıp tutuşan, İslam’a bütün varlığıyla, cansipera­ne hiz­met eden Ümmü Süleym (r.anha), elbette bu hizmetinin mükâfatını görecek­ti. Peygamberimiz bir hadislerinde onun uhrevi derecesine işaretle şöyle buyuruyordu:
“Cennete girdim, önümde bir hışırtı işittim. Bir de ne göreyim? Milhan kızı Gu­mey­sâ değil mi!”[10]

______________________________________
[1]Tabakât, 8: 425-433.
[2]Sîre, 4: 88-89.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 470.
[4]Tabakât, 8: 428.
[5]age., 8: 430.
[6]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 145.
[7]İbni Mâce, Taharet: 107; Müsned, 6: 376.
[8]Müsned, 6: 431.
[9]Müsned, 6: 431.
[10]Tabakât, 8: 434.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ümmü Rûmân daha önce dul iken, Hz. Ebû Bekir’le evlenmişti. Hz. Âişe validemiz ile Hz. Abdurahman bu evlilikten dünyaya geldi. İslamiyet’in ilk yıl­larında Müslüman oldu. Sıkıntılı ve işkenceli günlerde Hz. Ebû Bekir’e destek oldu. Allah yolunda karşılaştığı bütün sıkıntılara sabretti. O kadar maddi manevi sıkıntılarla iç içe olduğu hâlde, bir sefer olsun hâlinden şikâyet etmedi.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir’le çok sık görüşürdü. İslamiyet’in yayılması hususunda onunla istişare ederdi. Bu vesileyle sık sık evine giderdi. Evinde, İslamiyet’in yayılması hususunda sohbet edilmesi, Ümmü Rûmân’ı (r.a.) çok sevindirirdi. Peygamberimize elinden gelen hürmet ve yakınlığı gösterir, evi­ni şereflendirmesinden dolayı memnuniyetini ifade ederdi.
Hz. Hatice validemizin vefatından sonraydı… Peygamberimize Hz. Âişe ile evleneceği vahyedilmişti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu bahtiyar aileyi ziyarete gitti­ğinde Ümmü Rûmân’a, “Âişe’yi koruyup ona iyi muamele etmenizi tavsiye ederim.” dedi. Ümmü Rûmân zeki birisiydi. Re­sû­lul­lah’ın bu tavsiyesinde mut­laka bir hikmetin bulunduğunu tahmin ediyordu. Bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir ihtimam gösterdi. Fakat her nasılsa bir gün Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Âişe’yi ağlarken buldu. Onun böyle hıçkıra hıçkıra ağlaması Re­sû­lul­lah’ın şef­katine dokundu. Yanına yaklaşarak, niçin ağladığını sordu. Aişe (r.anha), annesi yüzünden ağladığını söyledi. Peygamberimiz, Ümmü Rûmân’a döndü ve “Ben sana Âişe’ye iyi davranmanı söylememiş miydim?” buyurdu. Ümmü Rûmân (r.anha) mahcubiyet içerisinde, artık ona sert davranmayacağına dair söz verdi.
Bu hadiseden bir müddet sonra Osman bin Maz’un’un (r.a.) hanımı Hz. Hav­le, Re­sû­lul­lah’a gelerek, Hz. Âişe ile nikâhlanması teklifinde bulundu. Peygambe­rimiz de bunu kabul ederek Hz. Havle’yi dünür olarak gönderdi.
Hz. Havle’ye kapıyı Ümmü Rûmân açtı. Havle’nin (r.anha) sevinç içerisinde ol­du­ğunu görünce, bunun sebebini sordu. Hz. Havle, “Ey Ümmü Rûmân, Cenâb-ı Hakk’ın hayır ve berekette sizi hangi mertebeye eriştirdiğini biliyor musun?” di­ye sordu. Ümmü Rûmân meraklanmıştı. Heyecanla, “Nedir o?” dedi. Hz. Hav­le, “Re­sû­lul­lah, Âişe’yi istemek için beni size gönderdi!” diye müjdeyi verdi. Ümmü Rûmân bu habere çok sevinmekle beraber bir cevap veremedi. Havle’ye, Hz. Ebû Bekir’i beklemesi ricasında bulundu. Biraz sonra Hz. Ebû Bekir gel­di. Hz. Havle ona da müjdeyi verdi. Hz. Ebû Bekir için Re­sû­lul­lah’a kayınpeder olmaktan daha güzel bir şey düşünülebilir miydi? Teklifi kabul etti. Böylece Peygamberimizle Hz. Âişe validemiz nişanlandılar.
Gerek Hz. Ebû Bekir gerekse Ümmü Rûmân bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir dikkat gösterdiler. Onu Re­sû­lul­lah’a eş olabilecek şekilde yetiştirmek için gayret sarf ettiler.
Bir müddet sonra Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte hicret et­ti. Her ikisi de ev halkını Mekke’de bırakmışlardı. Çünkü beraber getirmeleri tehlikeliydi. Hicret’ten birkaç gün sonra, onları getirmenin yollarını araştırdılar. Peygamberimiz evlatlığı Zeyd bin Hârise’yi (r.a.), Hz. Ebû Bekir de oğlu Ab­dullah’ı bu iş için vazifelendirdi. Onlar Mekke’ye gittiler. Müminlerin annesi Sevde bint-i Zem’a’yı, Hz. Fâtı­ma’yı, Ümmü Rûmân’ı (r.anha) ve Hz. Âişe’yi alarak Medine’ye doğru yola koyuldular.
Bir ara Hz. Âişe’nin devesi kaçtı. Ümmü Rûmân (r.anha) çok üzüldü. Başına bir felaket gelirse Re­sû­lul­lah’a ne cevap verecekti? “Eyvah kızcağızım! Eyvah ge­linciğim!” diye çırpınmaya başladı. Biraz sonra deve sakinleştirildi. Bu küçük kafile yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı.
Ümmü Rûmân (r.anha), Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Hz. Ebû Bekir’in en yakın desteği oldu. Bir yandan da Hz. Âişe’ye, kuracağı yuvanın mükellefi­yetlerini, Re­sû­lul­lah’a karşı nasıl davranması gerektiğini öğretiyordu.
Hz. Ümmü Rûmân, ibadete düşkünlüğüyle tanınıyordu. Çok namaz kılardı. Bir gün yine namaz kılıyordu. Fakat biraz sallanıyordu. Tam o sırada Hz. Ebû Bekir geldi. Onun namaz kılarken sallanmasını uygun bulmadı. Namazı ta­mamlamasını bekledi. Sonra da namazda sallanmamasını istedi ve bu hususta Peygamberimizden şu hadisi nakletti:
“Sizden biriniz namaza durduğu zaman herhangi bir yerini kıpırdatmasın. Yahudiler gibi de sallanıp durmasın. Çünkü dimdik durup sağa sola kıpırdama­mak, namazı tamamlayan şeylerdendir.”
Peygamberimiz (a.s.m.), kayınvalidesine karşı çok saygı gösterir, bir evladın annesine nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranırdı. Bu büyük İslam kadını Hicret’in 6. yılında Medine’de vefat etti. Defin işiyle bizzat Peygamberimiz ilgi­lendi, kabrine o indirdi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Kim cennet hurilerinden birine bakmaktan hoşlanırsa Ümmü Rûmân’a bak­sın. İlahî, Ümmü Rûmân’ın Senin yolunda ve Resûlünün uğrunda neler çektiği Sana gizli değildir.”[1]

____________________________
[1]Tabakât, 8: 78, 276; el-İsâbe, 4: 451; Müstedrek, 3: 473.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

"Kıbrıs’ın manevi bekçisi” olarak bildiğimiz “Hala Sultan”ın asıl adı “Ümmü Haram”dır (r.anha). Re­sû­lul­lah’ın müjdesine mazhar olabilmek için yaşlı hâlinde Me­di­ne’den kalkıp Kıbrıs’a kadar gelen ve orada şehit olan bu büyük İslam mücahidesi, meşhur sahabi Enes bin Mâlik’in (r.a.) teyzesidir. Yine büyük sahabi Haram bin Mil­han’ın (r.a.) kız kardeşi, Peygamberimizin de teyzeleri tarafın­dan akrabası, aynı zamanda sütteyzesidir. İslam’dan önce Amr bin Kays ile ev­lenmişti. İslamiyet’in Medine’de yayıldığı ilk yıllarda Müslüman oldu. Kocasını da Müslüman olmaya davet etti. Fakat o bunu kabul etmedi. Bir müşrikle haya­tını devam ettirmek istemeyen Ümmü Haram (r.anha), kocasından ayrılmakta te­reddüt göstermedi. Bir müddet sonra da meşhur sahabi Ubâde bin Sâmit’le (r.a.) evlendi.
Peygamberimiz, sütteyzesi olan bu büyük İslam kadınının evini şereflendi­rir, zaman zaman ziyaret ederek gönlünü alırdı. Bazen “öğle uykusu”nu orada uyuduğu da olurdu. Ümmü Haram da (r.anha) Re­sû­lul­lah’a ikram ve izzette kusur etmez, ona hizmet etmeyi kendisi için büyük bir şeref sayardı.
Bir gün yine Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, biraz sohbet ettikten sonra uyumuştu. Biraz sonra uyandı. Tebessüm ediyordu. Ümmü Haram (r.anha) buna bir mana veremedi. “Yâ Re­sû­lal­lah, anam babam size feda olsun! Niçin gülü­yorsunuz?” diye sordu. Peygamberimiz cevap verdi: “Ey Ümmü Haram, üm­metimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşmaya gittiğini gör­düm.”
Ümmü Haram heyecanlanmıştı. Onlardan biri olmayı arzu etti. “Yâ Re­sû­lal­lah, dua etseniz de ben de onlardan biri olsam!” diye ricada bulundu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu kırmadı, “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulundu. Sonra yeniden uyumak üzere tekrar uzandı.
Fazla bir zaman geçmemişti ki, yine tebessüm ederek uyandı. Ümmü Haram, gülmesinin sebebini sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Bu defa da ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir hâlde gazaya gittiklerini gördüm.” Ümmü Haram, Peygamberimize tekrar dua etmesi ricasın­da bulundu. Kendisinin de onların arasında olmayı arzu ettiğini söyledi. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bunu kabul etmedi. “Sen öncekilerdensin.” buyurdu.
Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin vefatından sonra, kocası Ubâde bin Sâmit (r.a.), Humus’ta tebliğ vazifesinde bulunmak üzere görevlendirildi. Bir­likte Humus’a gittiler. Uzun bir müddet orada İslamiyet’in neşri için gayret gös­terdiler.
Hz. Osman’ın halifeliği devriydi… Hz. Ebû Bekir devrinden beri yapılan fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir hayli genişlemişti. Fakat fethedilmesi gereken daha birçok yer vardı. Bunlardan biri de stratejik önemi sebebiyle Kıbrıs’tı. Şam Valisi Hz. Muâviye bu adayı fethetmeyi çok arzuluyordu. Bunun için teklifte bulunduysa da, Hz. Osman, henüz vaktinin gelmediği düşüncesiyle bu­nu kabul etmedi. Fakat Muâviye’nin ısrarı neticesinde buna izin verdi.
Hz. Muâviye bu izne çok sevindi. Kısa zamanda bir donanma düzenledi. Ubâde bin Sâmit ile (r.a.) hanımı Ümmü Haram da (r.anha) bu orduya iştirak etti­ler. Hz. Ümmü Haram o sırada 86 yaşında bulunuyordu.
Kıbns Seferi, Müslümanların ilk deniz seferiydi. Dolayısıyla yolculuk esna­sında birçok güçlükle karşılaşıldı. Ümmü Haram (r.anha), yaşından umulmaya­cak şekilde gayet sakindi. Yolculuğun verdiği meşakkatten dolayı şikâyette bu­lunmuyordu. Re­sû­lul­­lah’ın kendisine verdiği müjdeyi hatırlıyor, o müjdenin ta­hakkukunu arzuluyordu. Cenâb-ı Hakk’ın şehitlere ihsan edeceği ikramları dü­şünüyor, sıkıntılara aldırış etmiyordu. Bu hâli mücahitlere örnek teşkil ediyor, sabırlarını artırıyordu.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra donanma Kıbns’a ulaştı. Önce Kıbrıslıları Müslüman olmaya davet ettiler. Kabul edilmeyince cizye vermeleri tekli­finde bulundular. Rumlar buna da yanaşmadılar. Artık savaş kaçınılmazdı. Ümmü Haram (r.a.) yerin­de duramıyor, bir an önce neticeye varmak için sabır­sızlanıyordu. Nihayet savaş baş­la­dı. Mücahitler yıldırım hızıyla taarruza geçti­ler ve kısa zamanda Rum donanmasını mağ­lup ettiler. Sonra da bir çıkarma yap­tılar. Artık savaş karada devam ediyordu. Rum­lar daha fazla karşı koyamadılar.
Cizye vermeyi kabul ederek barış teklifinde bulundular. Böylece Kıbrıs, Hicret’in 28. yılında fethedildi.
Savaş sonrasında İslam ordusu Şam’a dönüyordu. Ümmü Haram (r.a.), şehitliğe nail olmamanın üzüntüsünü yaşıyordu. Fakat şehitlik bu mübarek hanım için takdir edilmişti ve mutlaka gerçekleşecekti. Nitekim birdenbire atı huysuzlandı. Ümmü Haram (r.a.) düşerek, çok özlediği şehadet mertebesine kavuş­tu. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın “Ölüler demeyiniz.” buyurduğu şehitler kervanına o da katıldı.[1]
Kıbrıs’ın fethinin sembolü Ümmü Haram’ın (r.anha) kabri, Larnaka yakınlarında bulunan Tuz Gölü kıyısındadır. Yüzyıllardır oradan feyiz ve bereket saçmakta­dır. Kabri devamlı ziyaret edilir.
Kıbrıs uzun yıllar Müslümanların idaresinde kaldı. Bir ara tekrar Hıristiyan­ların eline geçti. Fakat 1570 yılında Osmanlılar tarafından fethedilerek yine Müslümanların eline geçti. Osmanlılar Ümmü Haram’ın (r.anha) kabrini imar etti­ler. Türbe yaptılar ve “Hala Sultan” ismini koydular. Yıllarca da Hala Sultan’ın kabri hizasından geçerken, hür­meten top ateşiyle onu selamladıkları rivayet edilir.
Allah ondan razı olsun!

________________________________
[1]Tabakât, 8: 433-434; Müsned, 6: 361; Üsdü’l-Gàbe, 5: 574; el-İsâbe, 4: 441; Müslim, İmâre: 160.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget