Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Zinnîre bir köleydi. Peygamberimizin insanları İslamiyet’e davet ettiğini duydu. Re­sû­lul­lah’a iman eden birkaç kişinin işkenceler altında inim inim inletildiğine şahit olmuştu. Bütün bu baskı ve işkencelere rağmen, iman nuru gönlün aydınlatmaya başladı. Karşılaşacağı zorlukları peşinen kabul ederek Müslüman oldu. Böylece maddeten köle olmakla beraber, manen esaretten kurtuluyordu.
Zinnîre’nin (r.anha) efendisi katı yürekli bir İslam düşmanıydı. Onun Müslüman olduğunu duyar duymaz küplere bindi. Ne yapıp etmeli, onu dininden vazgeçirmeliydi. Hemen harekete geçti. Onu akla hayale gelmedik işkencelere maruz bıraktı. Bununla Zinnîre’yi (r.anha) putlara geri çevireceğini zannediyordu. Fakat bütün işkencelere rağmen Zinnîre imanında sebat ediyordu. İnsan bir defa hakikati elde etmeye görsündü, ele geçirdikten sonra bir daha ondan vazgeçer miydi?
Hz. Zinnîre’nin bu sebatı, efendisini deli ediyordu. Kendisi başa çıkamayınca, Müslümanlara sıkıntı vermekten, eziyet etmekten zevk alan Ebû Cehil’e de haber gönderdi. Bu, Ebû Cehil için iyi bir eğlenceydi. Hemen yetişti. Hz. Zinnîre’yi dininden döndürmek için bütün maharetini ortaya koydu. Böylece ondaki iman nurunu söndüreceğini zannediyordu. Fakat Hz. Zinnîre akıl almaz bir şekilde sebat ediyordu. Bu durum onu görünce daha da kızdırıyor, işkencenin şiddetini biraz daha artırıyordu.
Hz. Zinnîre, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanının kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir.” hükmüne güzel bir misal olurken, Ebû Cehil ve diğer müşrikler de kimsesiz, zavallı bir kadına yaptıkları dayanılmaz işkenceyle, “Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” hükmüne dâhil oluyorlardı. Köle bir kadına işkence etmek, hakarette bulunmak, âcizlikten ve canavarlıktan başka neyle izah edilebilirdi?
İşkenceler karşısında Hz. Zinnîre (r.anha) zayıf düşmüş, hattâ gözlerini kaybet­mişti. Bu durum kalbini küfür karanlığı kaplayan Ebû Cehil’i ümitlendirdi. “Gördün mü? Onlara tapınmayı bıraktığın için tanrımız Lât ve Uzza senin gö­zünü kör etti. Müslümanlık’tan vazgeç de, onlar gözlerini tekrar açsınlar.” heze­yanında bulundu.
Fakat Hz. Zinnîre’nin kalbi imanla doluydu. Fayda ve zarar vermekten âciz taş ve ağaç parçalarının böyle bir şey yapabileceğine kesinlikle inanmıyordu. Bunun kendisi için bir imtihan vesilesi olduğunu anladı. İmanında sebat etti. Bütün ihlas ve samimiyetiyle Ebû Cehil’e şöyle seslendi:
“Hayır, vallahi hayır! Sizin tanrı diye ibadet ettiğiniz taş ve odun parçasından başka bir şey olmayan Lât ve Uzza, ne fayda ne de zarar verebilir. Onlar, kendi­lerine tapanları bilmedikleri gibi, tapınmayanlardan da habersizdirler. Bu an­cak Rabb’imin işidir. Benim Rabb’im gözümü bana tekrar çevirme kudretine sa­hiptir.”
Ebû Cehil hiç beklemediği bu cevap karşısında şaşırıp kaldı. Şaşkınlığı geçer geçmez de Hz. Zinnîre’ye vurmaya başladı. Bir müddet sonra, yorulduğu için bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Evet, Hz. Zinnîre, “Benim Rabb’im gözümü açma kudretine sahiptir.” diyordu. Bütün kâinatı, insanı, güneşi, ayı, yıldızları, hayvanları, bitkileri yoktan ya­ratan, onları idare eden ve hayatiyetini devam ettiren Rabb’imize, Hz. Zinnîre’nin gözlerini iade et­mek ağır gelir miydi? Elbette O’nun, her şeye gücü yeter­di. Yaratan hiç Kâdir olmaz mıydı? Nitekim günün ilk ışıklarıyla birlikte Zinnîre’nin gözlerini yeniden eski hâline kavuşturdu.
Sabahleyin, kaldıkları yerden işkenceye devam etmek için gelen müşrikler, onun gözlerinin açılmış olduğunu görünce şaşakaldılar. Putlarına olan itikatları zayıfladı. Bazıları neredeyse Müslüman olacaktı. Fakat Ebû Cehil hemen araya girdi. “Muhammed’in izinden giden şu akılsızlara siz hayret etmiyor mu­sunuz?! Eğer Muhammed’in getirdiği şey gerçek ve hayırlı olsaydı, ona uymakta biz bunları elbette geçerdik. Doğruyu bulmakta Zinnîre mi bizi geçti? Bunu hanginiz gördü?” dedi.
Yanındakiler de onun bu hezeyanına inandılar. Çünkü gözlerini gaflet bürü­müştü. Düşünüp ibret alacakları, iman edecekleri yerde, “Bu da Muhammed’in sihridir!” diyerek cehaletlerine devam ettiler. Bu hadise üzerine Ahkâf Sûresi’nin şu mealdeki 11. âyeti nazil oldu:
“O kâfirler, iman edenler hakkında şöyle dediler: ‘Eğer İslamiyet’te bir hayır olsaydı, Müslüman olmak hususunda onlar bizi geçemezlerdi!’ Bununla muvaf­fak olamayınca da, ‘Bu, eski bir yalandır!’ diyecekler.”
Bu hadise Müslümanların imanlarını, kâfirlerin ise küfürlerini artırdı. Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak ihlas ve samimiyetine binaen Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla Hz. Zin­nî­re’yi maddi kölelikten de kurtardı. Ebû Bekir (r.a.) onu efendisinden satın alarak Allah rızası için azat etti.[1]

_____________________________
[1]el-İsâbe, 4: 312; Sîre, 1: 340; Üsdü’l-Gàbe, 5: 463; İnsânü’l-Uyûn, 1: 239.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ümmü Varaka (r.anha), Allah yolunda cihat etmeyi ve şehit olmayı çok arzulayan biriydi. Bedir Savaşı için ordu hazırlandığında Peygamberimize geldi ve “Ey Allah’ın Resûl’ü, müsaade etseniz de sizinle birlikte harbe katılsam! Yaralıları­nızı tedavi eder, hastalara bakarım. Belki Allah yolunda şehitlik de nasip olur…” diye ricada bulundu. Fakat Peygamberimiz hiçbir kadının Bedir Savaşı’na katıl­masına izin vermedi. Ama Ümmü Varaka’yı “Allah sana şehitlik nasip edecek­tir.” diye müjdeledi. Bundan böyle Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ona her gördüğü yerde “Şehide” diye hitap etti.
Peygamberimiz zaman zaman Ümmü Varaka’yı ziyaret eder, hâlini hatırını sorardı. Sahabiler de onu sayarlardı.
Ümmü Varaka (r.anha) dinî meselelerde bilgi sahibiydi. İslamiyet’i en güzel şekil­de yaşamaya gayret gösterirdi. Ev halkına bu hususta yardımcı olurdu.
Onun biri erkek biri de kadın iki kölesi vardı. Vefatından sonra onların hürri­yet­le­ri­ne kavuşturulmalarını vasiyet etmişti. Köleler hırsa kapıldılar. Şeytanın da telkiniyle, “bir an önce hürriyetlerine kavuşmak” düşüncesiyle, Ümmü Vara­ka’yı şehit ettiler.
Hadise Hz. Ömer’in hilafeti devrinde olmuştu. Ömer (r.a.) bunu duyar duy­maz, “Re­sû­lul­lah doğru söyledi.” dedi. Re­sû­lul­lah’ın müjdelediği şehitliğin ger­çekleştiğini anlamıştı.
Bu hadise bütün Müslümanları derinden üzdü. Hz. Ömer suçluların derhâl yakalanmasını emretti. Suçlular yakalandılar. Suçlarının cezasını idam edile­rek ödediler. Medine’de asılarak idam edilen ilk suçlular bu iki köle oldu.
Hz. Ömer zaman zaman arkadaşlarına, “Kalkın, gidip şu şehidenin kabrini ziyaret edelim.” derdi. Sonra da hep birlikte kabri ziyaret ederlerdi.
Allah onlardan razı olsun![1]

______________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 626.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Medineli Müslümanlar, Peygamberimize ve ona iman edenlere kucak açmış­lardı. Onları bağırlarına basmak için sabırsızlanıyorlardı. 2’si kadın 75 kişi, Re­sû­lul­lah ile görüşmek, onu Medine’ye davet etmek gayesiyle Akabe’ye geldiler. İşte, bu iki kadından birisi, asıl ismi “Nesîbe” olan Ümmü Ümâre idi (r.anha).
Ümmü Ümâre (r.a.), Peygamberimizin Medine’ye İslamiyet’i öğretmek için gönderdiği Mus’ab bin Ümeyir (r.a.) vasıtasıyla Müslüman olmuştu. Kuvvetli bir imana sahipti. Allah ve Resûl’ü yolunda hayatını ortaya koymaktan çekin­mezdi. Nitekim Uhud Savaşı’nın en şiddetli ânında vücudunu Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) siper etmiş, örnek kahramanlığıyla ismini tarihe altın harflerle yazdır­mıştı. Hadiseyi kendisinden dinleyelim:
“Uhud’a gitmiştim. Müslümanlar ne yapıyor bir bakayım, diye düşünmüş­tüm. Yanımda su da vardı. Re­sû­lul­lah’ın yanına kadar yaklaştım. Sahabilerin arasındaydı. Gali­biyet Müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden mağlup duru­ma düştüler. Re­sû­lul­lah’ın etrafındaki sahabiler ya dağılıyorlar veya şehit olu­yorlardı. Etrafında çok az kimse kal­mıştı.
“Re­sû­lul­lah’a bir zarar gelmesinden endişe duydum! Hemen yetiştim. Müş­riklere karşı savaşmaya başladım. Kılıçla, okla müşrikleri Re­sû­lul­lah’tan uzaklaştırıyordum. Bu arada yaralandım.
“Re­sû­lul­lah’ın yanında 10 kişi kalmıştı. Ben, oğullarım ve beyim, Re­sû­lul­lah’ın önünde müşriklerle çarpışıyor, onları uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Re­sû­lul­lah yanımda kalkan olmadığını gördü. Kalkanı olan birine, ‘Ey kalkan sahibi, kalkanını savaşana bırak!’ buyurdu. Ben o kalkanı alıp kendimi korumaya başladım.
“Derken, bir süvari bana vurdu. Kalkanımla korundum. Hemen ardından atı­nın ayaklarına kılıçla vurdum. At, sırtının üzerine yıkıldı. Adam düştü. Re­sû­lul­lah bunu görünce oğluma, ‘Ey Ümmü Ümâre’nin oğlu, annene yardım et!’ buyur­du.”
Savaş bu minval üzere devam ediyordu. Nesîbe Hatun, Re­sû­lul­lah’ın etrafın­da âdeta bir pervane olmuştu. Dönüp duruyordu. Peygamberimiz savaş sonra­sında, “Uhud Günü sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Ümâre’yi yanı başım­da çarpışırken görüyordum.” buyurarak onun bu fedakârlığını takdir etmişti.
Bir ara Ümmü Ümâre’nin (r.anha) oğlu yaralanmıştı. Buna çok üzüldü. Fakat bu­nun sebebi oğluna olan şefkati değil, onun Re­sû­lul­lah’ı korumasından geri kal­masıydı. Oğlunu da üzen sebep buydu. Hemen ciğerparesinin yanına gitti. Ya­rasını sardı, sonra da, “Kalk yavrucuğum, müşriklerle çarpışmaya devam et!” dedi. Onun Re­sû­lul­lah’ı korumaktan geri kalmasına gönlü razı olmuyordu. Pey­gamberimiz (a.s.m.), Nesîbe Hatun’un (r.anha) bu fedakârlığı karşısında, “Ey Üm­mü Ümâre, senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayana­bilir mi?” buyurarak ona iltifat etti.
Ümmü Ümâre’nin (r.anha) oğlu hemen ayağa kalktı, müşriklerle çarpışmaya de­vam etti. Bir ara oğlunu yaralayan müşrik oradan geçiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “İşte, oğlunu vuran adam şu!” buyurdu. Bu büyük İslam mücahidesi he­men harekete geçti. Bir kılıç darbesiyle adamın ayaklarını kesti. Peygamberi­miz, mübarek dişleri görününceye kadar bu manzaraya tebessüm etti.
Müşrikler her yandan saldırıyorlar, Re­sû­lul­lah’ın vücudunu ortadan kaldır­mak istiyorlardı. Bir ara azılı müşrik İbni Kamiâ, Peygamberimizin yanına ka­dar sokulmuştu. Bir fırsatını bulunca da Peygamberimizin yüzünü yaraladı, iki dişini de şehit etti. Bir anda Re­sû­lul­lah’ın yüzünü kanlar içinde gören Ümmü Ümâre, azılı müşriğin üzerine hücum etti. Birkaç darbe indirdi. Fakat İbni Kamiâ üst üste iki zırh giymişti. Bu sebeple vuruşları ona tesir etmedi. Bu arada bu nasipsiz müşriğin darbesiyle omuzundan ağır bir şekilde yaralandı. Yetişen sahabiler İbni Kamiâ’yı geri püskürttüler.
Peygamberimiz onun yaralandığını görünce, oğlu Abdullah’a (r.a.), “Annenin yarasını sar!” buyurdu. Sonra da bu bahtiyar aileye şu müjdeyi verdi:
“Allah’ın bereketi üzerinize olsun! Annenin makamı, filan ve filanın maka­mından hayırlıdır. Babanın makamı da filan ve fılancanınkinden hayırlıdır. Se­nin makamın ise, filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ailenize rahmet etsin!”
Nesîbe Hatun bunları duymuştu. Sevincine diyecek yoktu. Fakat o, bu fırsatı daha iyi değerlendirmek istiyordu, “Yâ Re­sû­lal­lah, dua edin de cennette sana komşu olalım!” ricasında bulundu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu bahtiyar kadını kırma­dı. Ellerini açtı, “Allah’ım, bunları cennette bana komşu ve arkadaş eyle!” diye dua etti. Artık Nesîbe Hatun’un (r.anha) sevincine diyecek yoktu. “Bu kadar yeter! Bana artık ne musibet gelirse gelsin basittir.” diye sevincini açıkladı.
Uhud Savaşı’nın sonunda, Hz. Ümmü Ümâre’nin 12-13 yerinden yaralandığı tespit edildi. Bunların en ağırı, omuzundan aldığı yaraydı. Bir yıl onun tedavi­siyle uğraştı.
Ümmü Ümâre’nin (r.anha) Re­sû­lul­lah’ın yanında apayrı bir yeri vardı. Zaman zaman onun ziyaretine gider, gönlünü alırdı. Bir defasında yine ziyaretine git­mişti. Yarasının ne durumda olduğunu sordu. Evdekilerle bir müddet sohbet et­ti. Ümmü Ümâre (r.anha) bu ziyaretten son derece memnun olmuştu. Evde olan şeylerden Re­sû­lul­lah’ın önüne bir sofra kurdu. Fakat kendisi sofraya oturmadı. Peygamberimiz, “Gel, sen de ye.” buyurdu. Hz. Ümmü Ümâre, “Ey Allah’ın Resûl’ü, ben oruçluyum.” dedi. Onun ibadete gösterdiği bu hassasiyet Peygamberi­mizin hoşuna gitti. Ona şu müjdeyi verdi:
“Bir oruçlunun yanında yemek yenildiği zaman, sofra kalkıncaya kadar me­lekler oruçluya dua ederler.”
Ümmü Ümâre (r.anha), Uhud Savaşı’ndan başka, Peygamberimizle birlikte, Hayber ve Huneyn Savaşlarına katıldı, Umre Seferi’nde bulundu.
Nesîbe Hatun aynı zamanda iyi bir anneydi. Çocuklarını en güzel şekilde ter­biye etmiş, onları birer mücahit olarak yetiştirmişti. Bu fedakâr evlatlar, hayatları pahasına da olsa hak ve hakikati söylemekten çekinmezlerdi.
Peygamberimizin ahirete irtihâlinden sonraydı... Ümmü Ümâre’nin oğlu Habib (r.a.), Amman’dan Medine’ye gelirken, yolda Yalancı Peygamber Müseylimetü’l-Kezzâb’la karşılaşmıştı. Müseylime, Habib’e (r.a.) hitaben, “Sen Muhammed’in peygamberliğini tasdik ediyor musun?” diye sordu. Hz. Habib, “Evet.” dedi. Müseylime, “Benim de Allah’ın Resûl’ü olduğuma şehadet getir­mez misin?” diye sordu. Bu kahraman sahabi, “Asla böyle bir şey söyleye­mem!” dedi. Müseylime, Hz. Habib’in kolunu kesti, sonra sözünü tekrarladı. Ha­bib (r.a.) yine kabul etmedi. Diğer kolunu da kesti, yine sordu. Hz. Habib, ima­nından aldığı güçle yine “Hayır.” cevabını verdi. Çok kızan Müseylime, onu feci bir şekilde şehit etti.
Bu haber Ümmü Ümâre’ye (r.anha) ulaştığında, bunu sabır ve metanet ile karşıla­dı. Onun ebedî saadete ermesi, üzüntülerini hafifletmeye kâfi geldi. Zaten onu bu günler için yetiştirmişti. Onu asıl üzen, peygamberlik iddiasında bulunan bu yalancının hâlâ ortalarda dolaşmasıydı. “Müslümanlar bir gün bu zalime haddi­ni bildirmek üzere ordu hazırlarsa, o zaman kılıcımı çekip bu orduya katıla­cağım.” dedi. Sabırsızlıkla bu günleri bekledi.
Nihayet beklediği an geldi. Hz. Ebû Bekir, meşhur İslam kumandanı Hz. Hâlid kumandasında bir ordu hazırlayıp Müseylime’nin üzerine gönderdi. Bu or­duda diğer oğlu Abdullah ile (r.a.) birlikte Ümmü Ümâre de bulunuyordu.
İki ordu Yemâme’de karşılaştı. Aralarında şiddetli bir savaş oldu. Ümmü Ümâre (r.anha) büyük kahramanlıklar gösterdi. Birkaç yerinden yaralandı. Neticede Mü­sey­li­me’nin ordusu mağlup edildi. Hz. Abdullah, Müseylime’yi ağır bir şekilde yaraladı. Ashâb’dan Vahşî de (r.a.) son darbeyi indirerek canını cehenneme gön­derdi.
“Müseylime’nin öldürüldüğü” haberini alan Ümmü Ümâre (r.anha) sevinçten şü­kür secdesine kapandı. Bu günleri gösterdiği için Cenâb-ı Hakk’a hamd etti.
Ordu Medine’ye döndüğünde, Hz. Ebû Bekir bu kahraman kadını ziyaret etti, “Geçmiş olsun.” dileğinde bulundu. Halifeliği müddetince de ona izzet ve ik­ramdan geri kalmadı.
Bu bahtiyar kadına Hz. Ömer de büyük iltifatlarda bulunurdu. Zaman zaman ziyaretine giderek gönlünü alırdı. Çeşitli hediyelerle taltif ederdi.
Ümmü Ümâre’nin (r.anha) nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
Al­lah ondan razı olsun![1]

________________________________
[1]Tabakât, 8: 412-415.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget